W. Jefferies ile; Uzun Dalga Teorisi, Küreselleşmenin Sonu ve Yaklaşan Krizler
William Jefferies – Federico Fuentes
William Jefferies, Londra Üniversitesi SOAS’ta kıdemli öğretim görevlisidir ve kısa süre önce yayımlanan Savaş ve Dünya Ekonomisi: Küreselleşmenin Gerilediği Bir Dünyada Ticaret, Teknoloji ve Askeri Çatışmalar (War and the World Economy: Trade, Tech and Military Conflicts in a De-globalising World) adlı kitabın yazarıdır. Jefferies, LINKS International Journal of Socialist Renewal’dan Federico Fuentes ile yaptığı bu kapsamlı söyleşide, uzun dalga teorisinin bugünü anlamada neden hâlâ yararlı bir araç olduğunu, küreselleşmenin dünya ekonomisini ve işçi sınıfını nasıl köklü biçimde dönüştürdüğünü ve neden yeni bir kriz döneminin kapısını araladığını tartışıyor.
Bu söyleşi, LINKS’in günümüzde emperyalizm meselesine dair yürüttüğü röportaj dizisinin son halkasıdır.
Geçtiğimiz yüzyıl boyunca “emperyalizm” terimi farklı durumları tanımlamak için kullanıldı ve kimi zaman “küreselleşme” gibi kavramlarla değiştirildi. Emperyalizm kavramı hâlâ geçerli mi? Eğer öyleyse, siz emperyalizmi nasıl tanımlıyorsunuz?
Emperyalizm kesinlikle hâlâ hayati bir kavram. Vladimir Lenin, 1916’da onu banka sermayesi ile sanayi sermayesinin finans kapitalde kaynaşması olarak tanımladı; bu tanım esasen hâlâ geçerlidir. Lenin ayrıca büyük güçlerin dünyayı kendi nüfuz alanlarına bölmeye çalıştığını yazmıştı ki bu da bugünkü dönemi gayet iyi tanımlar.
Ancak Lenin’in döneminden bu yana bazı şeyler değişti. Örneğin bugün doğrudan sömürgeleştirme eskisi kadar yaygın değil ve Çin’in büyük bir güç olarak yükselişi söz konusu; bu, yeni ve farklı bir durum. Yüz yıl sonra, bazı şeyler değişti ama bazıları da değişmedi. Benim için, emperyalizmin tekelci kapitalizm olarak tanımı, bugünkü duruma somut biçimde bakıldığı sürece hâlâ geçerliliğini koruyor.
Peki, günümüzde emperyalizmi anlamak açısından özellikle öne çıkan değişiklikler var mı?
Bugün özellikle dikkat çekici bir unsur, ABD ve Britanya’daki sanayisizleşmenin boyutu. Günümüzde Britanya’daki imalat işçilerinin oranı yaklaşık %7 civarında ve bunların çoğu gıda üretimi gibi sektörlerde çalışıyor. ABD’de durum bu kadar keskin olmasa da sanayi üretiminde ciddi bir düşüş yaşanıyor.
O hâlde, ABD veya Britanya’da finans kapitalden — yani banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşiminden — hâlâ ne ölçüde söz edebiliriz? Bunun yerine, 2008 finans krizinin ardından ortaya çıkan Blackstone gibi devasa finansal kuruluşların hâkimiyetindeki bir “bankacılık benzeri” sistemin baskın olduğunu görüyoruz.
Bu kuruluşlar açıkça ABD ekonomisine hâkim durumdalar ve esas olarak kâr oranından ziyade faiz oranı üzerinden işliyorlar. Bu önemlidir, çünkü faiz oranı mal alımı veya üretimi yoluyla değil; finansal akışlar üzerinden elde edilir (her ne kadar temelinde yine mal alımı ve üretimi bulunsa da). Eğer emperyalizm, finans ve sanayi sermayesinin birleşimiyse, bugün ABD ve Britanya’da bu denge açıkça bankacılık ve finans lehine, sanayi sermayesi aleyhine kaymış durumda.
