Tüketim Çılgınlığı Kader Değil, Tercihtir

“Tüketim toplumu, bireyin kendisini alışverişle var ettiği bir çağdır. -Jean Baudrillard

 

Yeni ve bilinmeyeni keşfetmek, ihtiyaç üretmek, almak, vermek, yiyip içmek, psikolojik istek ve arzulara karşılık bulmak ve sahip olmak gibi güdüler insanın doğasında hep var olmuştur. İnsanoğlunun yaşam serüveni, tüketim macerasıyla birlikte başlayıp gelişmiştir. Tüketim, insanın kültürel ve sosyal evrimiyle gelişerek, biçim ve özelliklerini değiştirmiştir. Toplumsal yaşama dair modern anlayışın oluşumunda 18. Yüzyılın göz ardı edilemez bir önemi vardır. Makinelerin insan yaşamına yoğun olarak nüfuz etmesiyle mal ve hizmet üretimi kitlesel boyutlara ulaşmıştır. Sosyologların tüketim kavramını incelemeye yönelmesinin nedeni de tüketimin sosyal, kültürel ve ekonomik boyutlarının toplumsal yaşamda belirleyici olmaya başlamasıdır.

Erken modern dönemde toplum “üreticilik” olgusuyla şekillenirken; geç modern dönemde “tüketicilik”  temelinde şekillenmiştir. Geç modern toplumda “tüketim” ekonomik işleyişin merkezinde yer almakta. İnsanlar dünyanın her yerinde bu yeni yaşam tarzına, gücü yeten herkesin taklit etmesiyle cevap vermektedir. Bir yaşam tarzı haline gelen tüketim, insanları yaşam alanlarının gerçekliğinden koparıp simgelerin egemen olduğu bir dünya sunmaktadır. Bu durum, geleneksel toplumlarda önemli sorunları da beraberinde getirmiştir. İhtiyaç, gereksinim, savurganlık, harcamak, israf etmek, bitirmek, yok etmek, tatmin etmek… Bugün alışveriş mağazaları, modernliğin, sanayileşmenin ve değişimin tanımlayıcı yapıların fabrikaların yerini almıştır. Bu anlamda tüketim, yaşamsal önemi olan ancak rolüne ve işlevine göre olumlu ve olumsuz anlamlar yüklenen insan ekolojisinin önemli boyutlarından biridir. Bu temel durum bizi tüketimin toplumsal rolü ve işlevini anlamaya ve sorgulamaya yöneltiyor. Tüketimin toplumsal yaşamda yol açtığı sorunlardan en önemlisi, insanı gerçek yaşamdan tecrit etme rolüdür. Tüketim yoluyla insanlar gerçekliklerinden soyutlanıp büyülü bir dünyanın içine girmektedir. Ancak işlerin yolunda gitmediği ekonomik kriz dönemlerinde bu büyülü dünyanın uykusundan uyanarak bir sarsıntı yaşarlar. Normal dönemde bireyin tüketerek tatmin olduğu tüketim nesnelerinin büyük kısmı kriz dönemlerinde kısıtlandığı için birey kendini bir anda tatminsiz ve sosyal değerler açısından bir boşlukta gibi hisseder. Kendini boşlukta hisseden birey arzu ve isteklerinin tatmin edilememesinden dolayı sosyal ve psikolojik bunalımlarla da karşı karşıya kalır. Kıt kaynaklarla geçinmeyi unutan tüketim toplumu, küçük dalgalanmalardan büyük oranda etkilenerek mutluluğuna gölge düşürür.  (Tüketim Kültürü ya da Tüketimin Yeniden Üretimi, Yrd.DçDr. Mehmet Karakaş)

 

Bir yaşam tarzı olma iddiasını taşıyan tüketim, insanların arzu ve isteklerini karşılama oranında yeni tatminsizlikler ürettiği için psikolojik açıdan mutluluk vermemektedir. İnsanlar zenginleşerek tüketimi arttırdıkça ters orantılı olarak toplumsal ilişkiler azalmakta ve kendilerini soyutlanmış bir alanda bulmaktadır. Tüketim kültürü sürekli olarak bireyin denetimi dışındaki güçler tarafından belirlenen bir ihtiyaçlar silsilesi yaratan ve herkesin tüketici olmasını gerektiren özel bir özgürlüğü zorunlu kılan bir kültürdür. Daha fazla tüketim malının talep edilmesi anlamında ihtiyaçlar ilke olarak sınırsız olmalı ve nihai olarak karşılanmamalıdır. Farklı bir açıdan bakıldığında, tüketim toplumu içinde olup biten şey aslında insan ihtiyaçlarının ön planda olması ya da nihai olarak bu ihtiyaçların karşılanması değil, üretilen malların elden çıkarılması ve onlardan kâr edilmesi temeli üzerine kurulu kapitalist bir sistemin ihtiyaçlarının karşılanmaya çalışılmasıdır. İhtiyaçların toplumsal bir içerik ve işlevleri vardır ancak bunlar çoğunlukla üzerlerinde bireyin neredeyse hiçbir denetiminin olmadığı dışsal güçler (piyasa güçleri, medya, bilim ve uzmanlık vs.) tarafından belirlenirler. Bu nedenle, yaratılan ve farklılaştırılan ihtiyaçlar, bireyin varoluş koşulları tarafından yeniden-üretilen ve sağlamlaştırılan kendi ihtiyaçları olmaktan çok, sistemin varoluş koşulları tarafından ortaya konulan ihtiyaçlar olmaktan öteye gitmemektedir.

