Dünya ekonomisi 2025’in ilk aylarında köklü bir değişimin eşiğine geldi. Ancak bu değişim, alışıldık gürültülü krizlerle ya da devrimci çıkışlarla değil; sessiz, kararlı ve stratejik hamlelerle kendini gösterdi. ABD Hazine Bakanlığı’nda göreve başlayan Scott Bessent, daha önce yalnızca finans dünyasının iç çevrelerinde tanınan bir isimdi. Fakat göreve geldiği ilk üç ayda uygulamaya koyduğu küresel ticaret politikaları, onu yalnızca bir bakan değil, yeni bir düzenin mühendislerinden biri haline getirdi. Scott Bessent, bugün artık yalnızca Amerikan maliyesini değil; Pekin’den Brüksel’e, Seul’den Meksiko’ya kadar her başkentin ekonomi bürokrasisini meşgul eden bir aktör.
Bessent’in küresel sistemde yarattığı etkiyi anlamak için onun sadece ekonomik değil, ideolojik çerçevesine de bakmak gerekir. Bu çerçevenin merkezinde tarifeler yer alıyor; ancak alışıldık anlamda bir korumacılıktan söz edilemez. Bessent için tarife, sadece bir gümrük vergisi değildir. O, tarifeyi bir ülkenin üretim düzenini, sermaye yönelimini, teknolojik bağımsızlığını ve hatta dış politikasını belirleyen karmaşık bir araç olarak kullanıyor. Bu yönüyle tarife, onun elinde yalnızca ithalatı azaltmak için değil, aynı zamanda yeni bir uluslararası sistemin inşası için işlevsel hale geliyor.
Trump döneminde başlatılan ve Biden’ın belirli yönlerden devam ettirdiği korumacı ekonomi politikaları, Bessent’in elinde sistematik bir dönüşüm planına dönüştü. Ve bu dönüşümün ilk somut adımı, Çin’e yönelik uygulanan gümrük vergilerinin radikal şekilde artırılmasıyla başladı. Başlangıçta %34 olarak açıklanan vergi oranı, Çin’in gösterdiği agresif tepkiler ve karşılıklı misillemelerle birlikte %125’e kadar çıkarıldı. Bu hamle, modern küresel ticaret tarihinde eşi benzeri görülmemiş ölçüde sert bir müdahale anlamına geliyordu. Ancak burada asıl dikkat çeken, bu verginin yalnızca Çin’e karşı değil, tüm Asya üretim ağına yönelik mesajlar taşımasıydı. Çünkü Bessent’in hazırladığı tarife listesinde yalnızca Çin değil, Hindistan, Vietnam, Tayland gibi çok sayıda Asya ülkesi de yer aldı. Bu ülkelerin çoğu son yirmi yılda düşük maliyetli iş gücüyle küresel üretimin taşıyıcı kolonları haline gelmiş durumdalar. Şimdi ise bu modelin bütünü, Washington tarafından geçerliliğini yitirmiş kabul ediliyor.
ABD, Bessent’in liderliğinde yalnızca ticaret açıklarını kapatmakla ilgilenmiyor. Asıl hedef, küresel sermaye ve üretim akışlarını yeniden yönlendirmek. Bunun için de tarifeler yalnızca koruma aracı değil, bir tür seçim ve dışlama mekanizması olarak işlev görüyor. Çin ve diğer Asya ülkelerine getirilen sert vergi oranları, yalnızca maliyet artırıcı değil; aynı zamanda yapısal bir tercih beyanıdır. ABD, ucuz iş gücüne dayalı tedarik zinciri modelini terk etmekte kararlıdır. Yeni model, yüksek çevre ve iş standartları, güvenilir müttefik ilişkileri ve stratejik öngörülebilirlik temelleri üzerine kurulacaktır. Bu yönüyle Bessent’in tarife politikası, klasik iktisat teorilerinin sınırlarını aşan, çok katmanlı bir dönüşüm reçetesine dönüşmektedir.
Burada asıl stratejik hamle, Çin’e uygulanan vergi artışıyla eş zamanlı olarak duyurulan 90 günlük vergi ertelemesidir. Bu uygulama, Çin dışındaki tüm ülkelere yöneliktir. Ancak bu erteleme, dostane bir jest değil; açıkça tanımlanmış bir test süresidir. Bessent ve ekibi, bu 90 günü, küresel üreticilere verilen bir davet olarak değil, bir ültimatom olarak görmektedir. ABD’nin yeni sistemine entegre olmak isteyen ülkelerin bu süre içinde pozisyonlarını netleştirmeleri beklenmektedir. Aksi takdirde Çin’le benzer muamelelere tabi tutulmaları kaçınılmaz olacaktır. Bu anlamda 90 günlük pencere, sadece ticari değil, jeopolitik bir hizalanma süresi olarak yorumlanabilir.
