Türkiye’nin Yeniden Doğuşu İçin: Deniz ve Gök Deniz Ufku

Yeni yüzyıl için toplum eleştirisi

Toplumların yapısına ilişkin soyutlamalar, şüphesiz gerçeğin bütününü kapsamaz. Ancak yine de her tür soyutlama, olguların önemli ve baskın yönlerini kavramamıza yardım eder.

Türkiye’nin toplumsal özelliklerine ilişkin bir soyutlama da var olan gerçeklerin -zamana ve şartlara bağlı istisnaları olmakla birlikte- baskın niteliklerini kavramamızı kolaylaştıracaktır. Bu soyutlama çabası aynı zamanda tarihsel ve sosyal şartların ürünü olan özelliklerin doğru tespitini ve eleştirisini de içerir. İşte bu eleştirel soyutlama, askeri tarım düzenlerinden çıkarak endüstri çağına ve ardından bilgi çağına geçişin en temel dinamiklerinden biri olmuştur.

Toplumun eleştirisi, özellikle Tanzimat devrinden itibaren karşı tepkileri de üreterek eskinin savunusu temelinde muhafazakâr bir damar üretmiştir. Batıcı-yenilikçi segmentle, statükocu muhafazakâr segmentin iki yüz yıllık çatışması, bedenen ve zihnen yorgun ve yılgın bir toplum üretmiş, sürekli güvenlik, varlık ve beka kaygısı ile malul bir ‘devletlu’ refleksini kalıcı hale getirmiştir. Oysa gelişme ve ilerleme, bu negatif yüklü devlet ve toplum karakteristiği ile değil, aksine özgüvenli, özgür ve eleştirel bir habitat içinde mümkündür.

Öyle ya da böyle, Türkiye son iki yüz yılını bu kaotik türbülans içerisinde, kâh ilerleyerek kâh düşerek, ama çok sayıda kurban vererek geçirdi. Toplumun en zeki çocukları, aslında çok basit çözümler dururken bu hastalıklı güvenlik kaygılarının ürünü politikalarla kurban edildi. Milli servet, çoğu kurgu iç savaşlarla heba edildi. Entelektüel birikim, bu absürt çelişki ve çatışmaların içinde beyhude ideolojik kuyulara atılarak tüketildi. Gelinen noktada, hala herkesin takılıp kaldığı bir tarihsel momenti putlaştırıp, öncesi veya sonrasını düşmanlaştırdığı, tam anlamıyla şizofrenik bir toplum oluştu.

Devlet ve güya ona karşıtmış gibi görünen ama aslında tersinden taklidi-kopyası olan çeşitli ideolojik, etnik, dini örgüt ve hareketler, el ele vererek ülkeyi devasa bir pagan-putperest panteona çevirdiler. Herkesin diğerlerini kendi tanrısına tapmaya zorladığı, ama aslında hiç kimsenin gerçekten herhangi bir şeye inanmadığı, ötekine hükmetme ya da rövanş alma amaçlı tanrılar, putlar, kutsallar, ölümsüz liderler, kurtarıcı Mesihler, tabu kavramlar, fetiş kelimeler, helvadan, kâğıttan, çamurdan putlarla dolu bu panteonda, ‘gerçek’, ‘hakikat’, hak, doğru, sahici, asli ve evrensel olan her şey sadece kullanım değeri olan birer malzeme olarak kullanıldı.

Osmanlının siyasal yıkımın devamı olarak süren bu sosyal yıkımın durdurulması, bugün en önemli fikri çaba olmalıdır. Bu yıkıma yol açan bütün putperest düşünme biçimleri, bütün sahte çelişki ve çatışma kavramları (cumhuriyet din laiklik mezhep etnik köken vb.), bütün tüketici taraftarlık tarzları hükümsüzleşmeli artık.

