Ünlü Cübbenin İçindeki Kant
İkinci Dünya Savaşı sırasında bombardıman uçaklarının düşman ateşi karşısındaki kayıplarının nasıl en aza indirilebileceği ciddi bir mesele halini almıştı. Zira dönemin havacılık ve savaş sanayi henüz emekleme aşamasındaydı ve alçaktan uçan savaş uçaklarının uçaksavar ateşiyle ya da düşman avcı uçaklarının makineli tüfek ateşiyle vurulup düşmeleri oldukça büyük bir problemdi. İngiliz kurmaylarının dikkatini isabet aldığı halde üsse geri dönebilen uçaklar çekti. Bu uçaklarda kanatlar ve kuyruklarda yoğunlaşan kurşun delikleri göze çarpmaktaydı. Amerikan ordusu kurmayları acil bir çözüm olarak uçakların sık isabet aldıkları bölümlerin yani kanat ve kuyruk kısımlarının zırhla kaplanması önerisinde bulundu. Zira uçakların tamamının zırhla kaplanması aerodinamik açısından imkânsız olsa da kısmi bir zırh giydirme işlemi mümkündü. Böylece uçağın çok sık isabet alan kısımları koruma altına alınmış olacak ve hayatta kalma şansları artacaktı.
İlk bakışta makul görünen bu çözüm önerisi aslında hayatta kalma yanılgısı olarak adlandırılacak ‘seçim yanlılığı’ diye adlandırılan mantık hatalarının en meşhur örneklerinden biri. Problemi ilk fark eden isim istatistikçi Abraham Wald oldu. Wald’ın da bir parçası olduğu Columbia Üniversitesi İstatistiksel Araştırma Grubu (SRG), görevden dönen uçakların aldığı hasarı tekrar incelemiş ve en az hasar gören bölgelere zırh eklenmesini önermişti. Zira geri dönen uçaklardaki kurşun delikleri, bir bombardıman uçağının hasar alabileceği ve yine de üsse güvenli bir şekilde dönebilecek kadar iyi uçabileceği alanları temsil etmekteydi. Dolayısıyla aslında zırhlanmaları gerekmeyen bölgeler onlardı. Bu nedenle Wald, ABD Donanması’nın geri dönen uçakların zarar görmeyen bölgelerini (kokpit ve motorlar) takviye etmesini önermişti.
Türkiye’de özellikle bir takım dini çevrelerce mahzurlu kabul edilen alanların başında felsefe ve felsefi ilimler geliyor. Bu yaklaşıma göre imam hatip liseleri ve bahusus ilahiyat fakülteleri bünyelerindeki felsefî ilimler ve sosyal bilimler tedrisatı nedeniyle din mütehassısı ve seküler din uzmanları yetiştirmektedir. Konuyu bir adım daha öteye götüren bu çevrelere göre söz konusu fakültelere biçilen rol esasen âlim değil, dinde sapkın görüşler icat edecek, bunları terviç ve tedris edecek zevâtın yetiştirilmesidir. Dolayısıyla bu tür bir yaklaşıma göre ilahiyat imanını korumayı başararak gelen ‘temiz’ dimağlar buradan kirlenerek ve bid‘at ürünü olan bir takım fikirleri benimseyerek bu kurumlardan ayrılmaktadırlar.
Mezkûr yaklaşımda dikkati çeken iki unsur var: ilki dini ve felsefi bilgi arasında kurulan kesin ve keskin ayırım. Buna göre din ve felsefe doğası itibariyle bir araya gelmesi mümkün olmayan iki ayrı mecrayı ifade etmektedir. Din bir bağlanma, gönül ve nasip meselesidir, felsefe ise büyük oranda sorgulama ve eleştiri demektir. Diğer bir deyişle iman kalbin ameli, felsefe aklın amelidir. Bir şey bilginin konusu olduğunda artık inanmanın konusu olmaktan doğal olarak çıkar. Aynı şekilde imanın ve dinin konusu olan hususlar da aklın ve felsefi bilginin konusu olamazlar. Dolayısıyla aklı imânî meselelere karıştırmak hem imanın saflığını bozacak hem de dinde yeri olmayan bir takım sapkın ilkelere kapı aralayacaktır. Bu tavrın en dikkat çekici yönü, son derece keskin ayrımlarla aklî bilgi ve imanı birbirinden ayırması, aklî bilgiyi ve imanı birbirinin karşısına koymasıdır. Böylece akli bilginin konusu olan herhangi bir ilkenin iman ile ve din ile ilişkilendirilmesi mümkün olmadığı gibi imânın aklen gerekçelendirilmesi ve akli bilgiyle bir arada düşünülmesi son derece mahzurludur.