Scott Bessent’in tarifelerini bir duvar değil, çelikten de olsa yön tabelaları olarak düşünmek lazım. Tabelalarda yazan rakamların farklı anlamları olsa da ortak mesaj tek ve nettir: Ya Amerika’nın kurallarına uyum sağlanır, ya da oyunun dışında kalınır.
Uygulanan tarifeler, yalnızca nihai ürünlere yönelik değildir. Tedarik zincirinin her halkasına yayılmış, ürünlerin en küçük bileşenlerine kadar ulaşan karmaşık bir sistemle çalışmaktadır. Örneğin Çin’den ithal edilen bir elektrikli aracın yalnızca kendisi değil, içindeki batarya hücresi, mikroçipi, hatta yazılım güncelleme altyapısı dahi ayrı ayrı tarifelendirilmiştir. Bu da gösteriyor ki Bessent, yalnızca rekabeti değil, kontrolü hedeflemektedir. Sistem artık “ucuz olan kazanır” kuralıyla değil, “uyum sağlayan yaşar” ilkesine göre işlemektedir.
Amerikan kamuoyunda bu yaklaşımın yankıları iki yönlü olmuştur. Serbest piyasa savunucuları, Bessent’in bu stratejisini “küresel ticaret sistemine dinamit koymak” olarak eleştirmektedir. Ancak üretim kaybı yaşayan sanayi bölgelerinde, özellikle Ortabatı’daki endüstriyel eyaletlerde, bu politikalar büyük bir memnuniyetle karşılanmaktadır.
ABD içindeki bu bölünme, aslında Bessent’in stratejisinin ne kadar köklü bir ekonomik ve toplumsal yeniden yapılanma içerdiğini göstermekte aslında. Çünkü bu politikalar yalnızca dış ticaret sistemini değil, Amerikan iç pazarını ve üretim yapısını da dönüştürecek cinsten.
Bessent, enflasyon riski pahasına üretimi yeniden yurda çağırıyor. Çünkü kurmay zekanın önceliği, kısa vadeli fiyat artışları değil, uzun vadeli stratejik özerlik!
Çin, son yirmi yılda küresel üretimin lokomotifi olarak görülüyordu. Teknolojiden tekstile, çipten çaydanlığa kadar dünya pazarlarına ulaşan neredeyse her ürünün arkasında bir Çinli üretici ve onun düşük maliyetli tedarik modeli vardı. Ancak bu modelin sonsuza dek süreceğini düşünenler, 2025’in ilk çeyreğinde büyük bir şaşkınlık yaşadı.
Scott Bessent, Hazine Bakanı sıfatıyla uygulamaya koyduğu tarifelerle yalnızca Çin’in ihracat gücünü değil, küresel kapitalizmin son yirmi yılda kurduğu değer zincirini hedef aldı. %125’lik vergi oranı, bugüne kadar uygulanmış en yüksek düzeylerden biri olarak kayda geçerken, bu rakam aynı zamanda sembolik bir kopuşu temsil ediyordu.
Yani, ABD, Çin’le kurduğu ekonomik ortaklık modelini artık taşınamaz bir yük olarak tanımlıyor; bu yükten hem stratejik hem ideolojik nedenlerle kurtulmak istiyor.
Başlangıçta %34 olarak ilan edilen vergi artışı, Çin’in hızlı ve sert tepkisiyle tırmandı. Pekin yönetimi, ABD menşeli bazı ileri teknoloji ürünlerine misilleme tarifeleri uyguladı, bazı Amerikan şirketlerinin Çin pazarındaki erişimlerine sınırlamalar getirdi. Ancak bu karşı hamleler, Bessent’in politikalarında en ufak bir gevşemeye neden olmadı.
Aksine, bu tepkiler Washington’a aradığı bahaneyi sundu: Çin yalnızca ekonomik olarak değil, siyasi olarak da agresif ve öngörülemez bir aktördü. Dolayısıyla artık yalnızca denetlenmesi değil, sınırlanması gerekiyordu.
Fırsat değerlendirilip tarife oranı bu anlayışla %125’e çıkarıldı. Bu hamleyle birlikte de Çin’den ABD’ye yönelik ürün akışı, maliyet yönünden fiilen durma noktasına geldi.
Anlaşılacağı üzere Bessent’in stratejisi, Çin’i sadece dış ticaretle baskılamakla sınırlı değil. Çok daha derin ve çok katmanlı bir ekonomik abluka sistemi inşa etmeye çalışıyor.
Amerikan firmalarına Çin’de yeni yatırım yapmamaları yönünde dolaylı uyarılar yapılırken, mevcut yatırımların kademeli biçimde başka ülkelere taşınması için Eximbank destekleri devreye sokuldu. Ayrıca Çin’e yapılan teknoloji transferlerinin sınırlandırılmasına yönelik yeni yönetmelikler hazırlandı. İleri çip teknolojisi, yapay zekâ altyapısı ve batarya üretimi gibi alanlarda Çin’e yönelik lisans süreçleri ağırlaştırıldı.