Bu bağlamda öncelikle, eleştirel düşünme tekniğinin entelektüel bir karizma aracı değil, devlet ve toplumun tüm dokularına egemen olması gereken bir toplumsal haslete dönüşmesi gerekir. Türkiye, her tür putperestliğin aşağılandığı ve sadece somut hakikat ve sahici hedeflerin yüceltildiği yeni bir habitat oluşturamazsa, yeni yüzyılı da ıskalayacak, tarih ve coğrafyadan miras bütün pozitif imkanlar da bu boş çatışmalara yine kurban edilecektir.

Toplumun eleştirel analizinde merkezi sorun Ordu-millet karakteri ve temel eksiklik ise denizden uzak karacı jeopolitiktir. Bu özellikler bütün farklı etnik-dini-mezhebi çeşitliliğiyle Türkiye toplumunun neredeyse ortak bir milli hasleti gibidir. Bu hasletler, birçok sorunun kaynağı olduğu gibi, birçok çözümün de imkânı olarak okunabilir.

Ordu Millet: Güç, Otorite ve Statü Bağlılığı 

Tanzimat süreci aydınlarından Ahmet Mithat Efendi, toplumun ticaret ve sanattaki maharetsizliğini temel alarak bu karakteri şöyle özetliyor: ‘Tarihimiz bize gösterir ki bizim ilk neş’etimiz bir millet-i askeriyye suretiyle neş’et olup, vakıa hala aşar-ı baki olmak üzere sanayide dahi pek çok maharet göstermiş ve ticarethanemizin dahi Akdeniz’in bazı sahillerine kadar tevsi-i daire-i intişarına muvaffak olmuş isek de bunların Türk ve Müslüman olan kısmımızdan ziyade, her zaman gayri müslim olan kısmımızın aşarından olduğunu inkar edemeyecek bir halde bulunmuşuz. Milletimiz içinde unsur-ı askeri olan anasır-ı islamiyetin miktarını göz önüne getirip de bir de bazı muhaberat-ı meşhuremize sevk eylediğimiz askerin miktari ile bir nisbet edecek olursak, görülür ki biz ta epey yakın zamanlara kadar ve belki bugünkü günde dahi umumuz asker addolunacak bir milletiz. Yani bir zamanlar “yeniçeri ve sipahi ve sair sunuf-ı askeriyeden birisine mensup olmayan Müslüman değildir” diye söylenen sözün hükmü pek vakidir. Halbuki san’at ve ticaretin terakkisi sulh ile ve hatta sulh-u daimî ile müyesser olup, bizim ise sulh üzere geçirdiğimiz seneler pek az kalmıştır” (Ahmet Mithat, Ekonomik Politik, Aktaran, Şerif Mardin, Siyasal ve Sosyal Bilimler, İletişim Yay. 1992. s.92)

Bu milli karakterin yanında, halk nezdinde Ordu, ‘Peygamber Ocağı’dır ve devletin özüdür. Varlık ve bekanın, vatan ve ülkenin güvencesidir. Selçuklu beylikleri ve Osmanlı beyliğinin bölgeye gelişi, tutunması, İslam’ın kılıcı rolünü üstlenmesi ve ardından siyasal hegemonya kurabilmesi, gaza ve fetih ruhuyla gerçekleşmiştir. Bu savaşçı gelenek, devletleşme aşamalarında dahi devam etmiş, Müslüman anasırın en temel maişet ve meşguliyeti savaş ve bağlantılı mesleklere inhisar edilmiştir. Osmanlı, ticaret ve zanaatı diğer unsurlara bırakmıştır. Belki de bu nedenle Osmanlının son döneminde yıkımın nedenleri olarak birçok tarihçi, gayrı müslim azınlığın inhisarındaki ekonomik işleyişin batıya bağımlılıktaki rolünün altını çizer. Bu baskın karakter özelliğinin kökleri, uzun yüzyıllar boyunca yarı askeri bir düzen altında yaşamakta yatar. Devlet ve orduya verilen özel önem ve sadakatin de nedeni budur.