Peki bu tavrın kaynağı ve dayandığı teorik çerçevenin kaynağı nedir? Çok kestirme bir yoldan ifade etmek gerekirse bu yaklaşım tam olarak modern döneme damgasını vuran Kant’çı bilgi ve iman anlayışının benimsenmesinin zorunlu bir sonucudur: Kant’a göre “safakılın” insana eşyanın hakikatini vermesi mümkün değildir. Zira akıl, kusurlu bir bilgi kaynağıdır ve sadece zâhiri (fenomen) bize bildirebilir, eşyanın kendinde durumunu ve hakiki mahiyetini değil. Bu yönüyle saf akıl ne yaratıcının marifetine ne eşyanın hakikatinene de varlığın ilkelerine dair doğruluk iddiasında bulunabilir. Zira gerek aklın gerekse müdrikenin faaliyetleri dolayısıyla âlem bize ancak zaman, nedensellik, mekân gibi temelbazı “filtreler” içerisinden görülür. Bu yüzden biz eşyayı olduğu gibi pasif biçimde “almayı”değil, aktif bir biçimde onun kuruluşuna katılmayı başarabiliriz. Bu da eşyanın hakikatini ve mahiyetini bilmeye manidir. Geçmişte bu yolda yapılan tüm çabalar başarısız olmuştur ve saf aklın ve idrak yetilerinin yardımıyla felsefe yapmak, metafizik kurmak ham bir hayal, bir yanılgıdır.
“Metafizikle bu dünyanın bilgisinden hareket ederek yaratıcı kavramına ve emin çıkarımlarla Tanrı’nın varoluşunun kanıtına ulaşmak ise olanaksızdır”.
Öte yandan, Kant için kabaca bilgi, bir açıdan bakıldığında deney ve gözlemle kısmen kurulan, kısmen elde edilen “verilerin” belirli bir zaman ve mekân içinde, nedensellik bağıyla kavranılmasıdır. Bu şekilde elde edilen bilgi hiçbir şekilde metafizik yapmak için kullanılamaz. Zira Tanrı ve ruh, bu tür bir bilginin konusu olamaz, fenomenlere (eşyanın zâhirine) dair bilgi numeni (nihai hakikati) anlamak ve ispat etmek için kullanılamaz. Dolayısıyla ne kozmolojik delil, en ontolojik delil bir olan yaratıcının, Allah’ın varlığını ispat edemez. Hiçbir bilimsel veri veya metafizik akıl yürütme bize Hakk’ın varlığına ve birliğine dair sahih bilgi veremez. Hakikate dair bilgi saf akıl için mümkün olmadığında imana alan açmak için bilgiyi inkâr dışında bir yol kalmaz. Zira artık iman (kesinlik içermesi gereken bilgi) felsefi kuruntular üzerine kurulamaz ve akıl da kendisine tahsis edilmiş alanı aşarak iman sahasına giremez. Dolayısıyla akıl ve iman; bilgi ve din kesin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu yönüyle dini bilgi ve dini doğruluk iddiası Kanta göre saf akli bilgi ile ilişkilendirilemez. Bu uğurdaki tüm çabalar da çatışkılarla ve çelişkilerle sonuçlanacaktır.
