Trump 2.0; Zamanın Ruhu Leviathan’ı Çağırıyor

ABD’deki ikinci Trump dönemi, sadece bir başkanlık değişimi değil, küresel siyasetteki derin dönüşümün bir yansımasıdır. Küresel istikrarsızlıklar, toplumların güçlü ve karizmatik liderlere olan ilgisini artırmış ve bu eğilim, Trump’ın popülist ve otoriter yaklaşımıyla pekişmiştir. Bu süreç, Hobbes’un Leviathan’daki güçlü merkezi otorite fikrini günümüzde yeniden geçerli kılmaktadır.
Ocak 26, 2025
image_print

ABD’de ikinci Trump döneminin başlaması, salt bir başkan değişiminden ibaret olmayıp uluslararası siyasette derin anlamlar taşıyor. Bu görüşü destekleyen başlıca neden, Trump’ın seçim kampanyası sırasında verdiği vaatler ve başkanlık koltuğunu devralır almaz imzaladığı başkanlık kararnameleri oldu. Trump yönetimiyle birlikte, bir süredir uluslararası siyasette bazı işaretleri görülen köklü bir dönüşümün eşiğinde bulunmaktayız.

Bu dönüşümün temel parametresi, güçlü ve karizmatik bir lider figürünün hem ulusal hem de uluslararası düzeyde uzlaşı ve konsensüsü göz ardı ederek tek başına karar alma ve inisiyatifkullanma yeteneğinin ön plana çıkmasıdır. Trump’ın yönetim anlayışı, liderin doğrudan müdahale ettiği ve geleneksel diplomasi kurallarını geri planda bıraktığı bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu durum, ulusal ve uluslararası ilişkilerde alışılmış düzen ve mekanizmaları sarsan bir paradigma değişimini de beraberinde getiriyor.

Bu yazının temel argümanı ABD’de başlayan ikinci Trump döneminin ulusal ve uluslararası düzlemde son dönemde ortaya çıkan kaosun ve istikrarsızlığın ürettiği bir sonuç olduğudur. Kaos ortamından kurtulmak isteyen kitlelerin güçlü karizmatik liderlere sınırsız yetki vermek suretiyle istikrar arayışı hem ulusal hem de uluslararası düzeyde uzlaşı ve konsensüsü göz ardı ederek tek başına karar alma ve inisiyatif kullanma yeteneğine sahip lider figürünü ön plana çıkarıyor. Çin’de Jin Ping, Rusya’da Putin, Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman, Türkiye’de Erdoğan’ı iktidara taşıyan ve sayılan politik figürlerin iktidarını güçlü kılan temel faktör, kitlelerin kaostan kaçma ve istikrar arayışıdır. Kitlelerin istikrar arayışı için güçlü karizmatik liderlere olan teveccühü 17. yüzyılda yaşamış ünlü siyaset bilimci Thomes Hobbes’in Leviathan yaklaşımı üzerinden analiz edilecektir. Bu argümanın doğal bir sonucu olarak bu yazıda inisiyatif alma ve karar süreçlerini tek başına domine etme yeteneğine sahip güçlü lider figürünün olmadığı politik sistemlerin ciddi bir zafiyet içine düşecekleri de savunulacaktır.

Korkunun OğluHobbes’un Felsefesinde Kaos ve Düzen

Thomas Hobbes’un hayatı, kişisel deneyimleri ve yaşadığı dönemin çalkantılı olayları, onun siyaset teorisinin temelini oluşturan karamsar bakış açısını şekillendirmiştir. Özellikle, 1588 yılında İngiltere’ye doğru yola çıkan meşhur İspanyol Yenilmez Armada’sının yarattığı korku ortamı, Hobbes’un annesini erken doğuma sürüklemiş ve Hobbes, bu durumu “korku ve ben, ikiz olarak dünyaya geldik” diyerek ifade etmiştir. Hobbes, kendisine atfedilen “korkunun oğlu” sıfatını, yalnızca hayatındaki bu başlangıç öyküsüyle değil, siyaset ve insan doğasına dair kötümser yaklaşımıyla da taşımıştır.

Hobbes, doğduğu ve yaşadığı dönemdeki toplumsal kargaşa, siyasi istikrarsızlık ve iç savaşlardan derin bir ıstırap duymuştur. İngiltere’nin yaşadığı buhranlar, çok fazla özgürlük talep edenlerle, aşırı otoriteyi savunanlar arasında yıpranmış bir düzenin göstergesi olmuştur. Bu çerçevede Hobbes, halkın çıkarlarını gözetmek yerine kişisel hırslarını tatmin etmeyi amaçlayan muhteris liderlerin, kitlelerin kızgınlık ve kıskançlık duygularını manipüle ederek ülkeyi felakete sürüklediğini gözlemlemiştir.