Batı toplumlarında servetin ve buna bağlı olarak şekillenen sınıflı toplum yapısının özerk alanlarının aksine, Türkiye toplumunda gücün ve statünün devlette toplandığı bir yapı egemendir. Nitekim Osmanlı’nın yükseldiği dönemlerde ilk ve öncelikli olarak devlet yapısı ve ordunun güçlendirildiği ve yıkılış sürecinde de -halen de her siyasi çevreye egemen olan- önce devleti kurtarma- “düzeltme” refleksinin harekete geçtiği, bilinen tarihsel gerçeklerdir. Otoriteyi temsil eden devletin ve onun gücünü temsil eden ordunun bu merkezi rolü, yalnızca fiili ihtiyaçların zorlamasıyla oluşmuş, geçici bir durum olarak kalmamış, toplumsal muhayyileye sinmiş güçlü bir ideoloji haline gelmiştir.

Bu anlamda Türkiye’nin toplumsal yapısını sınıfsal tahlil veya dairevi merkez-çevre dikotomisiyle değil, piramidal bir merkez-taban şemasıyla okumak daha gerçekçidir. Toplumu, yukardan (yönetenler, statü sahipleri, otorite) aşağıya (teb’a, reaya, avam, halk, yönetilenler) doğru şekillenen bir şema ile izah etmek mümkündür. Merkez, yukarıdadır, çevre ise aşağıda. Devlet ve reaya, yönetenler ve yönetilenler, havass ve avam, sınıfsal veya etnik temelde değil, devlet bağlamında kategorilerdir. Bu hiyerarşik şema önemli ölçüde otoritenin ve statünün (ordu ve devlet) halk üzerindeki tartışmasız hegemonyasını ifade etmektedir. Kendisini yukarıdaki merkeze yerleştirebilen odağa itaat (biat) etmek hem din hem de törenin gereğidir. Bu manada devlet ve ordu, dinsel kurumlardır ve din, yani toplumsal çoğunluğun fiilen inandığı ve yaşadığı reel Müslümanlık ise devletçi ve orducudur. Bu formül, Ortodoks Doğu Roma imparatorluğunda Hristiyanlıkla- Bizans devleti arasındaki ilişki için de geçerlidir. Belki de bu topraklarda devletin doğası, meşruiyeti ve bekasının gerek şartı bu dinselliktir.

Bu gerçeği göz önüne alarak, ordu devleti ve ordu milleti bir sorun değil bir imkan olarak gören bakış açısıyla, yeni çağın olasılıklarını da içeren bir restorasyon tasavvur edilebilir.

Güce, otoriteye ve statüye bağlılık biçimleri, dinsel temelleriyle rızaya dayalı itaati kolaylaştırır. Ama aynı nedenle itiraz ve isyanı da meşrulaştırır. Devlet adaletten sapınca itiraz kapısı açılır.

Diğer yandan, devletlü statüler yani yüksek veya düşük düzeyli memuriyet sistemi, toplumsal seçilimle oluşan nüfuzlu bir kesim sayesinde devlet çarkını döndürürken, memuriyet dışı sivil alanda kısmi özerk alanlar, saklı kadrolar, farklı sosyal ve ekonomik bir temerküz alanı oluşur. Devletin güvenlik endişelerinin çoğu işte bu sivil alanın kontrol ve denetim dışı gelişmesinden kaynaklanır. Dini, ideolojik veya etnik görünümlü sorunların çoğu işte bu kontrol dışı sosyal gelişmelerin siyasallaşmasının sonucudur. Devletin kontrol-yani dirlik ve düzen- amacıyla sivil alanları baskıladığı her durumda kontrol dışı siyasallaşma daha da artar. Bu paradoks, özgürlük ve güvenlik dengesinin bozulmasını sağlar. Güvenliğin özgürlüğü baskılaması, güvenlik sorununu artırır. Özgürlüğün güvenliği sağladığı her durumda ise, güvenlik tesisi kolaylaşır. Çünkü dirlik ve düzen, can, mal, namus, akıl ve nesil emniyetinin olduğu bir eminlik durumudur ve bu zaten emniyet demektir. Özgürlük, yani hak ve hukukun temin edildiği bir vasatta, devletlü memuriyet zümresine itaat meşru bir gerekliliktir. Dinsellik tam da bu anlamda bu topraklardaki devlet-toplum ilişkisinin tutkalıdır. Aksi durumda, devletin özgürlükleri kısıtladığı, insanların veya grupların hak ve hukukuna halel geldiği her durumda bu tutkal çözülür ve düzen bozulur.

