Tıp Profesörü Muhittin Ülker’in Hatıratı
Tıp Profesörü Muhittin Ülker’in Pek Dikkat Çekmemiş Olan Hatıratı
Zannımızca bugüne kadar pek alakaya mazhar olmamış “Benim Hayatım” unvanlı hatıratın sahibi tıp profesörü Muhittin Ülker, aslen Kastamonulu olup Bartın’a yerleşmiş bir ailenin Kemaliye’de 1905 senesinde doğan bir oğludur. Edebiyat Fakültesi’nden sivil tıbbiyeye, sonra da askerî tıbbiyeye nakletmiş. Nakle fakülte dekanı müsaade etmemiş, ancak Ülker, Fuad Köprülü’nün tavassut ve şefaatini teminle tıp talebesi olabilmiştir. Baba Aziz Bey 1873 doğumlu olup askerî değil mülkî tıbbiyeden 1899’da mezun olmuş. Ülker, Almanya’da genel cerrahi üzerine ihtisas yapmış, ABD’de de göğüs cerrahisi alanında çalışmış. Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu’nun 10 sene başkanlığını yapan Ülker Türkiye Trafik Kazaları Yarım Vakfının ve Trafik Hastahanesinin de kurucusu. 1946’da Ankara Tıp Fakültesi’nin kurulmasıyla burada doçent olarak çalışmaya başlamış. Fakülte kliniğine müracaat eden kisthidatikli hastalıkların çokluğu ve bu hastalığın hasta sığırların etini yiyen köpeklerin dışkısı ile yayıldığını bilmeyen cahil halkın, bu köpeklerin dışkısını çocuklarına yedirdiğini öğrendiği zaman onları uyarmak gayesiyle Türk Hidatidoloji Derneğini kurmuş, neşriyat yapmış, konferanslar vermiş. Maalesef hasta çocuklara kurumuş köpek dışkısı yedirilmesine ben de şahit oldum. 1980’lerde misafir olduğum bir Orta Anadolu köyünde kurumuş köpek dışkısının iyice ezilip boğaza üfürüldüğünü görmüş ve o gün yemek yiyememiştim. Şayet bu hadiseye şahit olmamış olsaydık, belki hatırat sahibini aziz milletimize iftira atan biri olarak telakki edebilirdik. Ülker’in oğlu ve ayrıca kayınbiraderi Beliğ Berköz de doktordur. Dedesi Bartın Belediye reisliği yapmıştır.
Hatırat sahibi babasının Muhyiddin İbni Arabî’nin hayranı olduğunu bu sebeple kendisine Muhittin ismini verdiğini söylemektedir. Kardeşi Necmeddin’in ismi de Necmeddin Kübra’dan geliyormuş. Baba arada bir içki içmesine rağmen çocuklarına sık sık içki içmemelerini tenbih edermiş. Yazar, tüm hatırattan anlaşıldığı üzere babasının aksine laik ve seküler hassasiyetleri yüksek biri. Ezanın Türkçe okunması sebebiyle bir ara desteklediği Demokrat Parti’ye sitem ve tenkid tevcih ediyor. Fakat “müspet ilim tahsili” yapmış, tıp profesörü olmuş olmasına rağmen de “keramet” misillü şeylerin vuku bulduğunu ifadeden de imtina etmiyor.
Yazarın ilk ciddî hatırası Bilecik’in Pazarcık nahiyesine dair. 1912’deki kolera salgınında babası temizlik ve suların kaynatılarak içilmesi hususunda halkın ikaz ve aydınlatılması için imamlardan ricacı olmuş, onlar da camilerde verdikleri vaazlarla koleranın tamamen yok edilmesini temin etmişler.
Birinci Dünya Harbi esnasında ailece Sivas’tadırlar. Ulukışla’dan Sivas’a yayan tam bir ayda gelen askerleri Gazhane’de karşılayan talebelerin arasında müellif de vardır. Aziz Bey tabip olarak cephededir. Kafkas cephesindeki ricat üzerine aile Konya’ya taşınır. Konya’da İttihad ve Terakki İdadisi’ne kaydolur. Okul müdürü Erzurumlu meşhur Süleyman Necati Güneri’dir. Yazar, “milli terbiyemi bana veren Süleyman Necati idi” demektedir. Türkçe hocası ise Namdar Bey [Karatay?]’dir. Ordudan verilen iaşe yetmediği için babasının arkadaşı olan Konya Valisi Muammer Bey kendilerine yardımcı olur.
