Umuda İmkân Aramak

Umuda İmkân Aramak[1]

Ben önceleri tuhaf, anlaşılması zor bir dünyada yaşadığımıza inanır; o nedenle daha anlamaya yönelik, hayli teorik yazılar yazmaya çalışırdım. Yaşlandıkça kendimi daha huzurlu ve huzurda hissetmeye ama bir yandan da tam tersine dünyamız ve insanlığın geleceği adına daha tedirgin olmaya başladım. Artık yaşadığımız dünyayı sadece tuhaf değil fakat aynı zamanda giderek insanlar, tabiat ve canlı türleri açısından daha tehlikeli olan bir yer olarak görüyordum.

Dünyanın niye bu hale geldiğini ve niye endişemin katlanarak arttığını değerlendirebilmek için aynı zamanda yaşadığımız modern zamanların şifresi niteliğinde olan iki kavram önereceğim. Birincisi, “dünyanın büyüsünün bozulması”…

Dünyanın büyüsünün bozulması

“Dünyanın büyüsünün bozulması” ilk olarak 18. yüzyılın sonlarında Alman şair Friedrich Schiller tarafından akılcılığa; hakikati olgularda arayan bilimciliğe yönelmeyi, hayatın mitolojiden ve dinden arındırılarak tam anlamıyla gerçekliğe dönmesi ve dünyevileşmesi anlamında kullanıldı. Daha sonra Alman sosyolog Max Weber tarafından modern zihnin alametifarikası olarak tanımlandı. Modern akılcılaşma süreci sayesinde dünya artık gizemli, büyülü ya da ilahi bir karaktere sahip olmaktan çıkması bu kavramla anlatılmaya çalışıldı.

Kimileri bu süreci alkışlarla karşıladılar, kimileri de endişeyle ama 20. yüzyılın sonunda George Ritzer, Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek kitabını yazmak zorunda kaldı. “Bir varmış bir yokmuş; bir zamanlar, orman büyülü imiş, ağaç gövdelerinde ve ağaç kökleri arasında ruhlar ve cinler yaşarlarmış. Ancak şimdi orman, orman idaresi tarafından işletilmektedir” sözlerinde apaçık görüldüğü gibi modernleşme; insan yaşamının büyülü ve Tanrısal olmadığını, her şeyin hesaplanabilir ve öngörülebilir olduğunu göstermiştir. İnsanlar artık Tanrı’dan daha az korkmaya başlamışlar, modern bilimin ve özellikle tıbbın gelişmesiyle insanların yaşamlarına dair algıları köklü bir biçimde değişmiştir. Ancak akılcılaşma, aynı zamanda modern bürokrasiye ve kapitalizme de yol açmış, kâr elde etmek için her türlü aracı kullanmaya başlamıştır. Tüketim eksenli bir hayat çizgisi her şeyi maddileştirmiş, manevi ve ruhsal ihtiyaçlar öne çıkmış, insanlar kendilerini “evsiz ve yurtsuz” hissetmeye başlamıştır. Kapitalizm bunu da suiistimal etmekte, kendi çıkarına kullanmakta gecikmemiş, tüketime; “büyülü” ve “eğlenceli” bir kılıf bulunmuştur. Adeta “madem sizin büyüye ihtiyacınız var, alın size sihir ve büyü!” dercesine, dünya, yeni tüketim araçları/tüketim katedralleri vasıtasıyla yeniden büyülenmeye girişilmiştir.