Çin ise bunun tam tersini gösteriyor. Çin, devlete ait büyük bankalar biçiminde finans kapitalin yanı sıra, dev sanayi şirketleri şeklinde sanayi sermayesine de sahip. Çin’de, bankacılık ve finansın üzerinde sanayi üretiminin önceliğinin yeniden tesis edildiğini görüyoruz. Bu önemlidir; çünkü nihayetinde en büyük güce sahip olan, mal üreten taraftır. Ürettikleri herkesin ihtiyaç duyduğu şeylerdir ve artı değeri doğrudan çıkarma imkânına sahiptir (faiz akışları yoluyla dolaylı yoldan değil).
Önümüzdeki 5-10 yıl içinde Çin, sanayi üretiminin önceliğini daha da pekiştirmeye çalışacaktır. Çin, şu anda Batı’daki bankalara akan faiz gelirinin bir kısmını geri almak istiyor. Bu da Çin ile ABD (ve daha genel olarak Batı) arasında derin bir çelişki yaratacaktır. İşte bu yüzden bugün tanık olduğumuz büyük güçler mücadelesi yaşanıyor.
Kitabınızda, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından gelen dönemi “küreselleşmenin uzun dalgası” olarak tanımlıyorsunuz. Küreselleşme sırasında küresel emperyalizm içindeki dinamikleri özetleyebilir misiniz?
Emperyalizm, hem içinde bulunduğumuz dönemden çıkışımızı hem de girmekte olduğumuz dönemi gerçekten anlayabilmek için vazgeçilmez bir kavramdır. Bu, “küreselleşme” gibi terimlerin hiçbir değer taşımadığı anlamına gelmez.
İnsanlar yanlış bir şekilde küreselleşmeyi emperyalizmin karşısına koyuyor; oysa küreselleşme, emperyalizmi ortadan kaldırmadı. Küreselleşme, bir dönem için emperyalizmin yağmacı doğasını gizlemeye yardımcı oldu; zira ABD hegemonyası, ekonomisinin dinamizmi sayesinde son derece baskın hale gelmişti. Ancak küreselleşme sona eriyor ve yeni çelişkiler ortaya çıkmaya başlıyor. İşte bu nedenle ABD, yeniden daha yağmacı olma ihtiyacını keşfediyor — bunu her gün görüyoruz.
Ben, küreselleşmenin uzun dalgasını, her ne kadar geleneksel olarak Nikolay Kondratiev ve Lev Troçki’ye atfedilse de, aslında Alexander Parvus’a dayanan uzun dalga teorisi bağlamında ele alıyorum. Parvus, dünya ekonomisinde uzun Sturm und Drang (fırtına ve stres) dönemleri olacağını söylemişti.
Parvus özellikle 19. yüzyılın sonunu düşünüyordu: Afrika’nın paylaşımının sona ermesi, tekelciliğe doğru kayış, elektrikteki teknolojik devrim ve Rusya ile Çin’de yeni pazarların açılması. Parvus’a göre, yeni pazarların genişlemesi veya açılması, sermaye birikiminin yeni sektörlerinin yükselmesi, sermaye devir sürelerinin kısalması ve yeni teknolojik gelişmeler gibi değişimler, dünya ekonomisinde bütün bir dönemi tanımlayacaktı.
Bu, olağan iş döngülerini sona erdirmeyecek; fakat bu döngüler, daha keskin krizler ve kısalan sürelerle, bu uzun dalga — ya da dönem, ya da her ne derseniz deyin — içinde gelişecekti. Parvus, bunun, gelişme güçlerinin tüm potansiyeline ulaşmasına kadar süreceğini, ardından keskin bir ticari krizin ve sonrasında ekonomik bir bunalımın geleceğini öngörmüştü.
