‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ Ve Arabeskçiler
“Arabeskin” dört kurucu öznesinden birisi olarak (Benim kanaatime göre bu isimler Orhan Gencebay, Hakkı Bulut, Ferdi Tayfur ve Müslüm Gürses’tir. Bu meseleyi başka bir yazıda tartışmak gerekli) Ferdi Tayfur’un vefatı ardından Türkiye yoğun biçimde yeniden bu müzik türü ile karşı karşıya kaldı. Tek Parti sonrası toplum üzerindeki “mühendislik” anlayışına mesafeli duran Demokrat Parti’nin ekonomik ve sosyal politikaları sayesinde özellikle taşra eşrafının geçmiş on yıllara nazaran belli bir sermayeye ulaşması (ya da DP’nin merkeze ait ekonomik pastayı bu toplumsal katmanla paylaşıma açması) ile birlikte -başta Adana olmak üzere- kimi istasyon kentlerde ve tabi ki devamında İstanbul, Ankara ve İzmir’de eğlence mekanlarındaki müzik ve müşteri profilinin hızla değiştiğini görürüz.
Neden Adana’yı örnek verdim, çünkü tarım makinelerinin kırsala girmesi ile beraber pamuk ekimi ve üretiminde ciddi artışlar oldu ve bu doğal olarak sermaye birikimine kapı araladı. Sermaye ile eğlence hayatı arasındaki ilişki ise malum. Tek Parti döneminde mesela gazino müşterileri ağırlıklı olarak sivil ve askeri bürokrasinin elitleri iken DP ile bu profil değişmiş ve taşra eşrafı artık bu eğlence hayatının ağırlıklı belirleyicisi olmuştur. Bu değişimin sadece gazino gibi sivil alanda değil bizatihi radyoda da şekillendiğini söylemek gerekli. Rahmetli Aydın Menderes “Babam ve Ben” kitabında mesela DP’nin gelişiyle 1950 sonrası radyoya “incesaz”ın, Klasik Türk Müziğinin ve halk türkülerinin yayın saatlerinin arttığından bahseder (s.96).
Dolayısı ile arabeskin arkeolojik kazısına yöneldiğimizde özellikle 1950 sonrası ekonomik ve sosyal politikaların etkisini bariz biçimde görürüz. Tabi merkez elitlerin bu müzik türüne yönelik olarak çok uzun yıllar kaba bir tavır içinde bulundukları herkesin bildiği bir vakıa. Özellikle arabeski icra edenlerin kültürel anlamda donanımsız özneler oldukları ve dinleyicisinin toplumun en geri katmanları biçiminde halkalandığına ilişkin sayısız ötekileştirici ifade bulmak mümkün.
Arabeskçilerin Kültürel Donanımsız Oldukları İddiası
Oysa gerçeğin hiç de öyle olmadığını söylemek gerekli. Bunu Ferdi Tayfur üzerinden açıklamak isterim ama öncelikle diğer kurucu isimlerin bu mesele bağlamındaki konumundan da bahsetmek iyi olur. Meral Özbek’in “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski” kitabında Gencebay ile gerçekleştirilmiş çok önemli bir söyleşi var. Söyleşide Gencebay’ın kültürel derinliğini çok bariz biçimde fark ediyorsunuz. Konunun geldiği yerde mikrobiyolojiden psikolojiye değin birçok disipline yönelik zemin bilgilerinin varlığı aşikar ama bence en önemlisi sosyolojik bir bakış aralığından hareketle günümüz müziğini ortaya çıkaran insan öyküsünün değiştiğine dair tespiti çok kıymetli. Orada “Asıl değişen köyden kente olayı değildir, asıl değişen insanın kendisidir, insanın duyumlarıdır, alışkanlıklarıdır” der (s.232). Müzik sosyolojisi çalışanlar için bu tespitin formel ve tematik farklılaşmayı anlamayı kolaylaştırdığı tartışma götürmez. Gencebay bu bilgiye sahip bir bakış açısı ile 1960’ların ortalarından itibaren Türk insanının maruz kaldığı modernleşme pratiği karşısında zaman kavramı başta olmak üzere yeni durumlar yaşadığını ve bu yeni durumları açıklayacak yeni müzik üretiminin zorunluluğunu işaret ediyor aslında. Türkiye’de öncelikle arabesk müzik olmak üzere toplumsal değişim ve bu değişimin sesinin karşılık bulacağı müziğin üretilmesi gerekliliğini çok uzun yıllar “merkezi entelektüel akıl” anlamak yerine suçladı maalesef.