Yazarın Konya’daki bir komşularıyla ilgili hatırası hayli hazindir. Akseki’den göç etmiş Maşallah Hanım diye biri vardır. Kadının kocası ölmüş olup liseye giden bir oğlu ve bir de küçük kızı vardır. Kadın oğluna çok düşkün olup okuması için elinden geleni yapmaktadır. Sabit isimli oğlu da hayli zekidir ve ileride Mülkiye’yi bitirmiş ve hatta 1927’de Mustafa Kemal’in özel kaleminde kalem-i mahsus müdür muavini olmuştur. Ülker, tıbbıyenin son sınıfında okurken Sabit Bey’i Mustafa Kemal’le birlikte İstanbul’a geldiğinde Dolmabahçe’de onu ziyaret eder, Maşallah Hanım’ı sorar, ziyaret için adresini ister. Aldığı cevap şudur: “Vallahi kendileri bir yerlerde oturuyorlar, adreslerini ben de pekiyi bilmiyorum”. Ülker sonra şöyle devam ediyor: “Birçok anneler evlatlarını ideallerinde ne şekilde yetiştiriyorlar ve nihayet ne şekilde sükûtu hayale uğruyorlar. Buna rağmen anneler gene de evladım demekten kendini alamıyorlar”.
Harp esnasında baba terhis olup Gürün tabipliğine tayin olunca aile oraya gider. Yazara göre Gürün’de her gün 10-15 kişi açlıktan ölmektedir. Babası sadece Gürün’e değil doktoru olmayan Kangal ve Darende gibi yerlere de gidip hastalara bakmaktadır.
Babası Gürün’de Muhittin’i birgün Kadirî ayinine götürür. Kadirî şeyhi Hacı Ahmed Efendi, zikir esnasında bir tarafı topuzlu şişi kardeşi Hacı Şakir Efendi’nin göz nahiyesine batırır. Aksi tesadüf şiş bir damarı yaralar ve kanı bir türlü durduramazlar. Bunun üzerine şeyh efendi müridlerine dönerek “pis herifler, buraya abdestsiz geliyorsunuz, bu sebeple kan durmuyor” diye çıkışır. Neticede kanın durması için Aziz Bey’e müracaat edilir ve gerekli tedavi yapılır.
Darende’de “Kırlangıçlar” denilen insanlarla tanıştırılır. Bunlar göz doktorluğu yapan alaylı insanlardır. Gözünde perde olanları ameliyat eder, gözü sarar ve 24 saat müddetince de hiç açmamalarını söyler, bu süre zarfında da uzağa kaçarlarmış. Birkaç gün sonra gizlice ameliyat yaptıkları köye gelip hasta hakkında soruşturma yapar, hasta iyi olmuşsa köye girer, yoksa kaçar, bir daha da o köye uğramazlarmış. Yazar “Siirt’in[Tillo] sünnetçileri gibi Darende’nin de bu göz doktorları meşhurdur” demektedir.
Yazar liseye kaydolmak için kış vaktinde Gürün’den Sivas’a günde azami 8-10 kilometre yürüyerek sekiz günde ulaştıklarını söylüyor.