Benim kitabım, 1989-91 döneminde başlayan küreselleşmenin uzun dalgasına bakıyor: Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve piyasaya geçişi, Çin’in demokrasi hareketini ezmesi ve onun da piyasaya geçişi. Sovyetler Birliği ve Çin’i o tarihten önce merkezi planlı ekonomiler olarak tanımlıyorum; çünkü üzerinde hemfikir olduğumuz noktaya odaklanmak istiyorum: Batı’da anladığımız anlamda piyasa ekonomileri değillerdi.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Çin’in piyasaya geçişiyle birlikte, kapitalizmin sömürebileceği küresel işçi sayısı esasen iki katına çıktı. Unutmayın, 1990’ların ortalarından sonuna doğru Çin, devlet mülkiyetindeki işletmeleri piyasalaştırdı ve yaklaşık 70 milyon işçiyi işten çıkardı. Bunu perspektife oturtmak gerekirse, bugün Britanya’daki toplam işgücü yaklaşık 35 milyon. Yani, birkaç yıl içinde bütün Britanya işgücünün iki katı kadar işçi işten çıkarıldı.
Ayrıca, sermaye tarafından hiç ödeme yapılmadan, doğrudan el konulan devasa miktarda üretim araçları vardı; söz konusu olan önemsiz şeyler değildi — Varşova, Prag gibi şehirlerden bahsediyoruz.
Bunun yanı sıra, pek çoğu Sovyetler Birliği’ne bağımlı olan ulusal kurtuluş mücadeleleri çöktü: Güney Afrika, Filistin, İrlanda… Bu mücadelelerin birçoğu 1990’larda bir şekilde sonuçlandı. Ayrıca, Britanya madencilerinin grevi gibi yenilgilerle simgelenen işçi sınıfının gerilemesi yaşandı; daha genel olarak da Sovyetler Birliği ile özdeşleşmiş sosyalizm fikrinin yenilgisi ortaya çıktı.
Tüm bunlar dünya ekonomisini köklü biçimde dönüştürdü ve yeni bir uzun dönemin başlangıcını oluşturdu. Aynı zamanda, Uluslararası Para Fonu’nun “hiperküreselleşme” adını verdiği dönemin ön koşullarını yarattı. Bu dönem, yaklaşık 2001’den 2008’deki finansal krize kadar sürdü ve çok güçlü bir büyüme evresiydi. Bu evre, [Vladimir] Putin’in devlet başkanlığıyla başlayan Rusya’nın ekonomik toparlanmasını ve Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılımını ve ardından gelen büyük büyümesini de kapsıyordu.
Hiperküreselleşme sırasında her şey tam kapasite çalışıyordu — ta ki 2008 çöküşüne kadar. Önemli olan şu: Bu çöküş, kâr oranlarının düşmesinden değil, kötü yönetimden kaynaklanan doğrudan bir finansal krizdi ve bankaların kurtarılmasıyla çözüldü. 2008 sonrasında da istikrarlı büyüme ve yüksek kârlar sürdü, ancak hiperküreselleşme dönemindeki kadar dinamik değildi.
Bugüne gelirsek, küreselleşmenin uzun dalgası artık sona ermeye başlıyor. Bu tür dönüşümler hâlâ yaşanırken kesin konuşmamak gerekir, ancak küreselleşmeden kopuşa doğru bir kayma olduğu açıkça görülüyor. İnsanlar bunu inkâr etse de etrafa bakın: yaptırımlar, dünyanın bloklara bölünmesi, savaşlar…
Bunu şöyle düşünmek mümkün: Eğer küreselleşme ileriye gitmiyorsa, geriye gidiyordur. Dünya giderek daha fazla küreselleşiyordu, şimdi ise daha az küreselleşiyor. Açıkça bir “küreselleşmeden kopma” süreci görüyoruz; bu, savaşlar gibi olgularla da dışavurulan siyasi çelişkinin ekonomik ifadesidir.
ABD ve Çin ekonomileri her zamankinden daha entegre durumda. Bu, Lenin’in sözünü ettiği türden bir büyük güç rekabetini görmeyeceğimiz anlamına mı geliyor? Yoksa açık savaş gerçekçi bir olasılık mı?
ABD, savaşın mümkün olduğunu kesinlikle düşünüyor — ve bunun planlarını yapıyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin araştırma-geliştirme kurumu olan RAND Project AIR FORCE, 2020’lerde Tayvan üzerinden bir savaş çıkabileceğini öngören modellemeler yaptı. Şu anda 2025 yılındayız.
