Trump ve Netanyahu, M. bin Selman’ı Filistin konusunda tavır almaya mecbur bıraktılar
Washington ve Tel Aviv’in, Filistin’de etnik temizlik planlarını onaylayan açıklamaları, Suudi dış politikasını Kral Faysal döneminin Arap milliyetçiliği çizgisine geri dönmeye zorladı.
Washington ve Tel Aviv’in, Filistin’de etnik temizlik planlarını onaylayan açıklamaları, Suudi dış politikasını Kral Faysal döneminin Arap milliyetçiliği çizgisine geri dönmeye zorladı.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Suudi Arabistan ile yıllardır sürdürdüğü iddia edilen gizli ilişkisi birkaç gün içinde ortaya çıktı.
Netanyahu, geçen hafta Washington’a yaptığı ziyaret sırasında Channel 14’e verdiği röportajda bu konuda açık konuştu.
“Yaklaşık üç yıl boyunca gizli ilişkilerimiz oldu. Bizim tarafımızdan, ben hariç üç kişi bunu biliyordu. Onların tarafında da çok az kişi bu sürece dahildi, Amerikalılar içinde de bilenler sınırlıydı,” diye böbürleniyordu.
Eğer doğruysa ve Netanyahu’nun uydurmalarından biri değilse, bu tarz bir ilişkiyi ya karşı tarafın rızasıyla ya da sona erdiğinde ifşa edebilirsiniz. Üçüncü bir ihtimal ise bu ifadenin geçen haftaki birçok diğer açıklama gibi bir zorbanın (Netanyahu’nun) ifadesi olduğudur.
Ancak Krallık ile İsrail arasındaki ilişki, devletlerin hırsları kadar kişisel hırslara da dayanıyordu.
Kraliyet ailesinin güçlü üyelerinin sert muhalefetiyle karşı karşıya kalan genç ve bilinmeyen bir prens olarak Muhammed bin Selman (MBS), içeride iktidara giden yolun Tel Aviv ve Washington’dan geçtiğini fark etti.
Veliaht prens olarak atandıktan sonra Bin Selman, İsrail’e yakınlaşmaya devam etti ve 2017’de gizli bir ziyaret gerçekleştirdi. Filistin davası için küçümseyici manşetlerin atılmasına neden olacak şekilde Amerikan Yahudi kamuoyuna kendisini onlara yakın olarak tanıttı.
Bir yıl sonra, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı azarlayarak Filistinlilerin İsrail ile müzakere etmesi ya da “çenelerini kapatmaları” gerektiğini söyledi.
Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırılardan önce, MBS, İbrahim Anlaşmaları’na imza atmaya her zamankinden daha da yakınlaşmıştı.
Hamas saldırılarından sonra bile, Suudi Arabistan sorun yokmuş gibi devam etti.
Manevraya Yer Yok
Tam 15 ay boyunca, Filistin yanlısı hiçbir protestoya izin verilmedi ve Gazze kan ağlarken Suudi Arabistan’da festivaller devam etti. Mekke’de hacıların Filistin bayrağı açması veya Gazze için dua etmesi bile yasaklandı.
Ne Gazze’deki ölüm sayısı ne Lübnan’ın işgali ne de Batı Şeria’daki askeri operasyonlar Suudilerin tutumunu değiştirebildi.
Veliaht prens, ABD Başkanı Donald Trump’ın elinde bir dereceye kadar aşağılanmaya bile katlanmaya hazırdı. Kendisine ilk olarak hangi ülkeyi ziyaret edeceği sorulduğunda Trump, Suudi Arabistan’ın bu ayrıcalık için ABD ile 500 milyar dolarlık anlaşmalar yapması gerektiğini söyledi.
MBS’nin sıcak bir telefon görüşmesi yapmasının ardından Suudi Arabistan 600 milyar dolar taahhüt etti. Trump daha sonra talebi artırarak bu rakamın 1 trilyon dolara daha yakın olması gerektiğini belirtti.
Trump, İsviçre’nin Davos kentindeki Dünya Ekonomik Forumu sırasında “Sanırım bunu yapacaklar çünkü onlara çok iyi davrandık” dedi.
Trump, Filistinlilerin toplu olarak yer değiştirmesinden sonra Gazze’yi sahiplenme planını açıkladığında, temizlik operasyonunun faturasının Körfez ülkelerine – yani Suudi Arabistan’a – çıkacağını söyledi. Bu söylem özellikle Riyad’ı kızdırdı.