Ülker, babası Tokat’a tayin olunca lise kaydını buraya aldırır. Bu arada Millî Mücadele’nin 1919-22 devresi başlamıştır ve hatırat sahibinin bir şahitliği de ziyadesiyle mühimdir. “Birgün on Türk mahkemeye çıkarıldılar. Bunların suçları İstiklal Savaşı’ndan kaçmış olmaları idi. Mahkeme sonunda on Türk’ün de kurşuna dizilmek suretiyle öldürülmeleri karalaştırıldı….Karar verildikten sonra…Tokat’ın iki milletvekili İstiklal Mahkemesi salonuna geldi. Heyet-i hâkime ile bir müddet görüştüler”. Bu on asker kaçağından biri tekrar salona getirilir ve kendisine son bir şans daha verildiği söylenir. Mahkeme salonunda alkış tufanı kopar. Yazar bu durum için “Keşke diğer suçlular için de garanti verebilecek kıymetli şahsiyetler olsa da o Türk gençleri de kazanılsa idi” diyerek ince ve usturuplu bir sitemde bulunmaktadır. İdamdan kurutulan mahkûm da hâkimlere teşekkür eder. Diğer asker kaçakları talihsizdir. Sabahleyin dokuz mahkûm sekiz-on muhafız eşliğinde Tokat’tan 23 km uzakta bir dereye götürülür. Muhittin Ülker de onları takip eder. Dere kenarına kaçak askerler dizilir, fesleri ile gözlerini ve yüzlerini örterler. Askerî kıtaya ateş emrinden sonra dokuz mahkûm yere düşer. Fakat içlerinden üç tanesi ölmemiştir. Bunlar kaldırılarak kayalara yaslanır ve tekrar ateş emri verilir. Yazar şöyle devam ediyor: “Dehşet, korku ve heyecan içinde eve döndüm. Bir yandan zavallı Türk evlatları diye üzülüyor, diğer taraftan kanun ve nizama, kurallara riayet edilmezse vatanın selameti nasıl sağlanır diyordum. İstiklal Mahkemesi Tokat’ta aylarca suçluların cezalarını vermek için birçok kimseleri yargılıyordu. Hergün sabahleyin hükümet önüne geldiğim zaman en az 40-50 kişinin asılmış olduğunu görüyordum”. Hatıratlarda yazılanlara ihtiyat iktizasınca hareket edip hemen inanmak nasıl doğru değilse onlara sırf hatırat olduğu için hemen itiraz etmek de doğru değildir. Müellif, mühim bir tıp profesörü, üç lisandan dünyayı takip eden, hafızası kuvvetli, asker kökenli, laik-seküler ve Atatürkçü biri. Bu hatırattaki malumatın tetkiki lazım gelmektedir.
Yazarın anlattığı başka bir anekdot da dikkat çekici. Topçam civarındaki Pontusçu Rumları tenkil için Yüzbaşı İsmail Hakkı komutasında bir birlik bölgeye gönderilir. Tımarcı denilen halktan bir şahıs da doktor olarak birliğe terfik edilir. Çatışma esnasında Gözlüklü Yüzbaşı İsmail Hakkı yaralanır ve kan kaybından şehit olur. Çünkü tımarcı denilen sivil şahıs kanı durdurmasını bilmiyordur. Askerî birliklerde dahi vaziyet böyleyse milletin işi Allah’a kalmış demektir. Zaten bu sebeple halk, tabiplere çok sayıda türkü yakmıştır. Diğer meslek erbabı hatta kötü vasıflarla anılan kadılar için bile türkü yakılmamıştır. Onlar türkülerde yer edinen insanlar, doktorlar ise kendilerine türkü yakılan insanlardır. Bu sebeple Meşrutiyet’teki “halka doğru” telakkisinde ve “milliyetçilik” hareketinde tıbbiyeliler ve doktorlar mühim bir mevki ihraz etmişlerdir. Biz doktorların bugün de milletin emrinde ve hizmetinde olduklarına, küçük bir azınlık haricinde maddî menfaati öncelemediklerine inanıyoruz.
Yazar Tokat’tan imtihanlara girmek için İstanbul’a giderken Samsun’da 25 adet uçak gördüğünü, bunların Komünist Rus Hükümeti tarafından gönderildiğini öğrendiğini, Samsun’dan da İstanbul’a Şiraz vapuruyla tam sekiz günde vardığını yazıyor.
Türk Ordusu’nun İzmir’e girişi üzerine başta tıbbiyeliler olmak üzere Müslüman halk yürüyüşe geçmiş, yazar ele geçirdiği bir Yunan bayrağını parçalamış, isteyen herkese de bir parça vermeye çalışmıştır.
Yazar Refet Paşa’nın İstanbul’a gelişine, otomobilinin el üstünde kalabalıktan aşırılışına, Halife Abdülmecid’in onu fayton arabasına alarak “Cuma namazına giderken” halkın şiddetli alkışlarına şahit olmuştur.
Ziya Gökalp’in cenazesini taşıyanlardan biri de yazardır. Hatta cenaze merasimi filme alınmış, pek çok il gibi Tokat’ta da gösterilmiş, filmde oğlunu gören annesi de rica ile o filmi tekrar göstertmiştir.