Toplumun sivil alanlardaki gücü ne kadar otarşikse, yani kendi kendine yeterliyse, hem özgürlükler hem de güvenlik, o kadar sağlam olur. Bu nedenle Devletin  sivil alanları kontrol ve denetimi, bu güçlenmeyi sağlayan bir otokontrol olmaktan çıkıp, devletlülerin siyasal-ideolojik-sınıfsal isterlerinin topluma dayatılması veya aykırı olanların budanmasına hasredilirse, devlet artık gayrı meşrulaşır ve toplumla çatışan egemen sınıfların aracına dönüşür. Bu anlamda devletin dini adalettir denmiştir ve hukuk devleti ilkeleri her zaman ölçü addedilmiştir.

Askeri tarım imparatorluklarının doğasında var olan ücret(vergi) karşılığında güvenlik ve bunun sonucu olarak hürriyet formülü, modern çağda biraz değişerek devam etmektedir. Belki Amerika veya Avrupa’nın iç ve dış tehditlerin az olduğu bazı ülkelerinde  daha konforlu formüller dönem dönem uygulansa da, misal ekonomik kriz, dış tehdit veya göçmenlik gibi sosyal sorunların ortaya çıktığı koşullarda bu konfor bozulur ve kadim kurallar işlemeye başlar. Yani liberal demokratik ezberler, kağıt üzerinde durduğu gibi, somut sorunlar karşısında duramaz.

Türkiye, ordu millet karakteri, hiyerarşik siyasal piramidi, güce ve otoriteye bağlı toplumsal dokusuyla, her tür sosyal, ekonomik, ideolojik çelişkinin sürekli yeniden üretildiği bir coğrafyada, devlet bağlamında sorunlarını çözmek zorundadır. Ya devlet başa ya kuzgun leşe veya imam cemaat ilişkisi gibi atasözlerinin de ifade ettiği bu gerçeklik arzu edilen bir mükemmelliği değil, farkında olunması gereken bir gerçekliği işaret eder. Toplumun devlete bağlılığı ve ister gönüllü ister zoraki itaati, bütün etatist, güce tapıcı, sorumsuzluk yaratıcı sonuçlarına rağmen, yine de tek düzen kurucu ve koruyucu formüldür. ‘Fukaranın, tüccara kıyasla devletten başka sahibi yoktur’. Bu nedenle, gerek siyasal ve ekonomik sorunlar gerekse etnik-mezhebi-dini sorunların çözümü, devletin asli doğasına dönüşü, yani adalet ve hukukla (din/şeriat aslında bu demektir) zaptedilmesi, milletin sivil alanlarda güçlendirilmesi, özgürlüklerin güvenliğin teminatı haline gelmesi ve sonunda devletin millet tarafından temellük edilmesi ile mümkündür. İşte bu bağlamda, asker-millet, devletlü zümrenin reayası değil, sorumlu olduğu, hesap verebildiği bir merci olarak ana omurgası haline gelecektir. Ancak bu şartla devlet ebedi müddet olur.

Kara şövalyesi ve deniz korkusu  

‘…Daha sonra sultan Melikşah, Samandağı (Süveydiye)’na kadar giderek Akdeniz’e ulaşır. Denizi büyük bir heyecanla seyreden sultan, hükümranlığı altında bulunan ülkelerin babası Alp Arslan dönemindekinden daha geniş bir hâle gelmesi nedeniyle Tanrı’ya şükretmiş, bu düşüncelerin kendisinde oluşturduğu gurur ve heyecanla atını dalgalı denize sürerek elindeki kılıcı üç kez sulara daldırıp çıkartmış ve “İşte Tanrı, Doğu Denizi’nden Batı Denizi’ne kadar olan ülkelerin hâkimiyetini bana verdi” dedikten sonra da namaz kılarak kendisine ihsan ettiği bu lutf ve inayetten dolayı Tanrı’ya şükretmiştir. Bu arada sultan, deniz kıyısından bir miktar kum almış ve daha sonraki bir zamanda babası Alp Arslan’ın Merv kentindeki mezarına gidip “Ey babam Alp Arslan, sana müjdeler olsun, henüz bir çocuk olarak bıraktığın oğlun, dünyayı baştan başa fethetti” demek suretiyle haklı ve gururlu duygularını belirtmiştir. (İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu (İstanbul 1953)