Trump ayrıca Suudi Arabistan’ın, bir Filistin devleti olmadan İsrail ile normalleşeceğini ifade ederek böbürlendi. “Suudi Arabistan çok yardımcı olacak. Ve zaten çok yardımcı oldular. Orta Doğu’da barış istiyorlar. Çok basit,” dedi Trump.
Riyad, şafak açıklaması olarak bilinen yanıtını vermek için sadece 45 dakika bekledi.
Bildiri çok az manevra alanı bırakacak şekilde netti.
“Veliaht Prens, Suudi Arabistan’ın Doğu Kudüs’ün başkenti olduğu bağımsız bir Filistin devleti kurulması yönündeki kararlı çabalarını sürdüreceğini ve İsrail ile bu şartlar sağlanmadan ilişki kurmayacağını vurgulamıştır.”
“Suudi Arabistan Krallığı ayrıca, İsrail’in yerleşim politikaları, toprak ilhakı veya Filistin halkını topraklarından etme girişimleri yoluyla olsun, Filistin halkının meşru haklarına yönelik herhangi bir ihlali kesin olarak reddettiğini bir kez daha teyit eder… Suudi Arabistan Krallığı, bu sarsılmaz tutumun müzakereye açık olmadığını ve hiçbir tavize konu edilemeyeceğini vurgulamaktadır.”
Söz savaşı giderek kızıştı.
İsrail’in Kanal 14 televizyonuna verdiği röportajda Netanyahu, zafer kazanmış gibi konuştu. Suudi Arabistan’ın Filistin devleti kurmakta bu kadar hevesliyse bunu kendi topraklarında yapabileceğini söyledi. “Suudiler, Suudi Arabistan’da bir Filistin devleti kurabilirler; orada çok fazla toprakları var.”
Bu sözler, Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Irak, Katar ve Kuveyt dahil olmak üzere Arap dünyasından büyük tepki aldı.
Pazar günü Riyad, hafta içindeki ikinci açıklamasında, “Gazze’deki Filistinli kardeşlerimizin maruz kaldıkları etnik temizlik başta olmak üzere Filistinlilere karşı süregelen bir şekilde işlenen İsrail suçlarından dikkati başka yöne çekmeye yönelik ifadeleri kesin bir şekilde reddettiğini” belirtti.
Açıklama yine yoruma yer bırakmayacak açıklıktaydı: “Bu aşırıcı, işgalci zihniyet, Filistin topraklarının kardeş Filistin halkı için ne anlama geldiğini ve onların bu topraklarla olan duygusal, tarihi ve hukuki bağlarını anlamıyor.”
Filistinlilerin kendi toprakları üzerinde hakları vardır ve ” onlar; buraya sonradan gelen, istenildiği zaman acımasız İsrail işgali tarafından sınır dışı edilebilecek kişiler değildirler.”
Geride kalmış bir dönem
Trump ve Netanyahu, sadece birkaç gün içinde kendi inşa ettikleri süreci tersine çevirdi. BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas’a İbrahim Anlaşmaları’nı imzalatmak için baskı yapan onlardı.
Netanyahu, Fox News röportajında bunu hiç saklamadı. Bu anlaşmaların Filistinlileri devre dışı bırakmak için yapıldığını söyledi ve Suudilerin hassasiyetlerini aşağıladı.
Netanyahu artık Arap dünyasına barışı zorla dayatacağını söylüyor, İsrail her şeyi fethettiğinde Arap dünyasının ona boyun eğeceğini iddia ediyor.
“Orta Doğu’daki değişimi tamamladığımızda, İran eksenini daha da küçülttüğümüzde, İran’ın nükleer silah edinmesini engellediğimizde, Hamas’ı yok ettiğimizde, bu Suudiler ve diğerleriyle ek bir anlaşmanın zeminini hazırlayacaktır.”
“Bu arada, Müslüman dünyası için de aynısının olacağına inanıyorum. Çünkü bu, güç yoluyla barış demektir. Çok güçlü olduğumuzda ve birlikte durduğumuzda, şu anda aşılamaz olarak görülen engeller değişecek,” dedi.