Yazar Şapka inkılâbı esnasında memleketi Bartın’a gittiğinde gördüklerini “bazı müteassıp halk şapka giymiyorlar ve sokağa çıkmıyorlardı” şeklinde nakletmektedir.
Yazar İstanbul’da okuyan kızkardeşlerinin o esnada ailesinin bulunduğu Niksar’a gelirken zorluk çektiklerini de yazıyor: “Kızkardeşlerim İstanbul’da başlarında şapka, bere ve üstlerinde ceket, eteklikle dolaşıyorlardı. Fakat Niksar’a girecekleri sırada çarşaf giyinerek kasabaya giriyorlardı. Çünkü Niksar müteassıp bir muhitti”.
Yazar teğmen olarak doktor olunca yazı geçirmek için Niksar’a döndüğünde muayeneye başlar ve acil bir hasta için çağrılır. Kendisine zehirlenen genç bir hastanın kinin diye bir ilaç aldığı söylenmişse de hasta başka bir şey içmiştir. Genç çektiği sıtma sebebiyle bakkaldan sulfato (kinin) almak istemiş. Bakkal da şişenin üstünde yazılı sulfat de strichnin yazısının başındaki sulfat kelimesinden bunun sulfato olduğuna kani olmuş, genç de bir tatlı kaşığını avucuna dökerek içmiş. Köpekleri öldürmek için kullanan bu zehri alınca da birkaç saat içinde hasta ölmüş. Anadolu’da geçmişte böyle ölümcül vak’alara çokça rastlandığı malumdur.
Yazar değişik asker hastanelerinde görev yapmıştır. İzmir’de “Kibar illeti” ile malül bir homoseksüelün kibarlığını muayene etmediği için bu asker tarafından şikâyet edilmiş, ancak askerin pasif olduğu savunması üzerine ceza almadığı gibi üstelik asker Van’a sürülmüştür. Geleceğin kudretli paşalarından Ali Keskiner görev yaptığı yerde teğmen, Hüsnü Emir Paşa da müstahkem mevki kumandanıdır. Siirt’te de başhekim İbrahim Şevki Atasagun ile çalışmıştır.
Yazar bilhassa Güneydoğu bölgesinde görev yaparken şahit olduğu yolsuzlukları yazmakta ve acı şeyler söylemektedir. Ayrıca doktorlar arası kıskançlık ve rekabet sebebiyle masum insanların hayatını kaybettiğini yazdığı satırlar da hayli hazin ve ürkütücüdür.
Yazarın kendisinin alet edildiği bir cinayet hadisesi ise yine geçmişte emsaline rastlanacak cinstendir. Mardin’de bir öğretmen karısı için tenya ilacı ister. Ülker de az dozda bir ilaç verir. Ancak öğretmen ertesi sabah telaş içinde gelir ve karısının öldüğünü söyler. Hemen eve gidilir ki kadın hakikaten ölmüştür. Ülker hemen eczaneye gider ve dozun kendi yazdığı miktarda verilip verilmediğini kontrol eder. Doz, doğru şekilde verilmiştir. Toksik zehirlenmeye hükmedilir. Ülker aradan 4-5 sene geçtikten sonra Siirt’te görev yaparken öğretmenlerin kendi aralarında bir öğretmenin karısını zehirleyerek öldürüp genç ve güzel baldızı ile evlendiğini konuştuklarına şahit olup, olayın nerede geçtiğini sorup Mardin cevabını alınca olayın cinayet olduğuna hükmeder.
Ülker’in Mardin’de görev yaparken bizzat içinde yer aldığı bir hadise devlet aklına mı yoksa acziyete mi hamledilmeli bilemiyoruz. Mardin’in Nusaybin ilçesinde yaşayan Ahmet Süleyman isimli şahsın elinde 40-50 köy vardır. Kardeşinin tedavisi için Ülker’i köye davet eder. Hasta kesinleşmiş 15 senelik bir cezası olduğu için şehre gelemiyordur. Jandarma da köye gidip suçluyu alamamaktadır. Kaldı ki Ahmet Süleyman şehre geldiğinde vali ile görüşmektedir. Çünkü güney sınırımızın muhafazası Ahmet Süleyman’a verilmiştir. Vali Talat Bey, Ülker’e köye gidip tedaviyi yapması için ricada bulunur. İlginçtir, yol boyunca köylüler arabayı görünce kazma kürekleri ve işi bırakıp Ahmet Süleyman’ın elini öpmekte, ayağına kapanmaktadır. Oysa o gün bir cenaze olduğu için karşılama böyle gösterişsizmiş. Normalde Ağa şehir dönüşünde davullar-zurnalar, halaylar, silah tarrakaları ile karşılanırmış.
