Türkiye’de Müzik Ve Siyaset İlişkisine Dair Bir Örneklem: Timur Selçuk

Türk müziğini modern zamanlara taşıyan öncü isimlerden Münir Nurettin Beyin oğlu Timur Selçuk’un, Türkiye’de bir yıl Fransız Filolojisi eğitimi alıp 1964’te Paris’e gittikten sonra politik zihinsel kodlarının biçimlenmesinde yurt dışındaki bu 11 yıllık sürecinin etkili olduğunu söylemek mümkün. Ecole Normale de Musique de Paris müzik okulunda ileri derece eğitim aldığı yıllar aynı zamanda bütün dünyayı etkileyen gençlik hareketlerinin biçimlendiği zamanlardır. Bir söyleşisinde 68 öğrenci hareketlerinin içerisinde bilfiil yer almasa da ilgisiz olmadığını, zaten Paris’e ilk gittiği yıllardan itibaren artık politik anlamda kendisini solda tanımladığını belirtir (Feridun Andaç -Hazırlayan-, Sanat İnsanlarımız-Timur Selçuk, 1997, s 12). 60’lı yıllarda sol, sosyalizmin yeni bir dünya vaadi özellikle hegemonik Batı dünyasının kapitalist üretim ilişkileri ve tasarladığı insan, toplum modeline itirazları olan genç kuşaklar için popüler bir adresti. Bu adresin Avrupa dışı coğrafyalarda Batılı emperyalist ülkelerin bağımsızlık arayışlarını besleyen ideolojik zemini inşa ettiğini de eklemek gerekli. Ezilen toplumsal katmanların dünyayı kendi rızaları üzerinden biçimlendirmeye çalışan muktedirlere karşı direnişine dair teorik birikim Selçuk’un mizacı ile örtüşür. Ki Paris’ten evvel de “gönlünün hep sıkıntı çekenlerden yana” olduğunu hatta ailesi ile yazın kaldıkları Caddesbostan’daki pansiyonda garsonların sıcak havada sürekli çalışmalarından etkilendiğini, kalkıp onlara yardım ettiğini, müşterilerin kendisini servis elemanı zannederek bahşiş verdiğini, “Ben Münir Nurettin’in oğluyum” diyerek bunları reddettiğini ilgili söyleşiden öğreniyoruz (Andaç, 1997: 11-12).

Paris’teki bu politik ortama rağmen Timur Selçuk’un daha 1975’te Türkiye’ye gelmeden orada ürettiği şarkıları ise Türk Pop Müziği tarihi açısından özel önem taşımaktadır. Gerçi önceden Türkiye’de dikkatleri üzerine çeken bir müzikal deneyimi olduğunu biliyoruz. Yani 60’ların başında öğrenim gördüğü lisede Mehmet Teoman ile Galatasaray Vokal Topluluğu’nu kurarak (Uğur Küçükkaplan, Türkiye’nin Pop Müziği, 2015, s. 43) 1963 yılında düzenlenen Boğaziçi Müzik Festivali’ne katılırlar mesela. Ki yarışmada Türkiye’yi o yıllar kasıp kavurmaya başlayan Erol Büyükburç en güzel şarkı ödülüne layık görülür (Murat Meriç, Pop Dedik, 2020, s. 275). Cem Karaca’nın da aynı yıllarda çıkış yaptığını düşünürsek aslında Türk Pop Müziği’nin kurucu “babalarının” bir kuşağı temsil ettiğini de pekâlâ görebiliriz.

Paris o yıllarda müzik tarihimiz bakımından sadece Timur Selçuk’u misafir etmez. 1960’larda Türkiye İşçi Partisi saflarında yer almış hatta partinin seçim müziğini -Yarının Şarkısı- seslendirmiş, Türk Pop Müziğinin miladı biçiminde kabul edilen “Burçak Tarlası” plağının sahibi cazcı Tülay German da yeni çalışmasını kaydetmek için oradadır. German’ın türkülerimizi Batı müziği altyapısı üzerine yorumlama çizgisinin devamı olarak “Gelin Ayşe”, “Tombalacık Halimem”, “Aras Üste Buz Üste”, “Olam Boyun Kurbanı”ndan oluşan albümün düzenlemelerini Timur Selçuk yapar (Cumhur Canbazoğlu, Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock, 2009. s. 57).

