Vusûlsüzlüğümüz Usûlsüzlüğümüzdendir
Usûl kelimesi Arapçada asıl kelimesinin çoğuludur: asıllar, kökler, atalar, ilkeler… Dolayısıyla bir şeyin usûlü onun köklerini incelemek demektir. Usûl – esas ilişkisi sadece hukuki bir hiyerarşiyi ifade etmez. Bir işin aslını pas geçerek doğrudan içine dalamayacağımıza dair bir çerçeve sunar. Mecelle’de veciz bir şekilde ifade edilen ve günümüzde de cari hukukun en temel ilkesi olan “usûl esasa mukaddemdir” ilkesi hukuki bir sorunun kendisini incelemeden önce sorunun ortaya konuş şeklini masaya yatırmayı zorunlu kılar. Haklı bir davanız olabilir ama davanızı İstanbul yerine Ankara mahkemelerinde açarsanız davanız usulden reddedilir. Ankara’daki mahkeme “dur bakalım acaba bu adam haklı mı” demez, önce bu davanın açılış şekli münasip mi, usûl doğru mu diye kontrol eder. Değilse esasa girmeden davayı usulden reddeder. Bu, kamu düzenini korumak ve karmaşaları ortadan kaldırmak için elzemdir. Ayrıca adalette belirli standartların oluşması ve objektif adalete yaklaşabilmek için de bu şekil şartlar gereklidir. Modern bilim de kendisini geçmişten ayrıştırırken en büyük vurguyu metodolojisine yani usûlüne yapar. Modern hukuktan da modern bilimden de çok daha evvel usulü detaylı bir şekilde ön plana çıkaran İslami ilimlerdir. Medreselerde bin yıldan fazla bir zamandır Fıkıh’la beraber Fıkıh Usûlü, Tefsir ile birlikte Tefsir Usûlü, Hadis ile birlik Hadis Usûlü okutulur. Bilebildiğimiz insanlık tarihinde yöntembilimin bu kadar detaylandırıldığı, disipline edildiği daha erken bir örnek olmadığı gibi sonrasında da Batı’nın benzer bir yöntembilim vurgusu kazanması yüzyıllar sürmüştür.
Bu yazıda metodoloji ve usûl kavramlarını birbirinin yerine kullanmış olsam da kavramların tarihsel bagajları farklı nüanslar ihtiva eder. Latince kökenli metodoloji daha ziyade modern bilim bağlamında detaylandırılmış bir kavramdır. Dolayısıyla gayri ihtiyari bir şekilde ampirik yöntemleri daha fazla ima eder. Usûl ise Arapça kökenlidir ve İslami İlimler çerçevesinde detaylanmış bir kavramdır. Dolayısıyla usûlde mantık ve dil daha önemli bir yer tutar. Pragmatik bir şekilde tüm bu detayları ihata eden eşanlamlı kavramlarmış gibi kullanmaya devam edeceğim.
Usûl ilkelere dairdir, usulsüz esasa odaklanmak ise sonuçlarla ilgilidir. Buradan ahlak ekollerine de projeksiyon yapılabilir. Bir terör örgütünü tasfiye etmek sonucuna varmak için usûlleri çiğneyebilir miyiz? Bir kötüyü (terör) ortadan kaldırmak için daha az kötü bir şey (usûllerin etrafından dolanmak) tercih edilebilir mi? ‘Kötü’ler arasında bir hiyerarşi kurup optimizasyon mu yapacağız yoksa neticeye bakmadan tüm kötülerden sakınmaya mı çalışacağız? Usûlüne uygun gerçekleştirilen bir yolsuzluk soruşturması, oluşturduğu neticenin hoşumuza gitmemesiyle veya usûlleri işletenlerin bu konuda çifte standart uyguladığına kanaat getirmemizle itiraz edilebilir hale gelebilir mi? İstisnalarımızın bile bir usûlü olmak durumunda.
Günümüzde de ne zaman hukuk, din, tıp ve sair konularda popüler bir tartışma kopsa, biteviye didişip duranların çoğunun bir yere varamamasındaki en büyük problemin usûlsüzlük olduğu göze çarpıyor. ‘Usûl’de anlaşamayanların bunu tespit ve teslim etmeden esasa dair bir detay üzerinde havanda su dövmeyi tercih ettikleri görülüyor. Birisi ortaya çıkıp “su içmek orucu bozmaz, bu yanlış biliniyor” derse peşi sıra kopan tartışmalar müddeinin iddiasına ulaştığı usûlü masaya yatırmadığı sürece bir sonuca varmaktan uzak ve sinir bozucu bir cedele dönüşüyor. Usûl günlük hayatta da lazım.
Müreffeh batı toplumlarında en göze batan şeylerden bir tanesi sosyal hayatın, iş hayatının, öğrenciliğin yönetmeliklerle, yönergelerle, teamüllerle çok detaylı bir şekilde düzenlenmiş oluşu. Hatta o kadar çok kural geliştirmişler ki bazen bu görevleri takip etmek insanı makul neticelerden büsbütün uzaklaştıran, mekanikleştiren, acil durumlarda inisiyatif kullanmaktan imtina etmesine neden olan, özne olmaktan büsbütün çıkarıp biraz alıklaştıran bir hal göze çarpıyor. Bu işin bir orta yolu yok mu?
Aslında yazının başında bahsedilenden büsbütün farklı bir olgu söz konusu burada. Bilgi üretiminde yöntembilim (ister mantık ağırlıklı, ister rivayet ağırlıklı, ister ampirik, ister Foucaultcu) zorunluluğu ile toplumsal hayattaki yöntem (hukuk/bürokrasi) ihtiyacı farklı dinamikler içerir. Toplumsal bir arada oluş bir hukuk tesis edilmesini zorunlu kılar ama batılı anlamda bir bürokrasi ancak Weberci bir perspektifte zorunlu olabilir. Kapitalist üretim ihtiyaçlarıyla paralel bir şekilde; indirgemeci uzmanlaşma ile birbirinden kopmuş, yaptığı işe yabancılaşmış ve aşırı bürokratikleşmiş bireylerin döndürdüğü çarklarla koca birer makineye dönen ülkeler modern dünyanın normu olmuş durumda. Böyle bir toplumda vatandaşlık görevleri usûlden ziyade esasa taalluk ediyor. Bu durumda sistematik bir şekilde ıskalanan ahlak yazının başlığındaki usûlle daha iyi örtüşüyor.
Menzile varamayışımız usûlsüzlüğümüzden. En az iki yüzyıldır düşünürlerimizin hatırı sayılır bir kısmı batının bilgi üretimindeki pozitif bilimsel metodolojisini ve toplumsal yapıdaki Weberci bürokratikleşme yöntemlerini (daha geç teorik hale gelmiş olsa da) kopyalamayı tek çıkar yol olarak görmüştür. Bu süre zarfında batıda Marx, Kuhn, Foucault gibi düşünürler bu modern taslağı gediklerini yamamak için iğdiş ederken biz ne ‘aydın’larımızın hayaline ne de bu gelişmelere ayak uydurabildik; sanki tek kabahat kadim usûllerimizdeymiş gibi onları da mahkûm edip büsbütün usûlsüz kaldık.