Ülker, stajı bitirdikten sonra ihtisas için Gülhane’ye gitmek kendi hakkıyken iltimas[torpil] ile başka birinin alınması üzerine sınırdan kaçıp Arabistan’a oradan da bir Batı ülkesine geçmeyi bile düşünür.
Ülker’in askerî birliklerin suçlu arama esnasında köylerde yaptığı zulüm boyutundaki haksızlıkları yazması vicdanlı olduğuna bir delildir. Maalesef askerlerimiz kimi zaman köylülere düşman muamelesi yaparmış.
Ülker’in askerî tıbbiyede başına bela olan Mazlum isimli bir komutanı vardır. Bu, sonradan paşa olmuş ve Genelkurmay’da sağlık biriminin başına geçmiştir. Elinden gelen hiçbir fenalığı esirmemektedir. Ülker’in asistanlık işini bu paşa engellediği gibi Almanya’ya ihtisasa gitmesine de mani olmaktadır. Ancak Ülker’in annesi işin peşini bırakmaz ve hatta bakandan bile randevu alarak oğluna yapılan haksızlığa son verir.
Ülker’in Almanya hatıraları da ilginçtir. İhtisas yaptığı klinikte erizipel-yılancık hastalığı sebebiyle pek çok hasta ölmektedir. 1930’ların başında henüz Penicilin ve antibiyotikler de bulunmamıştır. Kendisi ise Mardin’de görev yaparken bir Fransız mecmuasında erizipelin “Rivanol” ile başarılı bir şekilde tedavi edildiğini okumuştur. Münih Cerrahi Kliniği direktörü Prof.Lexer, kürsü dersinde çare için prontozil isimli ilacın ismini vermiştir. Fakat bu ilaç da hastaların ölümüne mani olamamıştır. Birgün sağ dirseğindeki bursitis[iltihaplanma] sebebiyle ameliyat olan ancak komplikasyon neticesi erizipele yakalanan genç bir kıza da tatbik edilen tüm tedavinin neticesiz kalması üzerine Ülker, istasyon şefi Dr.Löfler’e kızın son günlerini yaşadığını ve tedavinin kendisine bırakılmasını rica eder. Löfler, “benim hiç haberim yokmuş gibi hareket et” der ve Ülker, Rivanol’u havanda ezerek ve eterle karıştırarak haricen tatbik eder. Hastada önce ateş düşer, sonra da hasta şifa bulup sıhhate kavuşur. Şayet Ülker’in hatıratına inanacak olursak klinik bu müspet neticeye rağmen Rivanol’un kullanılmasını kabul etmemiş ve hastalar ölmeye devam etmiş. Ülker’in yorumuna göre bu, ya bir Türk’ün tedavide başarılı olmasının Almanlara güç gelmesi ya da tedavi şekli ve ilacın Fransız menşeli olması sebebiyle kabul edilmemiştir.
Ülker, hastanede çocuk kliniğinde Almancasını da ilerletmek için çocuklarla çok yakın ve sıcak bir temas kurmuştur. Onlara bol bol çikolata ve şeker götürmektedir. Ancak hastahanedeki diğer kliniklerde olduğu gibi çocuk kliniğinde de kilise hemşireleri görevlidir. Mutaassıp hemşireler Müslüman bir doktorun çocuklarla ilgilenmesinden rahatsız olup onları çocukları örgütler. Birgün koğuşa giren Ülker’e 15-20 civarındaki çocuk yataklarından doğrularak ve hep bir ağızdan “Herr Dr. Ülker Muhammet ise taufel” yani “Dr.Ülker Bey, Muhammed bir şeytandır” der. Ülker de Almanca “terbiyesizler” diye bağırır ve çocuklar mahcup bir halde başlarını önlere eğerler. Ülker durumu Dr.Löfler’e anlatır ve o da Katolik hemşireye sert bir şekilde ihtarda bulunur. Malum olduğu üzere hemşirelik ile kilise arasında çok yakın bir bağ vardır ve bu pek çok eserin konusu olmuştur. Hemşireliğin bir şefkat mesleği olduğuna dair de mebzul kitap ve makale mevcuttur.