Bununla beraber arabesk ile Anadolu Pop’un ortaya çıkışının senkronik olarak aynı zaman diliminde şekillenmelerine rağmen şahsen ben Gencebay’ın başından itibaren ne yaptığını bildiğini, Türk müziğine hangi tarihsel müdahalenin gerçekleştirilmesi gerektiğine dair fikirleri bulunduğunu düşünüyorum. Oysa Anadolu Popçuların buna karşın adeta el yordamıyla ilerlediklerini söyleyebiliriz.
Hakkı Bulut ise Öğretmen Okulu mezunu ve yıllarca öğrenci/insan yetiştirmiş bir isim. 1960’ların ikinci yarısı ve 70’lerin başında öğretmen okulu mezunu bir insan için çok tabi biçimde Türkiye ortalamasına hitabeden “aydın” tanımını getirmek mümkün. Müslüm Gürses’in söyleşilerine ya da televizyon programlarına yansıyan kısa cümlelerine baktığımızda ise Anadolu’nun bin yıllık irfan geleneğinin yansımalarını çok açık biçimde görebiliyoruz. Tevazu, empati, dünya ağrısı karşısında metanet sahibi olan, hayatın birçok imtihanından geçtikten sonra söylenecek naif cümleyi etrafından esirgemeyen bilgece bir üslup taşıyan Gürses için kültürel donanımsızlıktan bahsetmek ancak kötücül bir niyetle açıklanabilir.
“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni Okuyan Ferdi Tayfur
Bütün bu kurucu özneler arasında ise Ferdi Tayfur bir yönü ile çok daha başka mevziyi inşa eden bir sanatçı. Hiçbir örgün eğitim tedrisatından geçmemesine rağmen Tayfur’un hususen okumaya ilişkin ilgisi zaman zaman farklı söyleşilerinde vurgulanan bir mesele. Hatta 1980’lerin önemli müzik dergisi Müzik Magazin’in 1987 yılındaki Nisan ayı sayısında mesela “İçimde Bir His Var” albümünün çıkışı ile ilgili gerçekleştirilen söyleşide Milan Kundera tarafından 1982 yılında yazılan ve kadın-erkek ilişkileri, siyasal otorite, aile, varoluşçuluk temaları üzerinden 1968 Prag Baharı sonrası Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgalini ana zemin olarak ele alan “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni okuduğunu öğreniyoruz(s.6). Bu bilginin artistik bir ifade olmadığını -ki Tayfur bu yapmacık mizaca sahip bir isim değil-, bahsi geçen okuma pratiğinin Kundera ile sınırlı kalmayıp çok daha derinleştiğini onun 2000 sonrası birer birer çıkmaya başlayan anlatı-romanları ile anlıyoruz. 2003 yılındaki ilk metni “Şekerci Çırağı”nı takip eden “Yağmur Durunca” (2008), “Bir Zamanlar Ağaçtım” (2013) ve “Paraşütteki Çocuk” (2017) işte uzun yıllar kültürel açıdan donanımsız olduğu iddia edilen(!) arabeskçilerden birisinin yazmak gibi üst bir eylemle nasıl ontolojik ilişki kurduğunu işaret eden manidar bir gösterge.
TRT Ankara’nın Çoksesli Korosunu Kuran İsimden Müzik Dersleri Alıyor
Son olarak şu bilgiyi de eklemekte yarar var. Ferdi Tayfur 1967 yılında Ankara’da Meclis Bando takımında askerliğini yapıyor ve bir söyleşisinden öğrendiğimize göre yedek subay komutanı Muammer Sun. TRT Ankara’nın Çoksesli Korosunun kurucusu, devletin akredite bir müzik adamı olan Sun’dan nota ve solfej dersleri alıyor o sırada Tayfur. Müziğe ilişkin “donanımını” artırmaya, öğrenmeye dair gayreti bununla da sınırlı değil Ankara yıllarında. Yine söyleşiden aktardığı bilgiye göre sesi Muammer Sun tarafından beğenilen Tayfur, radyonun stajyer sanatçılara yönelik eğitimine de katılıyor.
Bu bilgi şu açıdan mühim. Arabeskçiler için “kültürel bakımdan donanımsızlık” suçlamasının alt başlığında hiç kuşkusuz müzik eğitimlerine dair yoksunluğun kastedildiği tartışma götürmez. Ama gördüğümüz gibi Ferdi Tayfur bu işlere başladığı andan itibaren çok önemli bir hocada müzik dersleri alıyor.
Dolayısı ile hem Tayfur’un bestelerinin, hem diğer kurucu öznelerin ürettiği şarkılarının toplumun geniş kesimlerinde karşılık bulması sadece kuru bir ilhamla açıklanabilecek bir meselenin ötesinde, müzik bilgisine sahip “donanıma” sahip olmalarıyla da ilgilidir.