Çağımızda tüketim çılgınlığı ve reklamların etkisi, bireysel ve toplumsal yaşamın birçok yönünü derinden etkilemektedir. Bu konuyu hem sosyolojik hem psikolojik hem de ekonomik açılardan ele almak mümkündür.

Günümüz dünyasında “sahip olmak”, “var olmak” ile eşdeğer hale gelmiştir. Reklamlar aracılığıyla insanlara sürekli daha fazlasını istemeleri gerektiği mesajı verilir. Bir ihtiyaç değilse bile, istekler ihtiyaçmış gibi pazarlanır. Bu da tüketim çılgınlığı dediğimiz kontrolsüz ve sürekli alışveriş eğilimini doğurur.

Reklamlar, artık yalnızca bir ürünü tanıtmakla kalmıyor, aynı zamanda bir yaşam tarzı, bir kimlik ve bir “değer” sunuyor. Bir parfüm yalnızca güzel kokmak için değil, çekici olmak için; bir telefon yalnızca iletişim kurmak için değil, “statü” göstergesi olarak sunuluyor. Bu algı, özellikle genç bireyler üzerinde derin bir psikolojik etki yaratıyor.

İnsanlar artık ihtiyaçları için değil, duygusal boşluklarını doldurmak, sosyal kabul görmek veya kendilerini değerli hissetmek için tüketiyor.

Eşyalar, insan ilişkilerinin önüne geçebiliyor.

Moda, trend, sınırlı stok gibi kavramlarla insanlar sürekli olarak yeni şeyler almaya teşvik ediliyor.

Sosyal medya, reklamcılığın etkisini kat kat artırmıştır. Influencer’lar aracılığıyla normalleşen lüks tüketim, birçok insan için ulaşılması gereken bir hedef haline geliyor. Bu da kıyas kültürünü doğuruyor: “Onda varsa, bende neden yok?”

Sonuçlar

Ekonomik zorluklar: Gelirinin çok üzerinde harcama yapan bireyler borç batağına sürükleniyor. Çevresel yıkım: Hızla artan üretim, doğayı ve kaynakları tüketiyor. Ruhsal sorunlar: Tüketerek mutlu olmaya çalışan bireyler, çoğu zaman yalnızlık, tatminsizlik ve depresyon gibi sorunlarla baş başa kalıyor.

Sonuç olarak reklamlar, modern insanın zihin dünyasını şekillendiren güçlü bir araç haline gelmiştir. Tüketim ise artık sadece alışveriş değil, bir kimlik inşası, bir aidiyet arayışıdır. Bu gidişat, hem bireyleri hem gezegeni tehdit etmektedir.

Tüketmeden önce düşünmek, gerçek ihtiyaçlarla arzuları ayırt edebilmek, bu çılgınlığa karşı ilk bilinçli adımdır. Birey sadece alışveriş alışkanlıklarını değil, değerlerini, önceliklerini ve yaşam tarzını yeniden gözden geçirmeli. Neye neden sahip olduğunu sorgulamalı; bu bir ihtiyaç mı, yoksa duygusal bir boşluğu doldurma çabası mı? “Gerçekten buna ihtiyacım var mı?” sorusu, basit ama güçlü bir filtredir. Etiketlere, menşei ülkelere, üretim koşullarına ve çevre etkisine dikkat etmeli, indirim tuzaklarına “almazsan kaçırırsın” algılarına direnmeliyiz. Çocuklarımıza küçük yaştan itibaren ihtiyaç ve istek arasındaki farkı öğretmeli, “tüketmek yerine üretmek”, “sahip olmak yerine paylaşmak” gibi değerleri kazandırmalıyız. Daha az eşya ile daha sade ve anlamlı bir hayat mümkün. “Az, çoktur.” felsefesiyle huzur ve sadeliği ön plana çıkarabiliriz. Reklamları filtreleyerek izlemeli, sosyal medyada sürekli tüketime teşvik eden hesaplardan uzak durmalıyız. “Trend” baskısından kurtularak kendi ihtiyaçlarımızı ve zevklerimizi önceliklendirebiliriz.

Devletler ve yerel yönetimler de tüketimi değil, tasarrufu ve sürdürülebilirliği teşvik eden politikalar üretmeli. Geri dönüşüm, tamir, takas gibi sistemler desteklenmeli. Medyada sürekli tüketimi yücelten içerikler yerine, bilinçli yaşamı anlatan içerikler çoğaltılmalı.

Tüketim çılgınlığı bir kader değil, bir tercihtir. Bu tercihi değiştirmek; daha sade, daha bilinçli ve daha huzurlu bir yaşamın kapılarını aralayabilir. İlk adım ise bireysel uyanıştır. Bunun ardından aile, toplum, medya ve devlet politikalarıyla desteklenen bir dönüşüm gerçekleşebilir…