Türk Pop Müzik tarihimiz açısından Selçuk’un Türkiye’ye gelmeden Paris’te ürettiği şarkıların ta o yıllarda büyük etki uyandırdığını görüyoruz. Ki sonraki zamanlarda zaten bu şarkılar, türün klasikleri arasına girecektir. 1967’de Paris’te yayınlanan ilk plağı “Ayrılanlar İçin/On Dit” ile dikkatleri üzerine çeken sanatçı, devamında “Sen Nerdesin”, “Kırık Kalpler”, “Rıhtımda”, “Son Aşık”, “Kızıma”, “Fahriye Abla” ve “İspanyol Meyhanesi” başta olmak üzere birçok başarılı şarkıya imza atmıştır” (Küçükkaplan, 2015, 45). Onun Türk Pop Müziğinin klasikleri arasına girecek eserlerini verdiği yıllarda Türkiye’de bu türün köklerini ararken karşımıza çıkan iki anlayışın hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ilki günün Batı pop müzik şarkılarına Türkçe söz uyarlamak biçiminde tanımlayabileceğimiz “aranjmanlar”, diğeri de henüz bütünlüğüne ulaşmamış ama aşağı yukarı -o yıllar, 60’lar için- nereye varabileceği tahmin edilebilen ve öncül örneklerini görebileceğimiz “Anadolu Pop”tur. Selçuk ilginç biçimde her ikisine de yanaşmadan kendi özgün yolunu inşa eder. Her ne kadar Anadolu Pop-Rock gibi müziğimizdeki “yerlilik” arayışlarına teknik olarak mesafeli pozisyonunu bozmamasına rağmen ben Selçuk’un büyük Türk şiiri birikiminin uzantısı Faruk Nafiz Çamlıbel, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Ümit Yaşar Oğuzcan gibi şairlerin metinlerini besteleyerek bahsi geçen duyarlılığa bir başka mevziden katkı sunduğunu düşünmüşümdür hep.

 

Ancak Timur Selçuk’un 1975 yılında dönüş yaptığı Türkiye, Paris’e giderken bıraktığı ülke değildir. Siyaset meclis koridorlarının dışına taşmış, görünür legal örgütlerin elinden kayıp yeraltına çekilerek şiddeti bir yöntem biçiminde kullanmayı tercih eder hâle gelmiştir. Bu süreç aynı zamanda Selçuk’un Paris’te ürettiği lirik temadan koparak tonu giderek yoğunlaşan toplumsal içerikli şarkılara yöneldiği bir kapı aralar. Ankara Sanat Tiyatrosu bünyesinde çoğu politik göndermeler içeren oyunlar için yazdığı şarkılar ağırlıklı bir üretim koyar artık ortaya. Bu üretimlerin ilk dönemini kapsayanlar, 1977’de “Nereye Payidar” isimli oyuna yazdığı şarkıların bir araya gelmesi ile albümleşir. O yıllar artık İşçi Partisi’nden Dev-Genç’e farklı sosyalist örgütlerin propaganda temalı müzik gecelerine sanatçı olarak da katılır. Sarper Özsan’ın bestesi olarak o dönem sol içerisinde popülerleşen “1 Mayıs Marşı”nın Timur Selçuk tarafından plağa okunması (Murat Meriç, 2020, s. 159), onun bireysel politik tarihinin en gösterişli temsili kuşkusuz.

Selçuk’un, askerlerin seçilmiş bir hükümete karşı silah zoru kullanarak yaptıkları 27 Mayıs Darbesi konusundaki fikirleri vefatına yakın değişmiş midir bilemiyorum ama bir söyleşisinde 1960’daki bu müdahaleye “ihtilal” ve hatta “özel ve güzel bir askeri harekettir” (Timur Selçuk, 60’lardan 70’lere 45’lik Şarkılar, bgst Yayınları, 2006, s. 236) demesinin, zaman zaman yapmış olduğu demokrat ve içerisinde yüzleşme çabası barındıran genel zihinsel temayülü ile örtüşmediği kanaatindeyim. 70’lerin ikinci yarısı aynı zamanda Türk solunun kendi içinde fraksiyonlara ayrıldığı bir süreci de karşılamaktadır. Bu ideolojik dağılmada Selçuk, tavrının Sovyetlerden yana olmadığını belirtir. Bilindiği üzere 1970’lerde özellikle dünyanın farklı coğrafyalarında birbirinden nüanslar içeren farklı sosyalizm pratikleri son konusudur.