Bugüne kadar Netanyahu, MBS ve BAE Başkanı Muhammed bin Zayed’i, onlarla müttefik olarak ilişki kuracağız diyerek anıyordu.
Şimdi ise barışı zorla kabul ettireceğini, bu ilişkinin eşitler arasında olmadığını ve Arap dünyasının İsrail her şeyi fethettiğinde ona teslim olacağını ilan ediyor.
Tüm bunlar, Suudi dış politikasını 50 yıl öncesine, Kral Faysal’ın Arap milliyetçiliği günlerine geri döndürdü.
Ve 15 ay sonra ilk kez, İsrail’e karşı sessiz kalan ülkelerden oluşan bir Arap devletleri cephesinin ortaya çıkma ihtimali doğdu.
Önemli bir detay olarak kefiye giyen eski Suudi İstihbarat Şefi Prens Türki el-Faysal, yalnızca Arap ve Müslüman dünyasının değil, Avrupa’nın da “ortak bir tepki” vereceği konusunda uyarıyordu.
Pazar akşamı Mısır, Trump’ın Gazze Şeridi’nden Filistinlileri Gazze dışında yeniden yerleştirme önerisinin ardından “yeni ve tehlikeli gelişmeleri” ele almak için 27 Şubat’ta acil bir Arap zirvesi düzenleyeceğini duyurdu.
Erişilemeyecek kadar uzak
Bu değişimi tetikleyen şey, Filistinlilerin toplu nüfus transferine konu edilmelerinin İsrail ve ABD’nin resmi söylemi haline gelmesiydi.
Bu söylem onlarca yıldır, dini Siyonizmin aşırı kanatlarındaki siyasi tartışmaların tozlu raflarında dokunulmadan duruyordu. Ancak bu fikir artık İsrail ve ABD’nin ana politikası haline geldi.
İki milyon Filistinlinin zorla yer değiştirmesi sadece İsrail’in doğrudan komşularını değil, özellikle Suudi Arabistan olmak üzere bütün Arap ülkelerini etkileyebilir.
Trump toplu transfer konusundaki söylemini katlarken ve Netanyahu bunu “yılların en saf, en taze fikri” olarak adlandırırken, Arap başkentlerinde algılanan tehdit daha da arttı.
Dini Siyonist hareket, Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır’ın mevcut sınırlarının çok ötesinde toprak talep ediyor. Yerleşimci hareketinin lideri Daniella Weiss, Tanrı’nın Yahudi ulusuna vaat ettiği toprakların sınırlarını ifade etmekten çekinmiyor.
“Bu, Tanrı’nın Yahudi ulusunun atalarına verdiği sözdür. Üç bin kilometrekaredir. Neredeyse Sahra Çölü kadar büyük. Irak, Suriye ve Suudi Arabistan’ın bir kısmını kapsıyor.”
Eski aşırı sağcı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir artık görevde olmasa bile, İsrail şu anda Gazze Şeridi’nden daha fazla Suriye toprağını işgal ediyor, işgal altındaki Golan Tepeleri hariç. Lübnan’dan çıkmayı reddediyor. Suriye’yi kantonlara bölme planını açıkça dile getiriyor ve Türkiye’ye karşı giderek daha düşmanca bir dil kullanıyor.
İsrail’in bölgesel genişlemesinin, Suudi Arabistan Krallığı için ağır sonuçları olacak şekilde, tüm bölgeyi istikrarsızlaştırması an meselesidir.
Bunun yanı sıra, Körfez ülkelerinin Filistin meselesi karşısındaki sessizliğini sağlayan faktörler, artık 2017’deki netliğiyle mevcut değil.
İsrail ve ilk Trump yönetimi, İbrahim Anlaşmaları’nı İran karşıtı bir pakt olarak pazarlamıştı.
Ancak şimdi, İran’ın direniş ekseni, Suriye’nin kaybı ve Hizbullah’ın savaşta aldığı darbelerle zayıflarken, Suudiler İran’ı daha da köşeye sıkıştırmanın kendi çıkarlarına olmadığını doğru bir şekilde hesaplıyor.
Özellikle de İran’ın misilleme olarak düzenleyeceği ilk drone saldırılarının hedefi, Suudi Arabistan’daki petrol tesisleri olacaktır. Riyad ile yeni İran Cumhurbaşkanı arasındaki ilişkiler sıcak ve MBS bu durumu korumak istiyor.
