Tüketim Toplumunda Dini Değerler
Bir yandan tüketimin kutsallaşmasına diğer yandan kutsalın tüketime dönüşmesine yani dini değerlerin, sembollerin içinin boşaltılıp tüketim mantığı içerisinde tekrar sunulmasına şahit oluyoruz. Arzularımız, isteklerimizden sonra kimliğimizin esasını oluşturan değerlerimiz, ideallerimiz, insanın en sağlam limanı olan manevi alan da tüketimle birlikte anılmaya başlıyor. Bu dayanması zor, çok acı verici, can yakıcı ama ne yazık ki gerçek olan denge içinde sürdürmek zorundayız hayatlarımızı… Her zamanın bir zihin ana akışı, sorularımıza cevaplar üretmeye çalıştığımız bir episteme’si yani “zamanın ruhu” var. Kapitalizmin bambaşka bir işleyişine rast gelen bu devrin bizi mecbur bıraktığı imtihan da bu… Bizim dışımızda ama bizi de içine alarak akıp giden zamanın çocukları olarak bu çok zor imtihanın içinde ömür tüketiyoruz. Sorular en çok teknolojiden, özellikle bilişim teknolojilerinden; medyadan, özellikle sosyal medyadan ve sınırsızca kışkırtılıp teşvik edilen, dini bile alış-veriş ve turizm kılığına sokup öyle sindirmemizi isteyen tüketimden geliyor ve çok bunaltıcı…
Her devrin bir zihin işleyişi, ona göre hazırlanmış imtihan soruları var elbette. Bizden önceki devirlerinin insanları da başka türlü zor imtihanlara tabii tutuldular. Tamam; en zor imtihan bizimkiydi diye feryat edebiliriz ama önceki devirlerin sınavları daha basitmiş, keşke o zaman yaşasaymışız deme hakkımız bulunmuyor. Oturup dersimize çalışmalı, kendi imtihanımızdan yüz akıyla nasıl çıkacağımız üzerine kafa yormalıyız. Her devrin imtihanı var ama ona paralel olarak irade ve sorumluluk sahibi biz insanlara sunulmuş imkanlar, zihni potansiyeller de var. “Eleştiri ve özeleştiri” diye adlandırabiliriz bu zihni imkan ve potansiyellerimizi. Eleştiri ve özeleştiri sayesinde sürekli olarak ne yaşadığımızı ve ne yapabileceğimizi düşünme gücüne sahibiz. O yüzden hep söylediğimiz gibi, “Eleştiri ve özeleştiri kırbacımızı yanımızda bulundurmak, zaman atını ona göre mahmuzlamak veya dizginlemek zorundayız. Cüzi irade sahibi varlık olmamızın, insan olarak dünyaya gelmemizin hakkını vermek, imtihanın günümüzdeki formunu anlamak ve ona göre davranmak mecburiyetindeyiz.” Hemfikirsek tüketim toplumunda manevi değerler alanında yaşanan değişimler üzerine başladığımız kafa yormayı sürdürelim.
Ticaret iyidir ne alıp ne verdiğini biliyorsan
Tüketim olgusu, modern hayatının her cephesine sirayet etmiş vaziyette. Bu, modernliği geçmiş toplumlardan ayıran temel özellik… Tüketimi, malların, alınış ve kullanılış biçimlerini ve bu süreçte ortaya çıkan değerler sistemini de kapsayan bir olgu olarak tanımladığımızda, yaşadığımız toplumu daha iyi anlayabiliriz… Zaten antropologlar, kültür araştırmacıları ve birçok düşünür, tüketimi, statülerin, hiyerarşilerin, sembol ve göstergelerin kullanımına dayalı olarak ele alıyorlar…
Tüketim toplumunda metalaşma, bir heyula gibi her şeyin üzerine siniyor, maddi bir değere tekabül etmeyen birçok hizmeti, duyguyu, nesneyi, ilişkiyi piyasa şartlarına endeksliyor. Bu durum, kültüre de yansıyor, kültürel değerler, ürünler ve ihtiyaçlar da neredeyse tamamen pazar koşullarında şekilleniyor. Bununla kalsa iyi, pek tabii olarak kimlik inşası ve benlik algısında da tüketim ürünleri belirleyici… Metalar bizatihi benlik projeleri sunuyorlar, ona göre kültürel ve toplumsal değer kazanıyor, kazandırıyorlar. Oluşturulmuş benlik ve kimliğin sergilenmesi için de yine metalara başvuruluyor, böylece, tüketim toplumu, aynı zamanda gösteri ve gösterme toplumu haline geliyor… Hiç nazlanmadan bu konularda Karl Marx’ın ve diğer kapitalizm-gündelik hayat eleştirmenlerinin zihnimize yaptığı ufuk açıcı katkıları kabul etmeliyiz
