Tarihi Yeniden Yazmanın Zamanı Gelmiştir
Revizyonizm’in Yeniden Canlanması
Hollandalı tarihçi Pieter Geyl’e göre, “Tarih, sonu olmayan bir tartışmadır.” Elbette onun demek istediği şuydu: Geçmişi belli bir anda nasıl gördüğümüz, sonsuza kadar ve tüm gelecek nesiller için geçerli ve doğru olamaz. Tüm disiplinlerde ve bilimlerde olduğu gibi, doğru olduğuna inandığımız şeyleri her zaman yeniden değerlendirmek ve yeniden düşünmek gerekir. Nitekim, bir başka Hollandalı tarihçi olan Johan Huizinga’nın da gözlemlediği üzere, her nesil tarihi yeniden yazmalıdır.
Ne var ki durum bundan oldukça uzaktır. Güçlü çıkar çevreleri, tarihin sonu olmayan bir tartışma olmasını istemedikleri gibi, tarihin her ardıl nesil tarafından yeniden yazılmasını da arzulamazlar. Bu çıkarların başında, dünyadaki iki yüz devlet gelir. Onlar için tarih (okullarda ve üniversitelerde öğretilen), gençlere bir tür kolektif ruh aşılamada vazgeçilmez bir araçtır. Yeni kuşakların, kendi devletlerinin ve uluslarının, komşu ulus ve devletlerden bir şekilde daha eşsiz ve daha üstün olduğuna (genellikle bu kadar açık bir biçimde ifade edilmese de) ikna edilmesi gerekir. Bu da demektir ki, resmi tarih—tıpkı coğrafya gibi, üç temel ders dışındaki pek çok ders gibi—itaatkâr vatandaşlar yaratmak için kullanılan bir propaganda aracıdır.
Ah, diyeceksiniz, neyse ki araştırma yapmak ve gerçek tarihi kaydetmek için zamanlarını harcayan akademisyenlerin bulunduğu üniversitelerimiz var. On dokuzuncu yüzyıl Alman tarihçisi Leopold von Ranke’nin sözleriyle, “tarihçinin görevi, geçmişi olduğu gibi, önyargısız ve kişisel yorumlardan uzak biçimde sunmaktır.” Kuşkusuz, dünyanın dört bir yanındaki binlerce üniversite ve yüksekokulda ders veren birkaç tarihçi, Ranke’nin bu ilkesini izleyerek gerçekten bunu yapmaya çalışmaktadır.
Ama durum hiç de öyle değil. Diğer tüm iş kollarında olduğu gibi—özellikle neoliberalizmin hüküm sürdüğü “Batı”da—tüm akademik çalışmalar, özellikle de araştırmalar, kökünden yozlaşmış durumda. Günümüzün akademisyenleri ve üniversite hocaları, geleneksel ana akım medyanın “basın fahişelerinden” (presstitute) farksız. Tek fark, akademisyenlerin süslü akademik unvanlara ve doktora derecelerine sahip olmalarıdır (alan ne kadar muğlak ve belirsizse, o kadar iyidir!). Temelde, akademik araştırmaların büyük çoğunluğu—özellikle de tarih araştırmaları—fahişelikte yaygın olan iş modeline göre yürütülmektedir: Müşteri öder ve istediğini alır.
Tarihsel disiplinin, yani tarihin, uzun zamandır yönetici elitler tarafından ele geçirildiği inkâr edilemez. Bu sürecin başlangıcı, aşağı yukarı on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaygın okuryazarlığın ortaya çıkışı ve modern kitle iletişim araçlarının doğuşuyla aynı zamana denk gelir. O andan itibaren, pek çok ülkede tarih disiplini, akademik itibar kazanmış bir propaganda aygıtından ibarettir. Bu yönüyle, kamuoyunu etkilemek üzere tasarlanmış karmaşık bir yapının parçası hâline gelmiştir. Geniş halk kesimlerinin kendi görüşlerini bağımsız biçimde oluşturmasına elbette izin verilemezdi. Sürüden ayrılan birkaç başına buyruk birey ise, koşullara göre “gereken şekilde” cezalandırılabilirdi. Bu “entelektüellerin” görüşlerini dile getirmelerine, susturulmaları gerektiği ana kadar izin verilirdi.