Hobbes’un bu kötümserliği, siyaset felsefesinin temel taşlarını oluşturur. Ona göre, insanlar doğaları gereği bencil, rekabetçi ve korku doludur. Bu durum, toplumları bir kaos ve güvensizlik ortamına iter. Bu nedenle, bireylerin kendi güvenliklerini ve refahlarını sağlamak için bir otoriteye, yani Leviathan’a, boyun eğmeleri gereklidir. Hobbes’un, siyaset ve toplum hayatında aksaklıkların ve sıkıntıların hüküm sürdüğü bir dönemde, bu sorunların kaynağını araştırmak ve çözüm yolları sunmak amacıyla yazdığı Leviathan’da ortaya koyduğu bu güçlü merkezi otorite fikri, hem onun bireysel yaşamında deneyimlediği korkuların hem de İngiltere’nin siyasi karmaşasının bir yansımasıdır.

Hobbes’a göre, insanlığın en çok özlemini çektiği şey, huzur ve düzenin sağlanmasıdır. Bu bağlamda Hobbes, toplumun bozulmuş yapısını düzeltmenin yollarını aramış ve kurtuluşun, otoriteye sınırsız yetkiler tanımakta yattığını ileri sürmüştür. Hobbes’a göre, özgürlüğün doğal sonucu anarşidir ve politik istikrarın sağlanması için özgürlük yerine itaatin tercih edilmesi gereklidir. Ancak itaatkâr bir halk, gerçek anlamda barış ve huzura ulaşabilir. Bu barış ve huzurun teminatı, mutlak bir otoritedir. Bu otorite tektir; çünkü otorite çokluğu, mutlak kudretin sağlanmasına engel teşkil eder.

Hobbes, siyasete dair karamsar yaklaşımıyla, insan doğasının ve toplumların düzen ihtiyacının karanlık bir resmini çizmiştir. Onun bu kötümser bakışı, modern siyaset teorisi için önemli bir referans noktası olmaya devam etmektedir. Hobbes, bireylerin doğal halde sürekli bir çatışma ve güvensizlik içinde yaşadığını, bu durumdan kurtulmak için güçlü bir merkezi otoriteye, yani Leviathan’a, ihtiyaç duyduğunu savunur. Ona göre, bireyler kendi güvenliklerini sağlamak adına özgürlüklerinden feragat ederek tüm yetkileri bu güçlü otoriteye devrederler.

İdealist Umutlardan Otoriter Gerçekliğe: Küresel Siyasetin Evrimi

Soğuk Savaş’ın sona ermesi, küresel siyasette jeopolitik ve askeri gerilimlerin azalacağına ve uzun vadeli bir barış ortamının oluşacağına dair umutları artırmıştı. Bu dönemde liberal demokrasinin zaferi, küresel siyasette idealist bir dönemin kapısını aralayacağına dair beklentileri güçlendirdi. Büyük güç rekabetinin sona erdiği bir dünyada, çatışmaların azalması ve uluslararası iş birliğinin artması beklentisi arttı. Ancak bu umutlar, gerçek dünya dinamikleriyle uyumlu olmayan bir iyimserlikten ibaret kaldı ve süreç tam aksi yönde gelişti.

Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber liberal demokrasinin zaferi, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teziyle birlikte idealizme dayalı bir dönemin başladığı düşüncesini güçlendirmişti. Ancak bu beklenti, 1990’lardan itibaren meydana gelen çeşitli küresel krizlerle derinleşen bir hayal kırıklığına dönüştü. Küreselleşme süreçlerinin beraberinde getirdiği ekonomik eşitsizlikler, göçmen krizleri, bölgesel çatışmalar, yeni güvenlik tehditleri ve iklim değişikliği gibi sorunlar, beklenen düzenin tam tersi bir tablo çizmesine yol açtı.

Ekonomik krizler, toplumların huzursuzluklarını artırdı ve gelir dağılımındaki adaletsizlikleri daha belirgin hale getirdi. 2008 küresel finansal krizi, neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı kırılganlıkları gözler önüne sererek dünya genelinde toplumsal huzursuzlukların ve popülist liderlere olan desteğin artmasına zemin hazırladı. Bu süreçte birçok toplum, kaotik bir ortamdan kurtulmak ve belirsizliklerden kaçış arayışıyla güçlü lider figürlerine yöneldi.