Ülker, Hamburg’daki ihtisasında ise birgün İstiklal Harbi’nden sonra Almanya’ya gelen Necati Bey isimli şarkiyat profesörü ile tanışır. Necati Bey, Ülker’i Türk yemekleri yemek için evine davet eder. Cacık bol sarımsaklıdır. Sarımsak kokusu ertesi gün de gitmez ve ameliyat esnasında Profesör Konjetzniye, bu kokudan hayli rahatsız olur ve kimin sarımsak yediğini sorar. Ülker çok mahcup olmuştur. Türklerin sarımsak aşkı öyle kolay vazgeçilecek cinsten değilmiş ki Almanya’yı bile tanımamış.
Ülker Almanya ihtisasını tamamlayıp tenle yurda dönerken Bulgaristan sınırında bir Türk ailenin sınırdışı edilişine şahit ve istasyonda etrafını saran Bulgaristanlı Türklerin İsmet İnönü’nün gerçekten istifa edip etmediği sorularına muhatap olur. Bu durumda sene 1937 olmalıdır. Mazlum Paşa, kinle harekete devam eder ve bu defa Ülker’i Siirt’te görevlendirir. Burada da doktorlar arası rekabet ve kıskançlığın anlatıldığı satırlar hayli moral bozucudur. Zannediyoruz ülkemiz hayli ilerlemiştir ve şimdilerde doktorlarda asla ve kat’a kıskançlık, kuyu kazma gibi zaaf ve nakiseler görülmüyordur.
Ülker’in şahitliği başka, bazı şahsî ve indî mütalaa ve kanaatleri ise başkadır. Mesela “Siirt dünyanın en pis ili idi. Bu kadar pis olmasına sebep il içinde ve civarda suyun olmayışı idi. Bundan başka halk şafi idi. Dini kurallar Şafii mezhebinde temizlik için yeterli olarak vazedilmemiştir” gibi sözleri indîlik yanında aynı zamanda bir haksızlıktır da. Ülker ayrıca Doğu’da ve Siirt’te trahomun çok fazla görülüşünü kara sineklerin çokluğuna bağlamaktadır. Ülker, Tillolu sünnetçilerin meşhur olduğunu zaten kendisini ve kardeşini de bunların sünnet ettiğini yazmaktadır. Ancak her şeye rağmen Almanya’da ihtisas yapmış bir hekimin Doğu illerinde görevlendirilmesi önemlidir. Kanaatimizce İstanbul, Ankara ve İzmir gibi yerlerde uzun müddet vazife görenler değil de Anadolu’da dolaşmış kamu görevlileri tarihe ve geleceğe daha mühim yadigârlar, hatıralar, bırakmış, idarede de tatbike medar teklifler sunmuşlardır. Sanat ve edebiyatta başarılı olanlar arasında Anadolu’nun muhtelif yerlerinde vazife ifa etmiş çok sayıda ismin olması da dikkat çekicidir.
Ülker, Balıkesir’e tayin olduğunda Askerî hastanenin karşısındaki Balıkesir lisesinin doktorluğunu ve bir sınıfın Almanca öğretmenliğini de yapmıştır. Aslında bu gibi anekdotların detay tarihçiliğinde ziyadesiyle önemli olduğunu söyleyebiliriz. Yazar burada görevli iken Orgeneral Mahmut Beköz’ün kızı ile evlenir. Ülker’in burada anlattığı bir hadise de çarpıcıdır. Bir hâkim subay eşini muayene ettirmek üzere hastahaneye gelir. Ülker, akut apandisit teşhisi koyar ve ameliyat tavsiye eder. Hakim subay eşini bazı nisaî rahatsızlıklar sebebiyle doğumevine muayene götürür. Hastahaneye dönüşte “apandisit yokmuş, taburcu olmak istiyoruz” derler. Ülker durumun ciddi olduğunu söylemesine rağmen iknaya muvaffak olamaz. İmza mukabilinde hasta taburcu edilir. Hastayı gittiği Susurluk’ta da muayene eden doktorlar hastalığı tespit edemez. Hastalık ilerlemiş şekilde 15 gün sonra tekrar Ülker’e gelirler. Hastanın genel peritonit[karınzarı iltihaplanması] sebebiyle ağır bir durumda olduğunu tespit eder. Başka bir doktor hastayı kurtaramayacağı gerekçesiyle ameliyat yapmayı reddeder, ancak yine de Ülker’i asiste eder. Ameliyattan üç gün sonra hasta genel peritonitten kurtulamayarak vefat eder. Hastanın eşi hakim yüzbaşı Ülker’i dava eder. Oysa Ülker’in hiçbir hatası yoktur ve bu dava ancak 1950’de iktidar olan Demokrat Parti’nin çıkardığı af ile düşer.
