Yüz Yıllık ‘Filistin’i Silahsızlandırma’ Planı

Filistinlilerin silahsızlandırılması planı, bir asrı aşkın süredir uygulanan bir sömürgecilik ve işgal stratejisidir. İngiliz Mandası döneminden İsrail işgaline, Oslo Anlaşmaları’ndan günümüz ablukalarına kadar her aşamada güdülen temel hedef aynıydı: direnişi etkisiz hale getirmek, halkın iradesini kırmak.

İlk büyük silahsızlandırma girişimi, 3 Eylül 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler’in, İngiliz Mandası’nın sona ermesiyle birlikte açıkladığı taksim planının ardından geldi. Bu plan, BM Güvenlik Konseyi tarafından değil, Genel Kurul tarafından alınmıştı ve sadece tavsiye niteliği taşıyordu; herhangi bir yaptırım gücü bulunmuyordu. O dönemde Birleşmiş Milletler büyük ölçüde Batılı güçlerin etkisi altındaydı. Konunun arka planı hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Fransız düşünür Roger Garaudy’nin “İsrail Sorunu” adlı eserine başvurabilir.

Taksim planının ilanı sırasında Filistinliler, toprakların yaklaşık %95’ine hakimdi. Filistin nüfusu 1,5 milyona yaklaşırken, Yahudi nüfus 200 bini dahi bulmuyordu. Filistinliler ve İslam dünyasındaki ülkeler, bu haksız ve dayatmacı “oldubitti”yi kabul etmedi. Siyonist devletin tanınmasını reddetmeleriyle birlikte, plan fiilen askıya alındı. Bu noktadan sonra ise, Filistinlilerin silahsızlandırılması doğrudan gündeme getirildi.

Birleşmiş Milletler’in desteğiyle, Mısır ve Ürdün üzerinden Filistin halkının elindeki silahlar zorla toplatıldı. Karşılığında Filistinlilere, siyonist bir devletin kurulmayacağı sözü verildi. Ancak bu vaat, aldatmacadan ibaretti. Büyük mücahit Abdülkadir Hüseyin’in liderlik ettiği grup dışında, neredeyse tüm Filistinli direnişçiler silahlarını Arap ordularına teslim etti.

Filistinliler silahlarını teslim eder etmez, Siyonist terör örgütleri — Haganah, Irgun ve Stern — başta Deir Yasin olmak üzere yüzlerce Filistin köyüne saldırdı ve büyük kıyımlar gerçekleştirdi. İngiliz güçleri, Filistin köylerini kuşatıp halka işkenceler uygularken, bu Siyonist çeteleri silahlandırıyor, her türlü lojistik desteği sağlıyordu.

İngiltere ve ABD başta olmak üzere bazı Batılı devletlerin desteklediği bu Siyonist terör yapılanmaları karşısında, silahsız ve savunmasız bırakılan Filistinli siviller, yaşadıkları toprakları toplu halde terk etmek zorunda kaldı. 1948’in başlarında Siyonist milisler, Filistin’e ait köyleri ve şehirleri işgal etti; kitlesel katliamlar, infazlar ve sıkıyönetimle her türlü direnişi bastırdı.

Sadece birkaç ay içinde, bu terör örgütleri on binlerce Filistinliyi katletti. Yaklaşık 800 bin Filistinli ise komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Aynı dönemde, Batılı devletlerin açık desteğiyle yüz binlerce Yahudi, gemilerle Filistin topraklarına taşındı. Taksim planından 9 ay sonra Mayıs 1948’te Siyonist devletin ilan edildiği gün geldiğinde, bu örgütler Filistin topraklarının yaklaşık %70’ini fiilen işgal etmişti.

Silahını teslim etmeyen ve direnişin simgesi hâline gelen Abdülkadir Hüseyni, bu süreçte şehit edildi. Filistin halkı yalnızca Batı’nın ve Birleşmiş Milletler’in kirli oyunlarıyla değil, aynı zamanda bazı Arap devletlerinin ihanetleriyle de yüzleşmek zorunda kaldı. Filistinliler, 9 ay içerisinde emperyalist güçler tarafından tarihin en büyük “oldubitti” oyunu ve bazı Arap devletleri tarafından en büyük ihanetini yaşadı. Kafkas direnişinin büyük önderi Şeyh Şamil’in torunu Said Şamil’in “Yahudi Davası ve Filistin” adlı eserini okuduğunuzda, İsrail adlı yapının nasıl bir “oldubitti” ile kurulduğunu, sayfalar arasında gözyaşlarınızı tutamayarak anlayacaksınız.