Bazı durumlarda ise, tıpkı yakın zamanda ABD’de Charlie Kirk’e olduğu gibi, onları kalıcı biçimde ortadan kaldırmak gerekebilirdi. Ukrayna’da Gonzalo Lira’nın başına gelenler (2024) dikkate alındığında, onun bu tür acımasız, şiddetli sansürün ne ilk ne de son kurbanı olduğu açıktır.
Bazı tarihçiler diğerlerinden daha asi olma eğiliminde olduğundan, tarih disiplininin erken dönemlerinden itibaren “muhalif” tarihçiler ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, 1920’lerde resmi tarih yazımını—özellikle I. Dünya Savaşı bağlamında—eleştiren çalışmalar yayımlamaya başlayan Harry Elmer Barnes’tır. Böylece Barnes, ABD tarih yazımında Revizyonizm olarak bilinen geleneğin öncülüğünü yapmıştır.
Revizyonizm üç temel direğe dayanır. Birincisi, resmi anlatıya yönelik şüphe; ikincisi, bu anlatıyı destekleyen kaynakların yeniden yorumlanması; üçüncüsü ise, alternatif ya da revizyonist bir yorumu desteklemek amacıyla ihmal edilmiş ya da yeni belgelerin kullanılmasıdır. Barnes ve takipçilerine “revizyonist” denilmiş olması bile, tarih yazımının o dönemde çıkmaza girdiğinin kanıtıdır; zira nihayetinde tarih gerçekten de “sonu olmayan bir tartışma” olmalıdır.
Arjantin ile birlikte ABD, tarihsel revizyonizmin geliştiği ve okur kitlesinin önemli kesimleri tarafından memnuniyetle karşılandığı ve desteklendiği tek ülkedir. ABD’de revizyonizm, ülkenin dış politikasına ve I. Dünya Savaşı’na katılımına tepki olarak doğarken; Arjantin’de, ülkenin 19. yüzyıl tarihine yönelik liberal yorumlara getirilen eleştirilerden kaynaklanmıştır. Bu nedenle, Arjantin’de revizyonizmin hiçbir zaman kötü niyetli, kendini beğenmiş karalama kampanyalarının hedefi olmamış olması şaşırtıcı değildir.
1.Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle 1960’lardan itibaren, Revizyonizm yeniden sahneye çıktı; bu kez Yahudi gruplar ve örgütlerce sahiplenilen “mağduriyet tekeli”nin arka planındaki olaylara odaklandı. Holokost anlatısı tam olarak şekillendiğinde ve tüm Kolektif Batı’ya dayatılmış seküler bir dine dönüştüğünde, 1945 sonrası Batılı Müttefikler tarafından zorla kabul ettirilen gülünç siyah-beyaz anlatının ayrılmaz bir parçası hâline geldi.
Bugün Revizyonizm artık yalnızca ABD ile sınırlı değildir. Aksine, uluslararası bir olgu hâline gelmiştir; ne var ki, ABD Anayasası’nın Birinci Ek Maddesi sayesinde, Amerikalı tarihçiler Avrupalı meslektaşlarına kıyasla bu alanda daha özgürce çalışabilmektedir. 1960’lardan bu yana Revizyonizm, II. Dünya Savaşı’nın resmi anlatılarına, özellikle de Avrupa Yahudilerinin yaşadığı yargılamalar ve acılara odaklanma eğiliminde olduğu için, doğası gereği “antisemitik” olmakla suçlanmıştır. David Irving gibi seçkin ve vicdanlı tarihçiler bile bu yaftayla anılmıştır ki, bu Kolektif Batı’da adeta sosyal bir “ölüm öpücüğü” anlamına gelir.