Yukarıdaki çerçevenin bu kadar tanıdık geliyor oluşu, hepimizi tedirgin etmelidir. Zira eşyanın hakikatinin bilgisinin aklen mümkün olmadığına ve âlemin yaratıcısının ispatına giden teorik tüm delillerin ve bilginin imkânsız oluşuna yönelik vurgu, bir ‘dini cinnet’ halini ifade ediyor. Aklın mahiyetini ve işlevlerini neredeyse tam olarak Kant’ın anladığı gibi kavramak ve imana alan açabilmek için bilgiyi inkâr etmek en nihayetinde bir savrulma ve travmatik bir hal. Bu travma söz konusu epistemik ve dini yapıların dışına çıkıldığı anda kendisini hemen hissettirmekte ve inançlı bireyleri bir çatışmaya ve ikileme süreklemektedir: Ya aklî bilginin sıhhatini ve hakikatin keşfinin aklen imkanını kabul etmek ya da her türden akli faaliyetin nihai otoritesini ve meşruiyetini inkarda berdevam olmak. Bu tür bir çatışkı ve çelişki hali uzun vadede kaçınılmaz olarak travmalara ve cinnet haline götürmektedir. Birey nihayetinde ya aklın sürekli bir yanılsama içinde olduğunu kabule ya da aklın biricik otoritesinin teslimiyeti sonucunda dinin bilgiyle ilişkili olmadığına ve bir yanılsamadan ibaret olduğuna kail olmaktadır. Yanlış usullerin ve vehimlerin ürünü olan bu ikileme yönenilmesi en temelde modern akıl ve bilgi anlayışını mutlak kabul etmek ve (bilerek veya bilmeyerek) Kant’çı bir çerçevenin içine düşmekten kaynaklanmaktadır. Sonuç çoğu durumda gündelik yaşamın ve bilgi anlayışının her noktasında kendisini dikte eden, her türlü entelektüel tedhiş imkânını elde tutan modernitenin galibiyeti ve ‘saf imanın’ mağlubiyeti şeklindedir. Zira din ve akıl, bilgi ve vahiy arasındaki bu tür keskin bir ayırımın ve gerilimin kaçınılmaz neticesi, dinin hakikatini inkâr (veya en azından çok sınırlı bir alana itme) ve modern akıl ve bilgi anlayışını mutlaklaştırmakla neticelenecektir.
En başta belirttiğimiz seçim yanlılığı ve hayatta kalma yanılgısı bu meselede de geçerli. Bir takım dini yapıların öngördüğü akıl ve din anlayışı bireyleri zorunlu olarak din veya akıl lehinde bir tercihe zorlamaktadır. Söz konusu yapılardan ve cemaatlerden İlahiyat eğitimine gelen bireyler burada deist ve ateist olmadılar, bu bireyler ancak söz konusu yapıların dışına çıktıklarında daha önce aldıkları eğitimin neticesi olarak içine düştükleri din ve akıl çelişkisinin deizme ve ateizme götürdüğüne dair durumlarını ifade etme imkânı buldular. Daha da önemlisi, ilahiyat fakülteleri söz konusu cemaat ve yapıların yetiştirdiği deist ve ateistlerin yeniden imân ve dini doğruluk (Ehl-i Sünnet) çizgisine getirildikleri akli ve manevi bir sığınak hüviyetinde. Doğru bir akıl ve bilgi anlayışıyla bireylerde oluşan vehmî çatışkılar çözüldüğü ve hakikate yaklaştırıldıkları ölçüde dini açıdan sahih bir noktaya ve korunaklı (takva) alanına geçildiğini söylemek mümkün.
İçeride kalanların ne durumda olduğunu, mevhum din akıl çatışkısında hangi yöne gideceklerini ve hangilerinin imânî olarak ‘hayatta kaldıklarını’ henüz bilme şansımız yok. Üstelik bu yüzleşme ileri yaşlarda gerçekleştiği ve modernite ile geç ‘tanışıldığı’, Kantçı bilgi ve iman anlayışına dayanan tedrisat tekerrüs ettiği ölçüde durumun vahameti artmaktadır. Nitekim ileri yaşlarda modernitenin pençesine düşen, modern tedhişçi bilgi anlayışının ve Kant’çı şemanın ürünü entelektüel yapının unsurlarına maruz kalan söz konusu oluşumların kimi ‘kıdemli’ figürleri için çatışkı dramatik bir biçimde din ve vahiy aleyhine tercihler hatta bu konuda tefrite varan cinnet halleriyle bitiyor.
Bu tavrın Ehl-i Sünnet adına, İslam’ı felsefi bidatlerden ve sapkın anlayışlardan koruma kisvesiyle yapılması ise ayrı bir talihsizlik ve garabet. Zira ne Ehl-i Sünnet’in tarihsel birikimi buna müsaade etmekte ne de böyle bir seyri mümkün kılmaktadır. Bu durumun daha ayrıntılı olarak ele alınması ve Ehl-i Sünnet çizgisinin aklî felsefi dini birikiminin mahiyetinin ortaya konması bir zorunluluk. Bu tür bir araştırma aslında din ve akıl çatışmasının, felsefî aklî ilimler aleyhinde şekillenen katı imancı, Kant’çı çizginin modern bir bidat olduğunu ve söz konusu çevrelerin ise nevzuhur bir takım ‘bidatçi’ fırkalar olduğunu ortaya koyacaktır. Zira bir yandan Kant’çı bir zihinle dini ilimler tedris etmek diğer yandan da Ehl-i Sünnete mensubiyet iddia etmek son iki asrın en şeni dini bidatidir.