Dünyanın büyüsünün bozulmasından bahsetmişken, çok ilginç bir kitaptan daha bahsetmeme müsaade edin. Türkçe baskısına Aziz Nesin’in de uzun bir ön söz yazdığı Kapitalizmde Korku kitabında Dieter Duhm, 1970’lerde onca bilimsel ve teknolojik gelişmeye rağmen nasıl olup da “Gece karanlığında mezarlıktan tek başına geçen insanın korkulacak ussal hiçbir neden yokken yine de korkmasını ve üstelik bu korkunun sosyalist ülkelerde bile geçmemesini” konu edinir. Ona göre, kaynağı bireysel olan bir korkudan korkudur bunun nedeni ve bireysel kaynaklı bu korkudan korkunun kökeni de yine toplumsal hayatta, kapitalizm şartlarındadır. Sonradan inzivaya çekilen ve New age manevi akımların etkisiyle kendini komün yaşamına adayan psikanalist Duhm, şüphesiz bu kitabını artık savunmuyordur ama kitap, bir zamanlar insanların modernlikten kendilerinin tüm korkuların geçirmesini beklemesini düşünecek kadar beklenti içinde olmalarını göstermesi açısından ilginçtir. Elbette, bu beklenti asla gerçekleşmediği gibi ruhsal hayat daha sıkıntılı bir hal almış, başta kaygı ve endişe gibi psikolojik rahatsızlıklar insanlığın büyük derdi haline gelmiştir.

Katı olan her şeyin buharlaşması

Neyse, devam edeyim. Önereceğim ikinci şifre kavram, “katı olan her şeyin buharlaşması”… Marx ve Engels tarafından 1848 yılında kaleme alınan Komünist Manifesto’da geçiyor kavram ilk olarak. “Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı, burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. Peşlerinde kadim ve hürmete şayan bir önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşulları ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor”. Böyle diyorlar. Ne ki, “katı olan her şeyin buharlaşması” kavramıyla feodalizmden kapitalizme geçişi anlatmaya çalışan Marx ve Engels, bu olup biteni bir umutsuz gidişin tezahürü olarak görmezler, tam tersine devrimci bir sınıf olan burjuvazinin eski toplumun tüm artıklarını silip atacağı için pek memnundurlar. Tüm Aydınlanmacı düşünürler gibi Marx ve Engels de dünya ve birey ne kadar akılcı anlaşılırsa yani bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse dünyayı yönetmenin de o kadar kolay olacağını savunmaktadırlar. Kapitalizmin kendisinin de birçok sorun getireceğini bilirler ve dikkatlerini o sorunlara ve nasıl çözüleceklerine çevirirler. Bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle dünya denetimimiz altından daha da uzaklaşacağını, tüm gezegenin tehlike altına gireceğini hatta insanın insanlıktan çıkacağını akıllarının ucundan dahi geçirmezler. Onlar geçirmedi ama tilmizleri Marshall Berman, 1987’de Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor adını verdiği kitabında tehlikeyi kısmen gördü, “Modernizm çocuklarını yiyor!” diye haykırdı, 2000’li yılların “sağlıklı” modernizmini kurmak için geçen yüzyılın modernistlerine dönmeyi salık verdi.

Evet; modernlikle birlikte “dünyanın büyüsü bozuldu”, “katı olan her şey buharlaştı”, geldik bugüne. Bugün, akademiklerin hiç de çekinmeden, “insan tarihsel bir kategoriydi aşıldı, “insan-sonrası” (posthuman) çağa geldik” diyebildikleri bir zamana düşmüş bulunuyoruz. Artık eski bakışlar, eski teoriler bir işe yaramıyor, “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” misali yuvarlanıyoruz.  Kimse artık modernliğin insan-merkezli olduğundan dem vurmuyor; biyoteknoloji, nöropsikofarmakoloji, implantlar, dijital teknoloji siborg, metaverse, yapay zekâ gibi insanların arkasında ne olduğunu tam bilmeden kullanıverdiği kavramlar gırla gidiyor.

Yanınızda sadece cep telefonunuz varsa bile kırlara, dağlara, öbür ucuna dahi gitseniz dünyanın hep içinde, orta yerindesiniz. Eskiden nereye gitsek kendimizi de götürüyorduk şimdi koca dünya bizimle geliyor. O her şeyiyle, her zaman yanı başımızda artık. Yeter ki bağlanalım, yeter ki “online” olalım. Burası dünya, buradan çıkış yok!