Bütün bu dağılım içerisinde Timur Selçuk’un fikri de aslında Türkiye açısından bir alan aralayamayan cümleler içermektedir. Ona göre “İnsan kendi ülkesine yakışacak bir toplumcu görüş sahibi olmalı. Çünkü bir de buranın dini temelleri var” bir söyleşisinde ve ekler “O da çok büyük bir kaynak. Çok besleyici bir şey” (Timur Selçuk, 60’lardan 70’lere 45’lik Şarkılar, 2006, s. 351). Biraz evvel bahsettiğimiz “yüzleşme” meselesini burada açmak mümkün. Çünkü Türk solunun abartılı özgüvenle ortodoksi barındıran tavrı karşısında Selçuk’un kimi söyleşilerinde yaptığı açıklamaların bu yerleşik, verili tutumun dışında kaldığını görüyoruz. Özellikle Türk solunun İslam ile kuramadığı ilişkiye yönelik eleştirileri bir anlamda içerisinde bulunduğu mahalleye dair bir yüzleşme çağrısı olarak okunmaya müsaittir. “Solun, inanca açık ve saygılı olması lazımdı. Sosyalizmi kendi ülkemizin imkânlarını göz önünde tutarak kendimize ait kılabilirdik. Bu, maalesef yapılamadı” (Timur Selçuk ile yapılan söyleşiden, Star Pazar eki, 14.2.2010) ve yine  “Mütedeyyin insanları kucaklama, anlama konusunda en ufak bir gayret göstermediler. Tam tersine dışlayıp aşağıladılar” (Timur Selçuk ile yapılan söyleşiden, Turkuaz, 27.8.2006) cümleleri bu izleğin uzantısıdır.

 

Dolayısıyla Timur Selçuk’un zihin kodlarında şekillenmiş sosyalizm fikrinin, Anadolu coğrafyasının kültür ve medeniyet kolonları ile örtüştürülerek bu topraklara ait yeni bir yorumunun yapılmasına dair önerisi maalesef kendi mahallesinde pek tartışılan bir pratik olamadı. Kemal Tahir, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Halit Refiğ ya da Metin Erksan gibi isimler tarafından edebiyat, düşünce, sinema dünyasında çok dar da olsa bir tartışma kıvılcımı çakılsa bile bunun bir gelenek inşa ettiğini söylemek güç.

Ben, Selçuk’un  “Bizim coğrafyamızın musıkisi ise ahlak üstüne kuruludur. Sadece Türk musikisindeki ses sistemini bilmek yetmez. O musıkiyi besleyen ahlakın kaynağını da bilmek lazım. Bunun da temeli dindir. Büyük Türk musıkisi bestecilerinin önemli bir bölümü Mevlevi tarikatındandır. Büyük bir çoğunluğu da din adamıdır. Benim dedem de ilahiyat profesörüydü. İstanbul Üniversitesinde. Anne tarafım kadın hafızlarla doludur” (Selçuk, 2006, s. 355). sözlerinin de aynı şekilde asıl muhatabının Türk solu olduğunu düşünüyorum. Bir bakıma Münir Nurettin nasıl Türk modernleşmesi sürecinde gelenekle modernitenin politik, ekonomi-politik, sosyolojik çatışması sürecinde ürettiği şarkılar ile atalarından devraldığı yüzlerce yıllık bir ses evrenini, Türkiye’nin en sancılı döneminde arkadan gelecek kuşaklara aktarmak gibi bir işlev görmüş ise Timur Selçuk’un da zaman zaman yaptığı bu açıklamalarla benzer pozisyonu aldığını iddia edebiliriz.