1914’te Kautsky, Birinci Dünya Savaşı arifesinde Ultraemperyalizm adlı, zamanlaması talihsiz bir broşür yayımladı. O, emperyalist güçler arasındaki yakın ekonomik ilişkiler nedeniyle savaşın imkânsız olduğunu savunuyordu. Yani, ülkelerin birbirine fazla entegre oldukları için savaşa girmeyeceği fikri yeni değil.
Aslında, tam da bu kadar yakın ilişkili oldukları için, aralarındaki anlaşmazlıkların nasıl çözüleceği sorunu ortaya çıkıyor. Dünya ekonomisinde dolaşan artı değerin en büyük payını kimin alacağına hükmedecek bir dünya mahkemesi yok. Bunu belirlemenin tek yolu ekonomik ve askerî çatışmadır — kapitalizmin bildiği tek yol budur.
Bu da bizi, ABD ile Çin’in karşılıklı bağımlılığının doğasında yatan ve daha önce bahsettiğim çelişkiye geri götürüyor. Küreselleşme ve Sovyetler Birliği ile Çin’in piyasaya geçişi Batı’yı güçlendirdi; ama aynı zamanda sanayisizleşme sürecini ve Çin’in yükselişini tetikledi. ABD sanayisizleştikçe, endüstrileri üretimin daha ucuz olduğu Çin’e taşındı ve orada üretilen mallar, daha önce ABD’de ürettiklerinin yerine, tekrar ABD’ye ihraç edildi. Bu şirketler ayrıca kârlarını ABD ve Avrupa’ya geri aktardı.
Bu süreç, üretimin tamamını dışarıya yaptıran fabrikasız mal üreticilerini (FGP) ortaya çıkardı; Apple gibi. Apple, iPhone’larının %98’ini Çin’de üretiyor, ancak orada yalnızca 14.000 doğrudan çalışanı var. Bu çalışanlar, Apple için iPhone üreten üçüncü taraf üreticiler olan sözleşmeli üretim hizmetlerini (CMS) sadece denetliyor. Peki, bu FGP’ler üretim üzerinde nasıl kontrol sağlıyor? Tayvanlı teknoloji şirketi Acer’ın kurucusu Stan Shih’in “gülen eğri” adını verdiği model aracılığıyla.
Bu eğrinin mantığı şu: Eğrinin bir ucunda Apple, Intel gibi şirketlerin sahip olduğu girdiler (çipler, yüksek teknoloji bileşenler vb.) yer alıyor. Eğrinin alt kısmında, yalnızca bu bileşenleri birleştiren Acer gibi şirketler bulunuyor. Eğrinin diğer ucunda ise zengin Batı pazarlarına erişim var ve bu da FGP’lerin kontrolünde. Sonuçta, FGP’ler teknolojiyi ve pazarlara erişimi kontrol ederek kârın büyük kısmını topluyor, üreticiler ise neredeyse hiç para kazanmıyor.
Bu durum, kapitalizm açısından “doğal” değildir; çünkü kapitalizmde asıl güç üreticidedir. Dahası, Karl Marx’ın açıkladığı üzere, kâr oranlarının eşitlenme eğilimi göz önünde bulundurulduğunda, kârlar organik sermaye bileşimi daha yüksek olan ülkelere akma eğilimindedir. Bugün bu ülke Çin’dir; çünkü daha fazla fabrikası, daha fazla endüstriyel robotu, kısacası her şeyden daha fazlası vardır. Çin daha verimlidir, daha yüksek bir üretkenlik oranına sahiptir ve bu nedenle çıktısını biraz daha düşük fiyata satabilir.
Ama ana FGP’lerin çoğu hâlâ ABD’ye ait.
Doğru, ana FGP’ler hâlâ ABD’nin mülkiyetinde. Ancak Çin, Huawei, ZTE, OnePlus gibi kendi markalarıyla bunların yerini almak istiyor. Bu ise zaman alacak; bir anda gerçekleşemez. Bu süreçte Çinli markalar, kâr pastasından daha büyük bir pay istiyor; çünkü kapitalistler her zaman mümkün olan en büyük dilimi ister. Organik sermaye bileşimi daha yüksek olan taraf, yaptığı yatırımlara karşılık kârların daha büyük bir kısmını talep eder.