Ülker, İstanbul Sarayburnu Hastahanesi’ne tayin olduğunda bir gün İstanbul Milli Eğitim Müdürü kurşun ile vurulmuş olarak hastaneye gelir. İlkokul öğretmenleri askeri hastanenin avlusunu doldurmuşlardır. Üniversite rektörü Tevfik Sağlam, Kazım İsmail Gürkan gibi hocalar konsültasyona gelir. Ameliyatı Ülker yapar ama ameliyathanede bulunan Gürkan’a da sadece ipliğin düğümlenmesini rica eder. Gürkan’ın tek yaptığı budur. Ancak gazeteler İstanbul Maarif Müdürü Halil Vedat’ın Sarayburnu Askerî Hastahanesi’nde Prof. Kazım İsmail Gürkan tarafından ameliyat edildiğini yazarlar. Gürkan da röportajlarda kurşunu kendisinin çıkardığını ifade etmektedir. Bu haberler üzerine Ordu Sıhhiye Müfettişliğinden başhekimlik kanalıyla Ülker’e askerî bir hastanede nasıl olur da cerrahi şefi varken başka bir doktor bu müdahaleyi yapar diye bir ihtar yazısı gelir. Ülker de olanı cevabi bir yazıyla bildirir. Şayet yazılanlar doğruysa Gürkan’ın yaptığı meslek ahlakına çok açık bir aykırılıktır.
Ankara Tıp Fakültesi’nin kurulmasından sonra Ülker buraya müracaatta bulunur. Ancak yaşı kırkı geçtiği gerekçesiyle doçentlik imtihanına alınmak istemez. Ancak Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in bu “hususta yeni yıl Mart’ta başlar ve Mart’a da daha 4-5 ay var” yorumu üzerine 1946 tarihinde doçentlik imtihanına girmeye hak kazanır. İmtihanı kazanır ve askeriyeden izinle üniversiteye nakleder. Ülker kısa bir süre sonra ihtisas için ABD’ye gider. Yolda gemide ağır şekilde hastalanır, zatürre olur. Gemideki penisilin ile kurtulur.
Ülker’in ABD hatıraları da ilginç. Mesela çalıştığı bir klinikte bir doktor menfaat ve ameliyat yapmak için birçok hastaya kronik apandisit teşhisi koymaktadır.
ABD’de göğüs cerrahisi ile edindiği bilgileri Ankara’da uygulamaya başlar. Göğüs cerrahisinin ülkemizde bilinmediğini, torakoplasti, birkaç perikardit ameliyatları, iki kalp yaralanması bir çocuğun kalbine saplanıp kalp içinde kalan iğne, özofagoplastı, pnömenektomi ve lobektomi vakalarının ilk defa tarafından yapıldığını söylemektedir. Ülker, Ankara Tıp’ta da hatta isim vererek menfaatini düşünen hocalar olduğunu iddia etmektedir.
Ülker, kanser hastalığı ve hastahanesi yolundaki gayretlerini uzun uzun anlatmakta, bu hastane için bağış yapan Ahmet Andiçen isimli hayırseveri yad etmektedir. Andicen DP’lidir ve 27 Mayıs darbesinden sonra sırf DP’li olduğu için malvarlığına el konuşmuştur. Hastahanenin projelerini Orhan Alsaç yapmıştır. Alsaç, malum, Tuna kökenli muhacir bir mimardır. Ülker bu hastanenin yapımı ve Kanser Araştırma Kurumu’nun yönetimi ile ilgili de doktorlar arasındaki inanılmaz kıskançlıklardan bahsetmektedir. Hatta Ülker, kimi doktorları isim de vererek ruh hastası olarak itham etmektedir.