Ayrıca MBS farklı bir konumda artık. Krallığı üzerinde tam bir kontrole sahip ve kendisinden daha genç olanlar tarafından popüler, modernleşmeci bir lider olarak görülüyor. Erişmek istediği gücün kaygan basamaklarını tırmanırken kullandığı baskı, şimdilik geride kalmış görünüyor.
İsrail’den uzaklaşmak ve Trump ile arasına mesafe koymak, ona ve Suudi Arabistan’a hem ahlaki hem de ekonomik açıdan Arap ve İslam dünyasının merkezi olma fırsatını sunuyor.
Krallık, MBS’nin iktidara geldiği dönemde olduğu gibi artık Müslüman dünyadan izole değil. Türkiye ile sıcak ilişkiler içinde. Riyad, Ankara’dan savaş gemileri, tanklar ve füzeler almak için 6 milyar dolarlık bir anlaşma yapmaya hazırlanıyor.
MBS ayrıca Filistin davasının Suudi halkı arasında ne kadar popüler hale geldiğini de fark etmiş durumda. The Atlantic’in, MSB’nin eski ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile yaptığı görüşmeye dair aktardığına göre, MBS Filistin meselesine kişisel olarak önem vermediğini, ancak halkının kendisinden genç olanlarının %70’inin bu konuya duyarlı olduğunu belirtiyor.
“Onların çoğu Filistin meselesi hakkında gerçekten fazla bir şey bilmiyordu. Bu çatışma sayesinde ilk kez bu konuya maruz kalıyorlar. Bu büyük bir sorun. Filistin meselesini kişisel olarak önemsiyor muyum? Hayır, ama halkım önemsiyor, bu yüzden bunun anlamlı olmasını sağlamam gerekiyor,” dediği bildiriliyor.
MBS, Netanyahu’nun kanlı ellerini kamuoyu önünde sıkarak ne kazanır?
Bugün, böyle bir fotoğraf karesinin onun açısından oluşturacağı sadece uzun bir olumsuzluklar listesi var.
Çok Geç
Ürdün Kralı II. Abdullah, Washington’a Arap dünyasından bir mesajla geldi. Trump’ın kulak vermesi gereken bir mesaj. Bu blöf değil. Zayıflıktan söylenmiş bir söz değil. Bu, gerçeğin ta kendisi.
İsrail’in Gazze’yi yerle bir etmesine, iki milyondan fazla insanı sürmesine, Ürdün ve Mısır’ı onları kabul etmeleri ve zengin Arap devletlerinin Gazze’yi yeniden inşa etmeleri için zorlamanın sonuçları, gerçekten de Orta Doğu’yu tamamen tanınmaz hale getirecektir. Netanyahu bu konuda haklı.
Bu durum, ABD’yi Trump ve Netanyahu’nun mezara gömüldükten çok sonra bile kaynamaya devam edecek bir dini çatışmaya sürükleyecektir.
Trump’ın içindeki pragmatist uyanmalı.
Amerika’nın bu yüzyılda Cumhuriyetçi ve Demokrat başkanlar idaresinde yürüttüğü beyhude savaşlardan çıkarılacak tek ders, bu savaşların bir kesinlik içinde başlayıp kaos içinde sona erdiğidir. Ve her zaman Amerika’nın planladığından çok daha uzun sürmüşlerdir.
Trump’ın görevi savaşı sonlandırmak olmalı. Netanyahu’nun açıkça ilan ettiği görev ise bu savaşı devam ettirmek ve tüm bölgeyi dizginlemek için genişletmek.
Bu yüzden, içine kapanan, ulusalcı ve izolasyonist bir Amerika’nın çıkarına olan şey, Netanyahu’yu ve onun “Büyük İsrail” hayallerini bu günden terk etmektir.
Çünkü yarın çok geç olabilir.
David Hearst, Middle East Eye’ın kurucu ortağı ve genel yayın yönetmenidir. Orta Doğu ve Suudi Arabistan üzerine yorumlar yapan bir analist ve konuşmacıdır. The Guardian gazetesinde dış haberler editörü olarak görev yapmış, ayrıca Rusya, Avrupa ve Belfast’ta muhabirlik yapmıştır. The Guardian’a, eğitim muhabiri olarak çalıştığı The Scotsman gazetesinden katılmıştır.
Tercüme: Ali Karakuş