İşte bu nedenle Çin, hem girdileri (kendi yüksek teknoloji bileşenlerini üretmek) hem de çıktıları (daha çeşitli pazarlara satış yapmak) kontrol edecek şekilde “teknolojik eğri”de yukarı çıkmaya çalışıyor. ABD ise “gülen eğri”yi savunmak için yüksek teknolojiye yatırım yapıyor ve gümrük tarifeleri uyguluyor. Ancak bu işe yaramayacak; çünkü nihayetinde güç üreticidedir. Batı çok az üretim yapıyor ve artık tamamen Çin ithalatına bağımlı hale gelmiş durumda. Batı gümrük tarifeleriyle tehdit edebilir ama sonuçta iPhone satın alabileceği başka bir yer yok. Bu yüzden, tarifelerin maliyetini üstlenecek olan Çin değil, tüketiciler olacaktır.
Dolayısıyla çatışmanın özü şudur: Çin, küresel üretimdeki rolünü yansıtacak şekilde pastadan daha büyük bir dilim istiyor; ABD ise faiz gelirinden aldığı payı korumak istiyor. Bu çelişkinin çözülmesi gerekiyor. Bu nedenle çatışma kaçınılmaz. Savaşla mı sonuçlanır? Bunu bilemem — umarım hayır. Bir dünya savaşı olacağını söylemiyorum — ABD’li analistler böyle söylüyor olsa da. Ama çatışma olacağını söylüyorum ve bunun iyi bitmeyeceğini.
Söylediklerinize bakılırsa, Çin’i emperyalist bir güç olarak tanımlayabilir miyiz? Siz daha çok “büyük güç” demeyi tercih ediyorsunuz gibi görünüyor.
Bunun nedenlerinden biri, bu meselenin son derece tartışmalı olmasıdır. Çoğu akademik dergi, Çin’e “kapitalist ekonomi” derseniz yazınızı yayımlamaz; “piyasa ekonomisi” diyebilirsiniz ama “kapitalist ekonomi” diyemezsiniz. Aynı durum, Çin’i “emperyalist güç” olarak adlandırma konusunda da geçerlidir; “büyük güç” diyebilirsiniz ama “emperyalist güç” diyemezsiniz.
Bir diğer neden, bu terimi bugün dikkatli kullanma gerekliliğidir. Rusya Ukrayna’yı işgal ettiğinde, Britanya dışişleri bakanı David Lammy hemen Rusya’yı “emperyalist güç” olarak nitelendirdi. Batı, bu terimi kendileriyle anlaşmazlığa düşen herkese hakaret olarak kullanıyor. Onlara göre herkes emperyalisttir — tabii ki Batı hariç.
Bu yüzden ben Çin’e, belirsizliği daha fazla olan “büyük güç” demeyi tercih ediyorum. Fakat mesele aslında o kadar da muğlak değil. Lenin’in emperyalizm için belirlediği beş ölçütü tek tek ele alıp Çin’in bunların hepsini karşılayıp karşılamadığını sorarsanız, cevabınız büyük ihtimalle “evet” olur.
Ayrıca, Çin ekonomisi ABD ekonomisi kadar büyük (ya da ölçüm yöntemine bağlı olarak daha büyük), dünyada en çok sayıda çok uluslu şirkete sahip ikinci ülke konumunda ve 6 trilyon ABD doları değerinde dış varlığa sahip. Çin, aynı zamanda dünyanın ikinci büyük ordusuna ve devasa bir savaş potansiyeline sahip.