COVID-19 pandemisi, küresel siyasette ve ekonomide daha önce benzeri görülmemiş düzeyde bir belirsizlik yarattı. Pandeminin tetiklediği ekonomik daralmalar, tedarik zincirlerinde yaşanan krizler ve halk sağlığı sistemlerindeki zayıflıklar, küresel ölçekte bir güvensizlik dalgasını tetikledi. Toplumlar, bu kaotik dönemde çözüm üretebilecek güçlü ve otoriter liderlere yönelmesi dünya genelinde popülizmin ve otoriterleşmenin yükselişini hızlandırdı.

Soğuk Savaş’ın sona erdiği düşünülen büyük güç rekabeti, 21. yüzyılda farklı bir boyut kazanarak yeniden gündeme geldi. Çin’in yükselişi, Rusya’nın agresif dış politikaları ve Batı’nın buna verdiği tepkiler, uluslararası siyasette yeni bir gerilim ortamına yol açtı. Bu yeni durum literatürde II. Soğuk Savaş olarak tanımlanmaya başlandı. Ukrayna’daki savaş, Tayvan Boğazı’nda artan tansiyon ve Asya-Pasifik’teki jeopolitik dinamikler, bu rekabetin yeni çatışmalara yol açabileceğini gösteriyor. Bu gerilimler, toplumları güvenlik ve istikrar arayışında daha otoriter liderlere yönlendiriyor.

Trump’ın temsil ettiği popülist söylem ve otoriter eğilimler, küresel düzenin içinden geçtiği belirsizlikler çağında güçlü liderlik arayışının bir tezahürüdür. Trump, istikrar ve düzen vaatleriyle yalnızca ABD’nin iç politikasında değil, aynı zamanda küresel siyasette etkisini hissettiren bir figür haline geldi. Bu durum, ABD’nin de dünya genelindeki popülist dalgadan bağımsız olmadığını göstermektedir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan dönemin idealist beklentileri, küresel ölçekte yaşanan ekonomik, toplumsal ve siyasi krizlerle yerini otoriterleşme ve güçlü lider arayışına bıraktı.İkinci Trump dönemi, bu dinamiklerin Batı’daki en açık örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Bu süreç, yalnızca ABD’nin değil, tüm dünyanın siyaset sahnesinde güçlü liderlik arayışlarının egemen olduğu yeni bir dönemin habercisidir.

Bu perspektif, Hobbes’unLeviathan teorisiyle ele alındığında, modern toplumların güçlü bir otoriteye yönelme eğilimlerinin tarihsel bir devamlılık gösterdiği anlaşılabilir. Hobbes’un insan doğasına dair kötümser yaklaşımı, bireylerin doğuştan gelen rekabetçi ve güvensiz özellikleri nedeniyle kaotik bir doğal durum içinde yaşayacağını öne sürer. Bu kaosu aşmanın ve güvenliği sağlamanın yolu, bireylerin özgürlüklerinden feragat ederek tüm yetkilerini merkezi bir otoriteye devretmesidir. Günümüz dünyasında, bu otorite figürü çoğu zaman güçlü ve karizmatik liderler üzerinden somutlaşmaktadır.

Zamanın Ruhu: Otoriter Liderliğin Yükselişi ve Çoğulcu Demokrasinin Krizi

Bu yaklaşımın iki önemli sonucu bulunmaktadır: İlki, güçlü lider eksikliği yaşayan ülkelerin giderek zayıflaması ve uluslararası siyasette nüfuzlarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmalarıdır. İkincisi ise, otoriterleşme eğilimlerinin güç kazandığı bir dünyada, çoğulcu demokrasiye dönüşün giderek daha imkânsız bir hale gelmesidir.

İlk olarak, zamanın ruhu olarak tanımlanabilecek güçlü otoriter figürlerin ulusal ve uluslararası siyasette yükselişi, karizmatik lider eksikliği çeken politik sistemlerin zamanla zayıflayarak nüfuz kaybetmesi gibi bir sonucu beraberinde getirecektir. Bu dinamik, günümüzde Avrupa ülkeleri açısından da önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Özellikle Merkel sonrası dönemde güçlü bir lider figüründen yoksun kalan Avrupa ülkeleri, mevcut küresel eğilimlere ayak uydurmakta zorlanabilir.

Angela Merkel’in, Avrupa’nın istikrarını sağlayan karizmatik bir lider olarak uzun yıllar boyunca üstlendiği rol, onun ayrılışından sonra yerini dolduracak bir figürün bulunamamasıyla daha da belirginleşti. Liderlik boşluğu, Avrupa’nın siyasi ve ekonomik karar alma süreçlerindeki hızını ve etkinliğini azaltmış, birliğin koordinasyon kabiliyetini zayıflattı. Zamanın ruhuna uygun olarak liderliğin karizmatik ve otoriter bir nitelik kazanması gerektiği algısı, bu boşluğun daha da fazla hissedilmesine yol açtı.