Geldik teknomedyatik dünyaya

Teknoloji ve medya tarafından belirlenmiş ve çerçevelenmiş olan bu dünyaya “teknomedyatik dünya” diyorum, yaşadıklarımızı en iyi bu kavram ifade ediyor. Bu dünya yeni bir deniz; eskisinden tamamen farklı olma özelliğiyle “yeni”, her birimizi içindeki balık kılacak kadar kapsayıcı olması hasebiyle “deniz”… O yüzden “yeni denizin balıklarıyız” diye ilave ediyorum. Bu yeni denizi anlamadan psikolojilerimizi değerlendirebilmek mümkün değil. Derya içre balıklarız, deryadan bihaber…

“Teknik” her tarihsel dönemde vardı ama modern zamanlarda “teknoloji” dediğimiz önceden insanlık tarihinde hiç bilinmeyen bir şekle dönüştü. İletişimlerimizin cereyan ettiği bir ortam anlamında “medium” her zaman vardı ama “medya” denilen inanılmaz karmakarışıklık modernlikle birlikte ortaya çıktı. Önce yazı yaygınlaştı, sonra görsellik ve en nihayet dijitallik işin içine katıldı; geldik kablolarımızın damarlarımız kadar mühim olduğu siber zamanlara…

Teknoloji ve medya farklı oldukları kadar birbirlerine benziyorlar, biri olmadan diğeri mümkün değil birbirlerinin mütemmim cüzü onlar… Dikkatli baktığımızda ikisinin de ortak özelliği, hemen kendisini ele veriyor: Sunilik. Suni; yani varlığın sahici halinde var olmayan, insan tarafından yapılmış, yapıntı…

Suniliği anlatabilmek için hakikatle gerçek arasındaki ayrımın üzerinde durmak lazım. Sunilikte, şeylerin ve ilişkilerin yaratılıştan olmayan, sahici varoluşlarına sonradan eklenen yanları öne çıkıyor. Suni olan gerçek olmasına gerçek ama hakiki değil. Bir şeyin suni olması onun gerçek olmadığı anlamına gelmiyor ama orijinal, sahih halinden yani kendi hakikatinden farklı olduğu manasını taşıyor. Nasıl modern tarım teknolojisinin işleminden geçmiş bir meyve gerçek olmasına gerçek ama otantik halinden farklı bir şekil ve usareye sahip ise modern medyanın aracılık ettiği iletişim ortamları da (yani medya), elbette iletişim olma özelliklerini hala muhafaza ediyorlar ama alışıldık, halis iletişimden hayli farklılar…

Teknomedyatik dünyada insan-insan ve insan-tabiat ilişkileri suni bir karakterde. Sanallık da sunilikle bağlantılı… Sunilik ve sanallık, otantik insan varoluşu üzerine en büyük değişimi, (isteyen zararı diye okuyabilir) kavramların aracılık ettiği düşünce ve gerçeklik bağını çok zayıflatarak yapıyor. Kavramlar, etkilerini giderek yitiriyor, imaj ve fantezik olan öne çıkıyor. Bir nevi “felsefesizleşme” bu… Bu yüzden artık ‘iyi hayat’ sorunuyla ilgilenmiyoruz. Kendimizi, kaderimizi mühendislerin eline bırakmış durumdayız. Ama galiba bunların kökeninde de suniliğin sahih olana baskın çıkması var. Yaşantımızdan çıkardığımız sezgisel, pratik bilgilerin değerini bilmiyoruz. Hikmet, irfan kelimelerin anlamlarının yanından bile geçmiyor zihnimiz. En bilime inananlarımız bile, her fırsatta falın, büyünün, new age inançların kuyusunda astral seyahat yapmaya bayılıyor.
Önceleri kuş uçuşundan bahsediyorduk, sonra ses, daha sonra da ışık hızından bahsetmeye başladık… Hızı o kadar önemsiyoruz ki, teenninin ne demek olduğunu dahi unuttuk. Bütün bunlar olup biterken, hiç farkına varmadan hakikat tasavvurlarımız da değişti.
İnternete de ilişkilere de mütemadi bir akışkanlık içinde bağlanıp duruyoruz. İlişki dilimizle internet dilimiz benzeşiyor. Bir ilişki ağında sörf yapmaya çalışıyoruz. Kolayca girilip çıkılıveren, ayrıca bakım, özen ve ciddiyet gerektirmeyen, şık ve kullanıcı dostu, ‘delete’ tuşuna basınca kurtulması mümkün ilişkiler arıyoruz.