Selçuklu sultanı Melikşah’ın dünyası denize kadardı. Bu ibretlik hikaye, kara jeopolitiğinin sınırlarına dair önemli bir gerçeği de içeriyor. Gerçi Türkler gelmeden önce de bölgedeki Arap, Acem, Kürt ve diğer Müslüman halkların dünyası da karadan ibaretti. Ticaretle geçinen zümreler hariç, denizcilik, Hazar, Basra, Akdeniz, Karadeniz ve Hint okyanusu civarında yaşayan halklar için ne bir geçim yolu, ne merak konusu ne de güvenlik alanıydı. Bir çok denizin etrafındaki karada yaşayan toplumların kaderi, 15. Yy dan itibaren açık denizleri aşabilen halkların istilasıyla değişecekti. Deniz korkusu, korkulanı başa getirecekti.

Doğan Avcıoğlu’nun 1960’larda işaret ettiği dağınık köy düzeni, bir şekilde köyden şehre nüfus transferi ve kontrolsüz kentleşme ile aşılmıştı. Ama diğer bir çok konu gibi bu doğru politikanın da sonrası hesap edilmemiş ve bugünkü köylü-kentler ortaya çıkmıştı. Modern şehirleşmeyi kadük kılan ve tarımı da başıboş bırakan bu süreç, artık ciddi sosyal ve ekonomik sorunların zemini durumundadır. Bu kaotik gelişme, asgari geçim sıkıntısıyla boğuşup duran halkın yığından-reayadan millete dönüşmesinin de hala en önemli bariyeri durumundadır. Kentlilik, sadece modern ekonomi politiğin değil, daha derinde dinsel ve ahlaki gelişmenin de temel zeminidir.

Öte yandan Anadolu halkı, yüzlerce yıl yaşadığı bir yarımada coğrafyasında, kısmi kıyı balıkçılığı dışında, açık denizlere zaten çıkamamış, engin denizleri tanıyamamıştır. Yani okyanuslarda var olan belirsizlik ve öngörülemeyen tehlikelerle baş etme cesaretini, buna mukabil özgürlük duygusu ve sürekli yeni yerler keşfetme hazzını yaşayamamış bir toplumdur. (Osmanlı dahi, Akdeniz korsanlarını kiralayarak kısmen Akdenizde varlık göstermeye çalışmıştı.)

Açık denizlere erişimi olan toplumların aksine kara coğrafyasında devletler, beyler, paşalar, eşkıyalar, ordular arası bitmek bilmeyen ve birbirinin tekrarı çatışmalarla dolu bir kaos ve anarşi ortamından ibaret bir yaşam klasiği vardır. Böyle bir coğrafyada en güçlü olanın dirlik ve düzeni sağlaması, yani istikrar ve huzuru temin etmesini talep etmek yaşamsal önceliktir; güç, otorite ve statü bağlılığının temel nedeni budur. Yani, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” …

Coğrafya kader değil, bir imkandır. Karacı toplumsallık, coğrafyayı gerektiği gibi değerlendiremeyince dünyaya açılamayan ve kendi içine dönük sorunlarla boğuşan bir karakter üretmiştir.

Kara toplumu olmanın sonucu olarak asker-millet gerçeği, askeri-devlet gerçeğinin kaynağıdır.