1.Dünya Savaşı’na ilişkin katı tarihsel anlatı, tarihin tam anlamıyla bir karikatürüdür; bu anlatıda savaş, bir tür kıyamet mücadelesi olarak resmedilir: bir yanda saf beyaz azizler, öte yanda ise Almanca aksanlı kötü canavarlar vardır. Bir bakıma, bu anlatı, Rab İsa Mesih’in (Winston Churchill ve Franklin Delano Roosevelt’in şahsında temsil edilen) şeytanın kendisiyle—yani elbette Hitler’le—girdiği mücadelenin seküler bir versiyonu gibidir.
Oysa bugün, 1945’ten sonra inşa edilen “Tersine Çevrilmiş Hakikat Tapınağı” yıkılma sürecindedir. İronik bir şekilde, bu süreci başlatan ve büyük ölçüde yürüten taraf olarak, “Dünyanın En Ahlaklı Ordusu” unvanıyla anılan İsrail Savunma Kuvvetleri’ne itibar verilmelidir. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e gerçekleştirdiği sürpriz saldırı artık sahte haber olarak kanıtlanmıştır. Bu bile başlı başına, sembolik denebilecek kadar fazla rastlantının bulunmasından dolayı anlamlıdır: 7 Ekim, 1571’de Osmanlı donanmasının Papalık ve İspanyol donanmaları tarafından yok edildiği Lepanto Savaşı’nın yapıldığı gündür; aynı zamanda, 2001 yılında ABD’nin ve bazı NATO müttefiklerinin, 11 Eylül’de New York’taki üç WTC kulesinin yıkılmasına yanıt olarak Afganistan’ı işgal ettikleri gündür.
Hamas’ın İsrail’e gerçekleştirdiği iddia edilen bu sürpriz saldırı, Dünyanın En Ahlaklı Ordusu’na Gazze’ye “karşılık verme” ve BM’nin bile resmî olarak açık bir soykırım olarak tanımladığı süreci başlatma konusunda altın bir fırsat sundu. Gazze, General Eisenhower’ın emriyle milyonlarca Alman savaş esirinin barınak ve yiyecek olmadan tutulduğu kötü şöhretli Rheinwiesenlager’in Akdeniz versiyonuna dönüştürüldü. Bu kamplardaki yaşam (ve ölüm) koşulları, Nazilerin işlettiği kampların çoğundan, en kötü Gulag’dan, Japon toplama kamplarından ve 1940’ta Almanların işgalinden önceki Fransa’daki kamplardan çok daha kötüydü.
Artık Dünyanın En Ahlaklı Ordusu devasa bir toplama kampı işletiyor, soykırım yürütüyor ve hastaneleri, sivilleri düzenli olarak bombalıyor; bombardımanlar arasında onları açlığa mahkûm ediyor. Artık mağduriyetin tekelini elinde tutmak için hiçbir gerekçe kalmamıştır. Ancak sorun şu ki, İsrail Devleti tam da bu kavram üzerine kurulmuştur.
Daha geniş anlamda ise, Almanlara atfedilen bitmek bilmeyen “savaş suçları” litanyası ne olacak? Eğer Dünyanın En Ahlaklı Ordusu’nun Gazze’de yaptıkları savaş suçu olarak değerlendirilmiyorsa, peki savaş suçu dediğimiz şey nedir? Batı’da geçerli tarih yazımına göre (Nürnberg Kanguru Mahkemesi’nin kararlarına dayanan), savaş suçu, II. Dünya Savaşı sırasında bir Alman askeri tarafından işlenen herhangi bir suçtur. Batılı tarih yazımının ölçütlerine göre hiçbir Amerikalı, İngiliz, Fransız ya da Sovyet askeri—aslında hiçbir müttefik askeri—savaş suçu işlememiştir. Aynı mantığa göre, Churchill, Roosevelt ve Truman gibi soykırımcı manyaklar, Alman ve Japon şehirlerine düzenlenen bombardımanlarda masum sivillerin toplu katliamına emir verdikleri hâlde savaş suçlusu sayılamaz. II. Dünya Savaşı’na dair Batı tarihçiliğinin özü ve savaş sonrası dönemin tamamı, bugün Gazze’de yaşanan soykırım tarafından yerle bir edilmektedir.