Enformasyon teknolojilerinin; tıptan mimariye, şehircilikten arşivciliğe, üretim süreçlerinden satış ve pazarlamaya, silah sanayinden otomotive, kütüphanecilikten istihbarata nasıl dev değişikliklere yol açtığını biliyoruz. Onları bir kenara bırakıp sadece gündelik hayatımızda olanlara baksak bile, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacağımız bir panorama var ortada. Her geçen gün biraz daha dijital ortam olmadan elimizin kolumuzun bağlanacağı, akıllı telefonumuzun yeni bir uzvumuz haline geldiği bir ağ oluşuyor. Birçok işi internet sayesinde kolayca hallediyor, hızın büyüsüne kapılıp “vay be!” diye hayranlık belirtiyoruz. İnternet; alışveriş, bankacılık, hastane randevusu ve yolculuk işlemleri gibi konularda giderek ilk seçenek haline geliyor. Medya; gazete, dergi ve kitap okuma, televizyon izleme, sohbet etme, oyun oynama, eğlenme hatta ödev yapma, ders dinleme, sınav sonucu öğrenme, haberleşme alanlarında çoktan olmazsa olmaz durumda.
Hayatın böylesine dijitalleşmesi, sanallığın her gün biraz daha fazla gerçeğin yerine ikame olması, dilimizi de “dil” olmaktan çıkarıyor. Ciltler dolusu kitaplardansa sosyal medya cıvıldaşmaları bize daha çekici geliyor. “Bir yere gitmek”, “gezinmek”, “yolculuk”, “sörf yapmak”; “siteler”, “sayfalar”, “adres”, “yerleşimler”, “dünyalar”, “odalar”, “alanlar” dediğimizde artık yirmi yıl öncesinden bambaşka şeyler kast etmiş oluyoruz.

Bütün bu değişimlerin hayatımıza getirdiği kolaylıkları, faydaları reddetmek nankörlük olur. Kabul. Bütün bu olanların daha fazla hız ve daha çok haz, daha uzun ömür adına ne kadar çok şeyden vazgeçtiğimizi, kaybettiklerimizi de görmek zorundayız. Hatta bu gidişin insanlığın ve bildiğimiz dünyanın sonu olduğunu görmemek de safdillik değil midir? Bir süreden beri “insan hakları” ve “demokrasi” gibi kavramların, bu “hunhar yenidünya”da ne kadar kullanışsız olduklarını, bu dünyaya asıl şiddet ve fanatizm gibi kavramların uygun düştüğünü zaten fark ediyorduk. Özellikle Gazze’den sonra iyice idrak ettik ki egemenler, bu paranoid sosyopatlar,  çıkarlarını korumak için her yolu deneyecekler; ne dünya savaşı çıkarmaktan ne nükleer silah kullanmaktan asla çekinmeyeceklerdir. İnsanlar, insanlık, dünyanın geleceği onların umurlarında bile değildir!…

Evet; “Artık yaşadığımız dünyayı sadece tuhaf değil fakat aynı zamanda giderek insanlar, tabiat ve canlı türleri açısından daha tehlikeli olan bir yer olarak görüyordum.” Bu yüzden epeyden beri teorik sıkılıktan vazgeçtim; bu kaygımı, endişemi dile getirmeye, hepimizi yeniden hiç değilse “insanın mükerremliği” kavramı etrafında birleşmeye çağıran, olabildiğince okunur ve anlaşılır olmak isteyen yazılar, kitaplar yazıyorum. Kendimi tekrar ettiğim, eski söylediklerimden iktibaslar yaptığım çok oluyor ama olsun!

 

[1] Erol Göka’nın “Umuda İmkân Aramak” (Kapı Yayınları) kitabının Ön Söz’ünden alınmıştır.