Lord Nicolas Kaldor, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın savaş potansiyelini hesaplamak için bir çalışma yaptı. Ona göre, savaş potansiyeli, nüfus ile sanayi gücünün toplamına göre hesaplanabilir. ABD ile Çin’i karşılaştırırsak, ABD’de yaklaşık 15 milyon imalat işçisi varken Çin’de yaklaşık 240 milyon sanayi işçisi var. Çin yılda yaklaşık 300.000 sanayi robotu ekliyor, ABD ise yılda yaklaşık 35.000. Çin, küresel gemi inşasının yaklaşık %60’ını gerçekleştiriyor; ABD ise dünyanın gemilerinin yalnızca %0,2’sini üretiyor. Çin, gemi inşa kapasitesinin yalnızca %1’ini ordusuna ayırsa, bu, ABD’nin yapabileceğinin üç katı olur.
Savaş potansiyelini değerlendirirken bunları göz önünde bulundurmak gerekir. ABD’nin askerî gücü elbette muazzamdır. Ancak, nihayetinde, askerî gücünüzü belirleyen şey sanayi kapasitenizdir.
Rusya, küresel emperyalizm içinde nasıl bir rol oynuyor? Onu da emperyalist ya da büyük güç olarak görebilir miyiz?
Lenin’in broşüründe, Rusya zaten tipik olmayan bir büyük güçtü; çünkü tam anlamıyla gelişmiş bir kapitalist ekonomi değildi. Ancak Lenin, Rusya’nın emperyalist olduğunu ısrarla vurguluyordu; bunun nedeni büyük sanayi tekellerine sahip olması ya da finans sermayesi ihraç etmesi değil, iç kolonilere — yani başka uluslara uyguladığı baskıya — sahip olmasıydı.
Ulusal baskı, Lenin’in emperyalizm anlayışının merkezinde yer alır. Lenin’e göre Rusya, “iç imparatorluğu” ve baskı altında tuttuğu uluslar nedeniyle emperyalistti. Bugün de bunun doğru olduğunu görmek zor değil. 2001’den bu yana Rusya, Rusya Federasyonu içindeki iç kolonilerini yeniden tesis etmeye çalışıyor. Bu nedenle onu, diğer ulusları baskı altında tuttuğu için, emperyalist bir güç olarak tanımlıyorum.
Bir diğer nokta, Rusya’nın çok büyük olması ve büyüklüğün önemidir. Rusya’nın 180 milyon nüfusu ve bol miktarda doğal kaynağı var. Ukrayna savaşı sayesinde sanayi üssünü yeniden tesis etti; örneğin tank üretimi yılda 60 adetten 3000 adede çıkarmayı hedefliyor. Bu çok büyük bir genişleme. Karşılaştırmak gerekirse, Britanya yalnızca 140 adet yeni Challenger 3 tankı satın almayı planlıyor. Jet savaş uçaklarında da durum benzer. Dolayısıyla Rusya, sanayi kapasitesi ve üretim açısından belirgin bir gelişme yaşadı.
Buna, Rusya’nın tarihinden gelen bir avantajı ekleyebiliriz: devlet sanayi politikasından çekinmemesi. Britanya ve ABD, genellikle yarım yamalak devlet sanayi politikalarına sahip olmuştur — bir strateji isterler ama uygulamayı özel sektöre bırakırlar. Rusya ve Çin ise devlet işletmelerine sahip olmaktan kaçınmaz. Bu nedenle, Rusya’da sanayi politikası Batı’ya kıyasla çok daha aktiftir.
Batı ile Rusya arasındaki yoğun çatışmayı nasıl açıklıyorsunuz?
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya bir piyasa ekonomisi çıktı. Batılı bankalar ve petrol şirketleri bu pazara akın etti; yalnızca büyük bölümlerini satın almak değil, nihayetinde kontrol etmek istiyorlardı. Putin, 2000 yılında iktidara geldiğinde, Rusya’nın ulusal bağımsızlığını yeniden tesis edeceğini söyleyerek buna temelde son verdi. Bunu, bazı petrol ve gaz şirketlerini kamulaştırarak ve Batı yanlısı bazı oligarkları tasfiye ederek yaptı. Ayrıca, eski Rus imparatorluğunun etki alanını yeniden kurmak için birkaç yerel savaşa girişti.