Deniz, stabil olmayan, oynak zemin ve belirsiz rüzgâr demektir. Devasa dalgalar üstünde ve rüzgâra göre yol almak, karadaki sağlam zemine ve stabil faktörlere kıyasla, yeni yetenekler, beceriler, teknikler ve farklı bir özgüven gerektirir. Avrasya coğrafyasının uçsuz bucaksız ovaları, sarp dağları, engebeli geçitleri, su boyu vadilerinde alışılmış yaşam pratiklerinin çoğu, denizde geçerli değildir. Üstelik deniz, özellikle de okyanus, belirsiz ve kontrol edilemez tehlikelerle doludur ve yol almak-yön bulmak-karaya ulaşmak için çok rafine yetenekler gerekir.

Bir işi sonuna kadar aynı enerji, arzu ve niyetle tamamlamak özünde denizcilerin karakteridir. Karaya ulaşmak zorundadırlar çünkü.

Oysa Kara halkları başladıkları yerle biten yer arasında yüzlerce değişkenle karşılaşır. Çoğu zaman hedefe varamadan önlerine çıkan sorunlarla boğuşmak zorunda kalırlar. Karacı toplumların her işe hızlı başlayıp sonunu getirememesinin temel sebebi budur.

Coğrafi keşifler, Avrupa halklarının denizleri aşarak Avrasya’dan dünyaya açılması ve dünyayı fethetmesini sağlamıştır.  Avrupa, küresel güç olma yeteneğini bu deniz aşırı girişimlerle şekillenen modern sömürgeciliğe ve kapitalizme borçludur. Açık denizlere bir türlü açılamayan Almanya ve Rusya’nın karasal jeopolitiği, denizci güçlere karşı daima yenilmiştir.19. ve 20. Yy dünyasında ‘Avrasyaya hakim olan dünyaya hakim olur’ diyen İngiliz McKinder, değil, Denizlere hakim olan dünyayı yönetir diyen, Amerikalı Alfred T. Mahan haklı çıkmıştır.

21.Yy da ise Alexander De Seversky’nin hava hakimiyeti teorisi geçerlidir.

Yaşadığımız yüzyılda, Post modern çağın bir ileri hamlesi başlamıştır ve artık gökdenizi, yani havayı da aşmak ve göklerde egemen olma çabası temel gelişme motivasyonu olmuştur. (hava, rafine denizdir. Eski tarihlerde bile bir çok kültürde gökler için bir tür deniz manasında ifadeler kullanmıştır. Bugün de havalimanı, uzay gemisi kelimeleri gibi, aslında aynı manada kullanımlar mevcuttur. Sonuçta hava da suyun buhar halidir. ‘Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir.her biri bir felekte yüzer. (Kuran-ı Kerim, Yasin süresi,40. ) , ‘Ateşin ölümü havanın doğumu, havanın ölümü suyun doğumudur’-Herakliatos.)

Askeri teknoloji ve ürettiği yan sanayi olarak dijital çağ, neredeyse tamamen hava gücü ve havanın dolaşımı-iletimi (frekans) üzerine kuruludur.

Henüz karayla şekillenen tarihi aşamamış Türkiye gibi ülkelerin denizleri aşmak bir yana, gökdenizi, yani hava-rüzgâr-frekans iletimine dayalı yeni çağın gerekli donanımına erişimi, gecikmiş başarılı çabalara karşın hala uzak bir hedeftir. Yeni yetenekler ve farklı bir özgüven gerektiren deniz ve hava, karacı toplumların binlerce yıllık alışkanlıklarını aşarak tarihin akış yönünde yeniden özne olabilmelerinin yeni imkanlarıdır.

Toplum olarak, bir şekilde üç tarafı denizlerle çevrili bir coğrafyada artık okyanusa açılmak ve her tarafı gören bir gökdeniz seyrüseferine çıkmak, fiziki ve manevi değişimin gerek şartıdır.

Türkiye, kıyı denizciliğinin ötesinde açık denizlere dönük politikalarla hem güvenlik hem ekonomik hem de sosyal bir açılıma ihtiyaç duymaktadır. Nüfusun en az yüzde 20’sinin denizden ve havadan geçinmesi ve entelektüel enerjinin en az yüzde 40’ının deniz ve hava çağının mesleklerini içeren gündemlerle meşgul olması şarttır. Devletin güvenlik güçlerinin de artık deniz ve hava gücünün kara kuvvetlerden daha büyük olması şarttır. Denizci ve havacı bir ordu, askeri karakteri de daha ufku açık ve yetenekli kılacaktır.