Yahudi tarihçi Ilan Pappé’nin “Filistin’de Etnik Temizlik” adlı eserinde belirttiğine göre, Nekbe (Büyük Felaket) sırasında Filistinlilerin silahsızlandırılması, etnik temizlik stratejisinin ayrılmaz bir parçasıydı. Amaç, direnişi kırmak, halkın kendini savunmasını engellemek ve Siyonist güçlerin toprak üzerindeki hakimiyetini pekiştirmekti. İsrailli bir diğer tarihçi Avi Shlaim’in “Demir Duvar” adlı kitabında ise, İsrail’in bu silahsızlandırma politikasını gözaltılar, ev yıkımları ve önleyici askeri baskınlarla sistemli bir biçimde sürdürdüğü vurgulanır.

Bu politika, Siyonist lider Vladimir Jabotinsky’nin ortaya attığı “Demir Duvar” stratejisine dayanıyordu: Filistin halkının iradesi ancak sert ve kesintisiz bir askeri güçle kırılabilirdi. Bu strateji, içerideki silahlı direnişi zayıflattı, fakat mücadeleyi tümüyle sona erdiremedi. Direniş bu kez dışarıdan, özellikle Ürdün ve Lübnan üzerinden örgütlenmeye başladı. 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulması da bu sürecin doğal bir sonucuydu.

Yıllarca İsrail’e karşı silahlı direnişin sembolü haline gelen FKÖ lideri Yaser Arafat, 1993 yılında — başta ABD olmak üzere bazı Batılı ve Arap devletlerinin desteğiyle — “Oslo Anlaşması”na imza attı. Bu imza, Filistin halkının İsrail karşısında silahsızlandırılmasına resmen onay vermek anlamına geliyordu. Ancak yıllar sonra, 2004’te, Batı Şeria’daki karargâhında kuşatma altında iken Arafat, büyük bir ihanete uğradığını yüksek sesle dile getirdi. Amerikalı yetkililere karşı sert çıkışlarda bulundu; fakat artık çok geçti. Oslo Anlaşması’ndan sonra İsrail ne işgallerden vazgeçti, ne de Filistinlilere yönelik baskı ve katliamlarını durdurdu.

Hayatının son demlerinde ihanetin yükünü kalbinde taşıyan Yaser Arafat, Filistin direnişinin simgesi Şeyh Ahmed Yasin’in başını öptüğünde ve “Filistin’in kurtuluşu yeniden direnişle mümkündür!” diye haykırdığında, etrafında onu dinleyecek pek kimse kalmamıştı. Hatta bazı iddialara göre, Arafat, İsrail ile iş birliği yapan kendi çevresindeki isimler aracılığıyla zehirlenerek şehit edildi.

ABD’de yaşayan Filistinli tarihçi Reşid Halidi, “Filistin’de Yüz Yıllık Savaş” adlı eserinde, Arap rejimlerinin ve uluslararası toplumun, Filistinli direnişçileri silahsızlandırmaya yönelik sistemli baskılarını ayrıntılarıyla ele alır. 1950’li yıllarda Gazze’yi yöneten Mısır yönetimi, silahlı fedaileri bastırmış; Yaser Arafat ve arkadaşlarının silahlanmasını engellemiştir. Ürdün ve Lübnan da benzer biçimde, silahlı faaliyetleri sınırlandırma yoluna gitmiştir.

1980’ler boyunca Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), hem İsrail’in doğrudan askeri müdahaleleriyle (özellikle 1982 Lübnan işgali) hem de uluslararası baskılarla giderek silahsızlanmaya zorlanmıştır. 1993’te imzalanan Oslo Anlaşmaları ise, Filistin Yönetimi’nin kurulması karşılığında Filistin halkının silahsızlandırılmasını açık bir şart olarak ortaya koymuştur.

2006 yılında seçimleri Hamas’ın kazanması üzerine, hem İsrail hem de Batı, hareketin silahsızlandırılması için baskıyı artırdı. ABD destekli güvenlik birimleri, Gazze’de darbe girişiminde bulundu; ancak girişim başarısız oldu ve Hamas bölgenin kontrolünü ele geçirdi. İşgal altındaki Batı Şeria ise hâlâ, İsrail’le güvenlik iş birliği yapan Filistin Yönetimi’nin denetimi altındadır.

2006’dan bu yana İsrail, özellikle Gazze Şeridi’ne yönelik ablukasını “silah üretimini önleme” gerekçesiyle ağırlaştırdı. İsrailli insan hakları örgütü Gisha – Girişim’in 2022’de yayımladığı rapora göre, İsrail, “2007 İhracat Denetimi Yasası” kapsamında binlerce malzemenin Gazze’ye girişini yasaklamaktadır. Bu yasak listesi, demir borulardan beton mikserlerine, tarım gübrelerinden kozmetik hammaddelere kadar çok sayıda sivil ürünü kapsamaktadır. Bu uygulama, 42 ülkenin taraf olduğu “Wassenaar Anlaşması”nın sınırlarını dahi aşmaktadır.