Bu süreç böyle devam ederse, Avrupa’nın küresel siyasetteki etkinliği ciddi anlamda gerileyebilir. Güçlü liderlik eksikliği, Avrupa ülkelerinin hem kendi içlerinde hem de uluslararası platformlarda daha az etkili bir aktör haline gelmesine neden olabilir. Nitekim,uluslararası rekabetin yoğunlaştığı bir dönemde, güçlü liderler ve otoriter yönetimlerin belirleyici olduğu bir siyasi atmosferde, Avrupa’nın kendi değerleri ve karar alma mekanizmaları küresel güç dengelerinde yeterince güçlü bir pozisyon almasını zorlaştırmaktadır.

İkinci olarak, toplumların kaos ve istikrarsızlıktan kaçış arayışının beslediği otoriter eğilimler, çoğulcu demokrasiye dönüşü giderek zorlaştırmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemde ulusal ve uluslararası düzeyde çoğulculuk, liberalizm ve konsensüse dayalı karar alma süreçleri ön plana çıkmıştı. Kritik meselelerde liderden ziyade kurulların, komisyonların, parlamentoların, sivil toplum kuruluşlarının, baskı gruplarının, kanaat önderlerinin, medyanın hatta azınlıklarınkarar süreçlerinde etkili olması bekleniyordu. Bu yaklaşım, karar almanın kolektif ve kapsayıcı bir yapıda gerçekleşeceği umutlarını artırmıştı.

Ancak son dönemde küresel ölçekte yaşanan ekonomik, siyasi ve toplumsal istikrarsızlıklar, bu idealist beklentilere karşı yeni bir gerçekliği ortaya çıkardı. Bu yeni gerçeklik, karar alma süreçlerinde merkezileşme, konsensüsün dışlanması ve inisiyatif alabilen güçlü lider figürlerine duyulan teveccüh olarak kendini göstermektedir. Pandemilerden ekonomik krizlere, bölgesel çatışmalardan küresel güvenlik tehditlerine kadar uzanan belirsizlikler, kolektif karar mekanizmalarının yavaşlığı ve karmaşıklığı karşısında hızlı ve kesin karar alabilen liderlerin yükselmesine zemin hazırlamıştır.

Mevcut bu durum, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan çoğulcu demokrasi umutlarını ciddi şekilde baltalamaktadır. Toplumların istikrar ve güvenlik arayışı, çoğulculuğa geri dönüşü daha da imkânsız hale getirmektedir. Bu bağlamda, otoriter yönetim modellerine yönelim, yalnızca kısa vadeli çözümler sunarken, uzun vadede demokratik değerlerin erozyonunu hızlandırarak çoğulcu bir siyaset anlayışının yeniden filizlenmesini zorlaştırmaktadır.

ABD’deki ikinci Trump dönemi, sadece bir başkanlık değişimi değil, küresel siyasetteki derin dönüşümün bir yansımasıdır. Küresel istikrarsızlıklar, toplumların güçlü ve karizmatik liderlere olan ilgisini artırmış ve bu eğilim, Trump’ın popülist ve otoriter yaklaşımıyla pekişmiştir. Bu süreç, Hobbes’un Leviathan’daki güçlü merkezi otorite fikrini günümüzde yeniden geçerli kılmaktadır. Toplumlar, kaos ve güvensizlikten kaçmak için özgürlüklerinden feragat edip güçlü liderlere yönelmektedir. Ancak bu otoriterleşme eğilimleri, uzun vadede demokratik değerlerin zayıflamasına ve çoğulcu siyasetin erozyona uğramasına yol açabilir. Avrupa’daki liderlik boşlukları da küresel siyasette etkili olmayı zorlaştırmaktadır. Sonuç olarak, toplumlar güçlü liderlere yöneldikçe, otoriterleşme artmakta ve çoğulcu demokrasiye dönüş giderek zorlaşmaktadır.

Necmettin Acar

Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı.,
Eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünde, yüksek lisans eğitimini Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler anabilim dalında, doktorasını Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler anabilim dalında tamamlayan Acar halen Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Başlıca çalışma alanları Orta Doğu siyaseti, enerji güvenliği, Basra Körfezi güvenliği ve Türkiye’nin Orta Doğu politikası olan Acar’ın bu alanda yayınlanmış çok sayıda çalışmaları bulunmaktadır. İletişim: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır

SOSYAL MEDYA