Karacı bir geçmişin denizci ve havacı bir geleceğe taşınması, askeri devlet ve ordu-milletin kendi doğasına uygun bir gelişme ve dönüşme süreciyle mümkündür. Deniz ve hava korkusu, karacı şövalye ruhunu kısıtlamak yerine, açmak, geliştirmek ve büyütmek için kışkırtıcı bir engel olarak görülmelidir. Tarih işte o zaman bu coğrafyada abluka altından çıkıp, doğal seyrinde tekrar akmaya başlayacaktır.

Jeopolitik ufuk, Toplumsal dönüşümün de imkanıdır

Türkiye’nin bu toplumsal karakteristik özellikleri, totaliter, devletçi, statükoyu korumaya matuf ve toplumu hem bölen hem de kadükleştiren bir düzeni sürekli kılmaktadır. Oysa, aynı özellikler, farklı bir değerlendirme ile yeni yüzyılda pozitif birer gelişme ve bütünleşme dinamiğine dönüştürebilir.

Toplumsal yapı, bu deneyimlerin üzerine, geleneksel değerler ve evrensel demokratik değerlerin terkibiyle yeniden yorumlanarak, daha ileri bir demokrasi üretebilir.

Karacı bir toplumun deniz korkusunu yenmesi, asker millet karakterinin daha disipliner ve üretken bir topluma dönüşmesi, güce ve statüye tapmanın gücü ve statüyü daha kamusal amaçlara ulaşmanın aracına dönüştürmesi, devletin özgürlük ve adaletle zaptedilmesi, bütün toplumun geçen yüzyıldan kalan acı, yenilgi ve travmalarını atlatıp yeni çağa hazırlanmasının gerek şartıdır.

Asker millet karakteri, Japon ve Alman savaşçılığının dönüşümü gibi, sağlam etik ilkelerle disiplinli ve prensipli bir hukuk devletinin, daha üretken bir ekonominin temeli olabilir. Salt askeri bakış açısının güvenlik öncelikli düşünme biçimi, özgürlük, hukuk devleti ve ekonomik üretkenliğin güvenliğin temeli olduğu şuuruna irca edilebilir.

Güç, otorite ve statü bağımlılığı, bireysel emek, çaba ve yeteneklerle temin edilebilen, sorumluluk duygusu ve rasyonel düşünme becerilerini gerektiren, referans değil performans odaklı bir sosyal davranışa irca edilebilir.

Piramidal merkez ve itaatkar reaya hiyerarşisi, güçlü toplumsallığın denetimine tabi temellük edilmiş bir devlet-millet dairesine dönüştürülebilir.

Türkiye’nin karacı şövalye karakteri, -Alman ve Rusların coğrafi nedenlerle yapamadığı- açık denizlere ve gök denize ulaşarak yeni bir jeopolitik açılım yapabilir ve farklı bir tarihsel sıçramanın, yeniden doğuşun önü açılabilir. İşte o zaman gerçekten rasyonel düşünebilen, üniversal ufku olan, yaratıcı ve üretici karakterli, cesur ve özgür bir insan kalitesi ve bunun sonucu olarak devlet kalitesi düzeyine ulaşılabilir. Ancak bu köklü değişimle mevcud karakter ve koşulların ürettiği tüketici tartışmalar aşılır ve gerçek dünyanın gidiş yönüne uygun bir şahsiyet temerküzü ve haysiyet asabiyesi oluşur. Bu,  sahici bir ahlak devrimi demektir.

Bunlar mümkündür fakat öncelikle kolektif entelektüel aklın bu yönde düşünmeye başlaması gerekir. Kadim bilgeliğin söylediği gibi, her neysen öyle inanırsın ve nasıl düşünürsen öyle var olursun.