“Hayat tarzı”, 1960’lardan itibaren tüketim kültürü içerisinde bireyselliği, kendini ifade etmeyi, stil sahipliğini çağrıştıran bir kavrama dönüşmüş. Yüzyılı aşkın bir süre önce başlayan modernliğin, geleneksel yapıyı liğme liğme çözmesi devam etmiş. Geleneksel kimliğini ve aidiyetlerini kaybettikçe şaşkolozlaşan birey, kapitalist pazardaki meta artışının kendisine sunduğu ama aynı zamanda mahkûm ettiği imkânlarla, kendisine yeni bir kimlik urbası girişmiş. Bu kimlik inşa etme sürecinde gerek yaşamın kendisi gerek bireyin kendi olma durumu ile alış veriş etkinlikleri arasında tarihin önceki devilerinde hiç görülmeyen, eşi benzeri olmayan tuhaf bir ilişki türü ortaya çıkmış… Bir insanın oturduğu, vakit geçirdiği, sahip olduğu mekan ve ulaşım vasıtları, bedeni bedenini taşıma biçimi, giysileri, konuşması, çalışırken ve tatil diye ifade edilen zamanlarda yapıp ettikleri, ne yiyip içtiği, beğenileri ve kendini ifade etme şekli, üslubu bireyselliğinin, kimliğinin işaretleri olarak görülmeye başlanmış…
Küresel tüketim kalıplarının yönlendirdiği günümüz dünyasında, dini hayat da tüm bu olup bitenlerden ziyadesiyle payını alıyor. Dini hayat, artık diğer küresel hayat formlarıyla iç içe geçiyor, buna bağlı olarak değişiyor, yer yer eriyor, ancak bir alt-kültür olarak varlığını sürdürebiliyor. Ama biliyoruz ki özellikle İslamiyet de dini değerlerle ve tüketim toplumunun anlam dünyaları çoğu zaman çatışıyor, bu yüzden aralarında kaçınılmaz bir gerilim ve mücadele ortamı doğuyor. Bilhassa İslam dininin sahip olduğu muhteva itibariyle hem sürekli olarak kendi inananlarını düşünmeye davet etmesi, eleştiri ve özeleştiriye zorlaması hem de alt-kültür olarak konumlanmaya pek müsait olmaması, tüketim kodlarıyla işlenmiş bir toplumsal vasatta belli gerilimleri kaçınılmaz kılıyor.
Sonuç olarak dini değerler ve tüketim toplumu değerleri, olanca doku farklılığına rağmen biçimde aynı toplum içerisinde yaşıyorlar, yaşamak durumunda kalıyorlar… Ve ne yazık ki kaçınılmaz olarak bir yandan tüketim toplumunun isterleri doğrultusunda tüketim olgusu neredeyse kutsallaşırken bir yandan da kutsal olan tüketime dönüşmek durumunda kalıyor. Tekrar edelim “tüketimin kutsallaşması” derken, tüketim etkinliklerine ve araçlarına çok yüksek bir önem atfedilmesi, insanlara büyülü bir atmosferde hizmet sunulmasını kast ediyorum. Aynı şekilde “kutsalın tüketime dönüşmesi” tabiriyle de dini değerlerin, sembollerin içinin boşaltılıp tüketim mantığı içerisinde tekrar sunulmasını anlatmaya çalışıyorum.
Evet, günümüzde bir yandan dini uyanış ve semboller yaygınlaşıyor bir yandan da bazılarının “dinselin burjuvalaşması” dedikleri durum ortaya çıkıyor. Bu ikisinin kesişim noktasında “İslami moda” denilen bir olgu, kitlelere açılıyor. Şüphesiz kendilerince İslami kabul edilebilirlik ölçüleri içinde İslami burjuvaziyi yeni tüketim ve tecrübe ve heyecanlarına davet ediyor… Tüketim toplumun yaşayan dindar bir insanın hayatında ve düşünce dünyasında, ikisi arasındaki zıtlıklar, sanıldığı gibi basit değil, oldukça girift bir ilişki olarak ortaya çıkıyor. Kendilerini kulluk üzerinden tanımlamaya çalışan dindar insanlar, ister istemez diğer taraftan bilinçli veya bilinçsiz olarak markaların işaret değerlerini satın almak için yarışıyorlar… Maalesef benzeri tablolar, Hac ve umre ibadetinin gerçekleştirilme süreçlerindeki gelişmeler ve yeni biçimler de görülebiliyor; metalaşmanın ve tüketim toplumuna has alışkanlıklarının dini değerlere yansıması burada bile ortaya çıkabiliyor…
Buraya kadar olan düşünce akışı ve yazdığım cümlelerin çatısının oluşturulmasında kıymetli Mücahid Pişkin’in büyük katkısı var. Onun İnsan ve Toplum Dergisi’nde yayınlanmış, “Tüketim Toplumu’nda Din ve Dini Değerler: Lüks Hac ve Umre Örnek Olayı” başlıklı yazısı, hepimize fevkalade bir bakış açısı sunuyor. Mücahid Hocanın makalesi, medyada pervasızca ve hırçın bir biçimde tükettiğimizi sandığımız bir konunun akademide kaliteli bir biçimde ele alınış tarzına misal teşkil etmesi açısından önemli. Zaten çözüm de medyatik zihinlerin hır gürlerinden tepişmelerinden değil, kıymet bilip zayi etmezsek bu tür gayretlerden çıkacak. Günümüz imtihanında hem bize yardım etmesi hem de manevi kriz içindeki dünyaya yol göstermesi açısından umudum, genç akademisyenlerde… Onların nitelikli çalışmaları, eleştiri ve özeleştiri imkan ve potansiyellerini yeniden harekete geçirebilmemiz için bize büyük fırsatlar sağlayabilir.