Şurası çok net anlaşılmalı ki büyük resmi hep beraber en berrak haliyle görelim: Bu adımların her biri, Çin’in yalnızca bugünkü üretim kapasitesine değil, gelecekteki teknolojik bağımsızlığına da müdahale niteliği taşıyor!
Çok ciddi hazırlıklar isteyen bu hamleler, Çin’in ABD tarafından uzun bir zamandır yalnızca bir üretici olarak değil, aynı zamanda bir sistem kurucu aktör olarak da görüldüğünün resmi ilanı sayılmalı.
Demek ki, Çin’in Kuşak-Yol Girişimi, BRICS içindeki liderliği ve dijital yuan üzerinden inşa etmeye çalıştığı alternatif para sistemleri Washington tarafından yalnızca ekonomik rekabet başlıkları olarak değil, küresel düzene tehdit olarak okunuyormuş.
Dolayısıyla uygulanan %125’lik tarife, basit bir vergi düzenlemesi değil; doğrudan Çin’in sistem kurucu gücüne karşı bir kuşatma kararıydı. Bessent, Çin’i yalnızca pazardan değil, yeni küresel düzen inşasından da dışlamak istiyor. Bu çok büyük bir hamle olsa da olayın sıcaklığından çoğu ilgili hala meselelerin risk potansiyelini tam anlayamıyor.
Bu noktada tarifelerin anlamı da değişmeye başlıyor elbette. Trump’ın birinci dönemindeki tarifelerle bunlar aynı değil. Çünkü tarife, artık sadece bir ürünün maliyetini artıran teknik bir düzenleme değil; ülkelerin sistem içindeki konumunu belirleyen bir sembol, bir statü.
Scott Bessent için %125’lik oran, yalnızca ithalatı kesmenin değil; aynı zamanda Çin’in gelecekteki yerini tarif etmenin bir ifadesiydi. Bessent, sadece bugünü değil, yarını yeniden inşa etmek isteyen bir düzen kurucusu olmak istiyor. Onun kafasında Yeni Düzen, yalnızca para akışıyla değil; sadakat, uyum ve stratejik hizalanma ilkeleri çerçevesinde biçimleniyor.
Amerikan iç pazarında da bu yeni stratejinin etkileri derinleşmeye başladı. Enflasyon pahasına yerli üretimi ayağa kaldırmak, uzun vadeli bir devlet politikası haline geldi.
Yarı iletken fabrikaları, batarya üretim tesisleri, nadir element işleme merkezleri yeniden Ortabatı şehirlerinde kuruluyor; devlet teşvikleriyle destekleniyor. Artık mesele sadece “ne kadar üretiyoruz” değil; “kiminle ve neye karşı üretim yapıyoruz” sorusunun cevabında. Bu, Amerikan kapitalizminin yönünü değiştiren derin bir kırılma olacak gibi gözüküyor.
Aynı anda tarifeler, jeoekonomik caydırıcılığın da temel aracı haline geldi. Çin ile ilişkilerini derinleştiren ülkelere yönelik dolaylı vergi tehditleri, teknoloji kısıtlamaları ve yatırım ön koşulları açık bir stratejik baskıydı. Türkiye gibi “denge politikası” yürüten ülkeler bu yeni sistemde giderek daha fazla sıkışmaya başladı. Çünkü Bessent’in sisteminde gri alan yoktu. Ya sistem içindesin ya dışında. Ya uyum gösteriyorsun ya da dışlanıyorsun.
Türkiye için bu yeni sistem, kısa vadeli kararların ötesinde tarihsel bir yol ayrımı anlamına geliyor. Hem ayrı düşmüş Batı ile entegre kalmak hem Çin’le büyüyen ekonomik ilişkileri korumak isteyen Ankara, artık her iki tarafı da memnun edemeyeceği bir düzleme çekiliyor. Scott Bessent’in tarifeleri, yalnızca Çin’e değil; onunla işbirliği yapanlara da yönelmiş durumda. Türkiye’nin üretim yapısı, Batı pazarlarına bağımlı olduğu kadar Asya’dan gelen tedarike de yaslanıyor. Bu denge kırıldığında ya AB ve ABD merkezli bir yeniden yapılandırma olacak ya da Asya eksenli yeni bir strateji geliştirilecek. Her iki seçeneğin de maliyeti büyük, getirisi ise uzun vadeli…
Hasılı, Scott Bessent yalnızca bir Hazine Bakanı değil; 21. yüzyılın yeni dünya düzenini kurmaya çalışan bir stratejisttir. Tarifeleri sadece vergi değil; kurucu ilke olarak kullanmakta ve para kazandırdığı ülkeleri sadakat testine tabi tutmaktadır.
Çin’i kuşatarak başlayan bu strateji, şimdi tüm dünya ülkelerini aynı soruyla baş başa bırakmış: “Sistemin içinde kalmak için ne kadar uyum göstereceksiniz?”
Ne yazık ki bu sorunun en çetin cevaplarından birini, önümüzdeki aylarda Türkiye vermek zorunda kalacak… Zor sınav…