Başlangıçta, Rusya’nın Batı ile bağları azalsa da hâlâ güçlüydü. Ancak çatışma süreci 2014’ten sonra hızlandı; o dönemde Rusya bir para birimi krizi yaşadı. Rusya, bazı Batı tahvillerinin ödemesini bastığı rublelerle yapmak istedi — yani esasen parasal genişleme. Bu, Batı’nın 2008 mali krizine karşı yaptığı bir şeydi, ancak Batı, Rusya’nın yapmasına karşı çıktı. Batılı bankalar Rusya’dan çekildi ve rublede büyük bir değer kaybı yaşandı.
Buna rağmen Rusya ekonomisi çökmedi; aksine Batı’dan daha da uzaklaştı. Bugün, özellikle Ukrayna savaşı sonrasında, Rusya’da neredeyse hiç Batı yatırımı yok. Peki Rusya nereye yöneldi? Gidebileceği tek yere: Çin’e.
Önemli olan şu: Çin bugün ülkelere Batı’ya alternatif bir seçenek sunuyor. Batı, Rusya’nın petrol ve gazını almazsa Çin alıyor. Aynı şey, petrolünü Çin’e satarak yaptırımları aşan İran için de geçerli. Hatta, geleneksel olarak ABD’nin müttefiki olan Suudi Arabistan bile artık bölünmüş sadakatlere sahip; ABD’ye sattığının iki katı kadar petrolü Çin’e ihraç ediyor. Ayrıca, Çin, İran ile Suudi Arabistan arasındaki barış anlaşmasına aracılık etti ve bu anlaşma Pekin’de imzalandı.
Artık ülkelerin Batı’ya bir alternatifi var. Çin bunu istese de istemese de bu bir alternatif. Ve bu, ABD’nin gücünü zayıflatan nesnel bir değişimdir. Elbette Çin bunu istiyor; ama istemese de fark etmezdi.
Çin ve Rusya hakkındaki söylediklerinizi ve ortaya çıkan “çok kutuplu dünya” söylemini dikkate alırsak, BRICS gibi girişimlere sol nasıl yaklaşmalı? Bunlar, Küresel Güney ülkeleri için ilerici veya anti-emperyalist bir alternatif sunuyor mu?
Evet, çok kutuplu bir dünyadayız ve BRICS bir alternatif — ancak bu, bizim alternatifimiz değil. Temelde bu, dünyanın önemli bir yeniden paylaşımıdır. Önemini küçümsememeliyiz: Bu süreç, önümüzdeki dönemde uluslararası ilişkileri tanımlayacak. Ama kesinlikle sosyalizme yol açmayacak.
Solun ve işçi sınıfının küreselleşme karşısındaki toplumsal sonuçlarla yüzleşmesi gerekir. Solun ve işçi sınıfının gerilemesinin — ve bunun ekonomik köklerinin — temeli küreselleşmedir. Kapitalist üretim tarzı yüzlerce yıldır varlığını sürdürüyor ve bu süreçte neredeyse hiçbir şeyin olmadığı dönemler oldu — ne yazık ki biz, böyle bir dönemde yaşıyoruz.
Bunun toplumsal bir açıklaması olmalı. Sadece solun öznel yetersizliklerine işaret etmek yeterli değil. Bu, son 30 yıldaki derin marjinalleşmeyi açıklamaz. Toplumsal açıklama, küreselleşmedir.
Küreselleşme konusunda dürüst olmalıyız. Bu dönemi toplumsal çalkantı ya da kâr oranlarının düştüğü bir kriz dönemi gibi göstermenin anlamı yok. Aslında hem kârların hem de yaşam standartlarının yükseldiği, kapitalizm için büyük bir genişleme dönemiydi. Aksi hâlde, neden grevlerin, devrimlerin, kitlesel ayaklanmaların olmadığını — en azından 1970’lerle kıyaslandığında, Portekiz, İran ve Nikaragua devrimlerinin, ABD’nin Vietnam’da yenilgisinin ve Britanya’daki madenci grevlerinin yaşandığı bir dönemle karşılaştırıldığında — açıklayamazsınız.