Son otuz yılda Filistin direnişi, silah kaçakçılığı ve yerli üretim sayesinde gücünü önemli ölçüde artırdı. İran, Sudan, Libya ve Çin gibi ülkeler bu süreçte önemli kaynaklar olurken; Kızıldeniz, Sudan, Mısır, Suriye, Irak ve Ürdün üzerinden uzanan rotalar aktif olarak kullanıldı. 2002 yılında İsrail, Gazze’ye silah taşıdığı iddia edilen “Karin A” gemisine el koyarak doğrudan Yaser Arafat’ı suçladı. Aynı dönemde İsrail savaş uçakları, Sudan’daki silah konvoylarını bombaladı.

Direnişin önde gelen isimleri de hedef alındı. Hamas’ın etkili komutanlarından Mahmud el-Mabhuh, 2010 yılında Dubai’de Mossad tarafından düzenlenen bir saldırıyla öldürüldü. Direnişin füze uzmanı Dr. Dirar Ebu Sisi, 2011’de Ukrayna’dan kaçırıldı. Tunuslu İHA mühendisi Muhammed ez-Zuvari (2016) ve Filistinli mühendis Fadi el-Batş (2018) yurt dışında gerçekleştirilen suikastlara kurban gitti. 2021 Gazze Savaşı sırasında, NASA’da çalışmış Filistinli bilim adamı Cemal ez-Zebde de İsrail’in hedefleri arasındaydı.

Arap Baharı’nın ardından, özellikle Libya’dan Mısır’a, oradan da Gazze’ye yapılan silah sevkiyatında ciddi bir artış yaşandı. Bu durum, hem Hamas yetkililerinin beyanları hem de 2024 Ocak ayında New York Times’ta yayımlanan “Hamas Silahlarını Nereden Alıyor?” başlıklı yazıyla belgelendi. Al Jazeera’nin Gizli Kalanlar programı ise, boşaltılan yerleşim bölgelerinde yer altı su hatlarının roket üretiminde kullanıldığını ortaya koydu. Ayrıca, denizden çıkarılan İngiliz batıkları ve patlamamış İsrail füzeleri geri dönüştürülerek direnişin hizmetine sunuldu. Bu teknikler, özellikle 2023-2025 yılları arasında yaşanan “Aksa Tufanı” savaşında belirgin şekilde öne çıktı.

Süren Gazze saldırıları sırasında, İsrail ve müttefikleri yeniden silahsızlandırma planlarını masaya koydu. Yedioth Ahronoth gazetesi, Netanyahu’nun ateşkesin ikinci aşaması için şu talepleri öne sürdüğünü aktardı: Hamas liderliğinin Gazze’den çıkarılması, Kassam Tugayları’nın dağıtılması, silahların teslim edilmesi ve İsrailli esirlerin serbest bırakılması. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar da, ateşkesin ikinci aşaması için “Gazze’nin tamamen silahsızlandırılması ve Hamas’ın yönetimden çekilmesi”ni ön şart olarak dile getirdi.

Bütün bu süreçte, ABD yönetimi ise Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını tanımamaya devam ediyor. Bu tutum, yüz yıldır süren ve Filistinlilerin, Arap halklarının ve İslam dünyasının kararlılığıyla boşa çıkarılan baskıların günümüzdeki bir devamı olarak değerlendirilebilir.

Hâsıl-ı kelâm, bütün bu acılara, ihanetlere, kuşatmalara rağmen Filistin direnişi, yer altından, denizden, dağdan, çölden yeniden doğdu. Su borularından füzeler, enkazlardan silahlar, deniz dibinden çıkarılan mühimmat… Çünkü Filistin’de direniş, bir silahtan ibaret değildir; o, bir halkın hafızasıdır, iradesidir, var oluş şuurudur.

Bugün Gazze için dillendirilen “tam silahsızlandırma” planı, bir ateşkes şartından öte, bir halkın hafızasını, geçmişini ve geleceğini elinden alma projesidir. Ama tarih bize defalarca gösterdi: Filistinli elinden silahı alındığında bile, direniş ruhunu teslim etmez. Çünkü onlar bilirler ki, her silah bırakışın ardından topraklar yitirildi, canlar alındı, şehirler yıkıldı.

Filistin’in tarihiyle yüzleşilmeden, orada yaşananların hakikati görülmeden bugünü anlamak mümkün değildir. Ve unutmamak gerekir: İsrail, hâlâ dünyada resmi sınırları olmayan tek devlettir. Bu, sınır tanımayan bir işgalin, sürekli genişleyen bir şiddetin adıdır. Yerleşim politikalarından da, ablukalardan da vazgeçmeyecek olan bu yapı, tüm çözüm yollarının önündeki en büyük engeldir. O yüzden bu mücadele yalnızca toprak için değil, hafıza için, varlık için, insanlık onuru içindir…