Ülker 27 Mayıs darbesi ile ilgili de bir şeyler yazmaktadır. DP’ye meyyal olan Ülker, ezanın Arapça okunması sebebiyle kırgınlık duyduğunu ifade ve DP’nin öteki partilere sabır ve tahammül göstermesini bilmediğini, muhalefet partisinin reaksiyonlarına da olgun davranışlarda bulunamadığını iddia etmektedir. Aslında Ülker, satır aralarında CHP’nin şirret bir muhalefet sergilediğini de kabul etmektedir.
Ülker’in 27 Mayıs’a dair bir şahitliği ise hayli mühimdir. Ülker’in ifadesine göre 5-6 CHP’li milletvekili DP’lilerden dayak yiyerek tedavi için kendisinin görev yaptığı ikinci cerrahi kliniğine müracaat eder. Yaralıları ziyaret için İnönü de gelir. Binlerce insan kliniği doldurmuştur. Ülker, neden bu tür hadiseler oluyor diye sorduğu esnada yanına yaklaşan meslektaşı Adanalı Kemal Satır “iki gün sonra her şey halloluyor” der. Satır, o sıralarda İnönü’nün en yakınındaki isimlerden biridir ve cuntanın CHP ile sıcak temasta olan kanadından devamlı taze bilgi almaktadır. Cüneyt Arcayürek de Turgut Göle ve Ali İhsan Göğüş gibi isimlerin darbenin olacağını önceden bildiklerini kendisine ifade ettiklerini yazmaktadır. 27 Mayıs öncesi pek çok CHP’li çizik dahi olmayan vücutlarında, kafalarında sanki darp izi varmış gibi görüntü vermiş, hatta meşhur bir milletvekili kafasını çok ağır darbe almış gibi sarmış, böylelikle darbeye gerekçe ve meşruiyet sağlamaya çalışmışlardır.
Ülker, Kanser hastanesininin işletilmesi devresinde bütçeden para aktarılması için en fazla gayret edenlerin başında Sadık Perinçek’in geldiğini yazmaktadır. 1970’de Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu’nun genel kurulunda kendisine kumpas kurulduğunu, hatta divan başkanı baba dostu öğretmen Halis’in oğlu Avukat Yekta Özden[?]’in bile ayarlandığını, bunun üzerine ismini adaylıktan çekip salondan çıktığını yazmaktadır.
Ülker, hep menfi şekilde bahsettiği Orhan Toygar’ın bir gün kendisinden çok kıymetli bir kitap istediğini, hemen iade edeceğini söylediğini, ancak uzun müddet ve müteaddit defalar istemek suretiyle kitabı aldığını, ancak kitabın içindeki renkli planşın yırtıldığını gördüğünü, nasıl olduğunu sorduğunda da “ben yırttım ve kopyesini çektim” cevabını aldığını, “bu kıymetli kitabımın kasten böyle bir işleme tabi tutulmasına sinirlenmiştim. Orada kendisini linç etmeye terbiyem müsaade etmedi. Sadece kendisine, sana bundan sonra kitaplarımın şeklini bile göstermem dedim” dediğini yazmaktadır.
Ülker’in son gayreti Trafik Hastanesi kurmak olmuştur. Ülker, rahatsızlanmış, ancak 1975 senesi itibariyle Türkiye’de mide kanseri olduğu teşhis edilememiş, ancak tam bir sene sonra Almanya’da yapılan tetkikler neticesi durum anlaşılmış ve ameliyat olmuştur. Ancak Ülker kısa bir süre sonra vefat etmiştir.
Doktor hatıratları ziyadesiyle önemlidir. Ülker’in yaşadığı dönem sosyal tarih, hatta kültür tarihi açısından da hayli mühimdir. Ancak Ülker tıp sahasında gayretli ve çalışkan biri olmasına rağmen sanat ve kültür müktesebatı zayıf biri portresi çizmektedir. Bu sahada hiçbir hatırasına veya anekdota yer vermemiştir.
Not: Bu kitabı bir sahafta gördüm, hiss-i kable’l- vuku mühim bir hatırat olduğuna hükmettim ve pazarlıksız 7,5 TL’ye aldım. 3,5 liraya satılan kitapları küçümsememek gerekir.