Aklıma başka hassas konular da geliyor. Örneğin, direniş savaşçıları. II. Dünya Savaşı’nın resmî anlatısında, Batı Avrupa’daki direniş—özellikle Fransa, Belçika ve Hollanda’da—kahramansı, neredeyse efsanevi bir statüyle yüceltilir. Direniş üyelerinin kahramanlıkları abartılı ifadelerle övülür, Almanları yenilgiye uğratmadaki rolleri fazlasıyla abartılır. Oysa direnişin askerî bakımdan hiçbir önemi olmamıştır. Gerçek şu ki, Almanya’yı mağlup eden Kızıl Ordu’dur ve Avrupa’yı işgal eden, kültürünün ve medeniyetinin kalıntılarını yok edenler ise ABD’li “kurtarıcılardır”.
Gazze’ye hızlıca geldiğimizde ise, Hamas’ın İsrail “Savunma Gücü”ne karşı direnişi küçümsenmekte, alaya alınmakta ve şeytanlaştırılmaktadır. Batı’daki geleneksel medyaya göre Hamas direnişçileri, öldürülmeyi hak eden teröristlerden ibarettir. Peki, Batı’daki politikacılar ve medya organları, toprakları işgal edilen Filistinlilerin ve Gazzelilerin kendilerini savunma hakkını nasıl inkâr edebilmektedir?
Elbette Batılı elitler, kendi propagandalarıyla İsrail propagandası arasındaki çelişkileri ve tutarsızlıkları bir süre daha görmezden gelmeye devam edebilirler. Ne var ki bu durum, Gazze soykırımının suç ortakları olduklarını daha da açık biçimde ortaya koymaktadır.
Dünyanın En Ahlaklı Ordusu, son yüzyılın tarihinin köklü bir biçimde yeniden yazılmasının önünü açarak dünyaya büyük bir iyilik yapmıştır. Aslına bakılırsa, 1914’ten bu yana olan tüm tarih yeniden yazılmalıdır. Churchill ve FDR’den Omaha Plajı’nın “kahramanları”na, paha biçilmez sanat hazineleriyle dolu Avrupa şehirlerini bombalayan, milyonlarca masum sivili öldüren cesur RAF ve USAAF pilotlarına kadar bu sözde kahramanların tamamı, bulundukları kaidelerden indirilmelidir. Onların adını taşıyan pek çok cadde ve meydan yeniden adlandırılmalıdır. Avrupa’da artık Churchill Caddeleri ve Roosevelt Sokakları olmamalıdır!
Aynı zamanda, bugüne dek kötü adamlar ya da anti-kahramanlar olarak görülen pek çok kişi, yeni ve revizyonist tarih yazımı çerçevesinde yeniden incelenmeyi ve onlara yeni roller verilmesini hak etmektedir. Ancak bu, hâlâ kahraman olarak kabul edilen herkesin rütbesinin indirilip kötü adama dönüştürülmesi gerektiği anlamına gelmediği gibi, tersi de geçerli değildir.
Artık geçmişin tarafsız biçimde yeniden ele alınmasının, atalarımızın kararlarını ve eylemlerini anlamamızı sağlayan bir tarih yazımının zamanı gelmiştir; bu da bugün nerede durduğumuzu daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır.
Nihayet, ciddi tarihsel araştırma ve yazımın vakti gelmiştir.
Zira nihayetinde, tarih sonu olmayan bir tartışmadır.
Kaynak: https://hansvogel.substack.com/p/revisionism-revived