Bugün sınıf mücadelesi çok düşük, sınıf bilinci çok düşük. Lenin, Ne Yapmalı? adlı broşüründe sendikal bilinci sosyalist bilince dönüştürmek gerektiğini söylemişti. Ama bugün elimizde sendikal bilinç bile yok. Ve bunu sihirli bir değnekle ortaya çıkaramazsınız. Eskiden çıkarabileceğimizi düşünürdüm ama ne yazık ki durum böyle değil.
Ne öznel faktör ne de nesnel faktör mevcut. Neden? Kapitalizm tüm çelişkilerini çözdü mü? Bir bakıma evet — en azından bir süreliğine. Küreselleşme, insanların sistem içinde kendilerine yer bulabildikleri, sınıf mücadelesinin ve solun neredeyse ortadan kalktığı, son derece dinamik bir kapitalist büyüme dönemi yarattı.
Elbette hâlâ kapitalizm var. Sistem çok eşitsiz, baskı hâlâ mevcut. Ama henüz sisteme yönelik toplumsal bir karşı çıkış yok. Bugün Çin, BRICS vb. ile yaşanan şey, bizim alternatifimiz değil; bu, dünyanın kapitalist yeniden paylaşımıdır ve kesinlikle sosyalist bir alternatif olamaz.
Kitabınızda yeni bir kriz dönemine girdiğimizi söylüyorsunuz, ancak “kapitalizmin krizi” ile “kapitalizm için kriz” arasında ayrım yapıyorsunuz. Bundan neyi kastediyorsunuz?
Önümüzdeki dönemde savaşlar daha çözümsüz ve vahşi hâle gelecek. Gazze’ye bakın: Her gün insanları katlediyorlar ve artık bir hastaneyi “yanlışlıkla” bombaladıklarını bile iddia etmiyorlar. Çin ile ABD arasındaki çelişki de derinleşecek. ABD, sanayi tabanını kaybettiği için artık geleneksel ekonomik araçları kullanamıyor; bu nedenle gücünü korumak için devasa ekonomik olmayan araçlarını devreye sokacak. Enflasyon göreceğiz; bu, insanların yaşam standartlarına yönelik bir saldırıdır. IMF bile bunu fark etmiş durumda ve ücret mücadelelerini yeniden tetikleyebileceğinden endişeleniyor.
Bu tür süreçleri aşırı basitleştirmemek gerekir; dileklerinizi gerçekmiş gibi görme tuzağına düşmek kolaydır. Ama bence bunlar yaşanacak. Bu, sınıf mücadelesi için nesnel koşulları — ve onunla birlikte öznel koşulları da — yeniden yaratacaktır. Çok şematik olmamak lazım, ancak önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesi koşullarının yeniden oluşacağını düşünüyorum. Şimdiden bir değişim işareti var. Henüz toplumsal bir kriz yok ama artan hoşnutsuzluk var: İnsanlar bıkmış durumda, gelecek görmüyorlar. Bu önemlidir, fakat henüz toplumsal bir çatışma olarak ifade bulmadı.
Bu nedenle “kapitalizm için kriz” ile “kapitalizmin krizi” arasında ayrım yapıyorum. Kapitalizm için krizler, sistemi tehdit etmez. Örneğin, düzenli olarak yaşanan finansal krizler — en belirgini 2008 mali çöküşü — sistem tarafından atlatıldı. Bu krizler, kapitalist düzenin bütün olarak varlığını tehdit etmedi ve en azından genişletilmiş yeniden üretimi sürdürecek ölçüde çözüldü.
Kapitalizm için tek gerçek kriz, kapitalizmin krizidir — yani kapitalist düzeni ortadan kaldırabilecek toplumsal bir meydan okumadır. Bu henüz mevcut değil. Ancak küreselleşmenin uzun dalgasının sona ermesiyle birlikte, kapitalizm için birçok kriz gündeme geliyor: ticaret ve askerî savaşlar, iklim değişikliği, göç, çevresel yıkım. Bunlar, toplumsal çatışma koşullarını yeniden yarattıkça, kapitalizmin krizine dönüşebilir. Kesin olan şu ki, bu krizler sosyalistler için fırsatlar yaratacaktır.