Tarihi Dönemlendirme Problemi ve İnsanlığın En Uzun Çağı

Uzun bir geçmişe sahip olan insanlık tarihini dönemlere ayırarak daha anlaşılır kılmaya çalışır görünüyoruz. Oysa tarihi dönemlendirmenin sağladığı kimi kolaylıkların yanında birçok problemi de beraberinde getirdiği söylenebilir. Geçmişi disipline eden bu ayırımlar gerçekten de aynı zaman diliminde yeryüzünün tüm bölgelerinde aynı anlamı mı ifade etmektedir? Bunun belki de en açık örneklerinden biri Orta Çağ adlandırmasıdır. Orta Çağ; isimden temel özelliklere ve ifade ettiği anlam dünyasına varıncaya kadar birçok alana dair soru işaretleri barındırmaktadır. Ancak tüm bu adlandırmaların ve anlam paketlerininBatılı muhayyilenin tarihe ve insana bakışını açık eden bir tarafının olduğu aşikârdır.

Yazının başlığına sadık kalarak diğer dönemleri bir tarafa bırakalım ve insanlığın en uzun dönemi olan çağa uzanalım. Çoğumuz ilkokulda sınıflarımızın duvarlarını boydan boya kaplayan zaman şeritlerini hatırlayacaktır. Karanlık/bilinmeyen dönemle başlayan çizgisel şerit taş çağı, mağarada yaşam ve tarımın keşfi gibi hususları hızlıca geçer ve soluğu Sümerliler’de alır. Bu aceleci tavrı dünya tarihini ve dinleri konu edinen eserlerde de görmek mümkündür. Bu tavrın arkasında yazılı kayıtlara sahip olmadığımız dönem ile ilgili bilgilerin eksik olduğu, yalnızca arkeolojik verilerden hareketle bilgi edindiğimiz için uzak geçmişte yaşayan insanlarla bir mesafenin oluştuğu düşünülebilir. Ancak meselenin kökenine indiğimizde durumun bu kadar basit olmadığı arka planında uzak geçmişimize bakışımızı şekillendiren kimi ideolojik kaygıların bulunduğu anlaşılmaktadır.

Dünya tarihi söz konusu edildiğinde en büyük ayırımın tarih ve tarih öncesi dönem şeklinde gerçekleştiği söylenebilir. Bu durum sadece yazılı kaynaklara sahip olmakla ilgili bir durum değildir. İnsanın etkin olduğu tarihi ikiye ayırmak aynı zamanda henüz yazılı kayıtlara sahip olmadığımız evreyi tarihin dışında bırakmaktır. Bir bakıma bu ötekileştirilen toplumları ve onlarla ilişkili olan düşünce, sanat, hukuk ve din gibi birçok alanı basit olana indirgemek anlamına gelmektedir.

Söz konusu paradigma çerçevesinde yapılan dönemlendirme tasnifleri Danimarka Ulusal Müzesi küratörü C. J. Thomsen (1788-1865)’a dayanmaktadır. Thomsen tamamen pragmatist kaygılarla, müze deposunda bulunan arkeolojik materyali, hammaddeyi baz alarak tasnif etmiş ve bunu açıklayan bir kitapçık hazırlamıştır. Sonraki yıllarda Thomsen’ın arkeolojik materyali tasnif etmek ve sergilemek kaygısıyla başvurduğu bu üçleme yeni bir boyut kazanmıştır. Böylece insanlığın erken dönemi hammaddeye dayalı olarak Taş, Tunç ve Demir çağları üzerinden ele alınmaya başlamıştır. Kraliçe Viktorya dönemi masa başı antropologlarından olan Edward Tylor (1832-1917) İlkel Kültür ismini taşıyan eserinde Thomsen’ın üçlü tasnifini geliştirmiş ve insanlık tarihini vahşi, barbar ve uygar aşamaları üzerinden değerlendirmiştir. Bu taksonomiye göre vahşi dönemde insanlar avcı-toplayıcı olarak yaşamlarını sürdürmüştür. Oldukça küçük topluluklar halinde yaşayan insanlar sürekli hareket halindedirler ve doğada buldukları meyve ve bitkilerle, avladıkları hayvanlar sayesinde besin ihtiyaçlarını karşılamıştır. Tarımın keşfiyle beraber başlayan Barbar dönemde ise insanlar yiyecek stoklamaya ve hayvanları evcilleştirmeye başlamışlar, böylece köy ve kasaba gibi yerleşimler ortaya çıkmıştır. Son aşama olan Uygar dönemde ise yazı keşfedilmiş ve böylece din, hukuk ve ticaret ile ilgili bilgiler kayıt altına alınmaya başlamıştır.

Üçlü tasnif üzerinden dünya tarihini okumanın sonraki önemli temsilcisi ise Marksist Arkeolog Gordon Childe (1892-1957)dır. Childe, insanlık tarihini Marksist bir terminoloji üzerinden ele alır ve aslında bir yönüyle modern dönemi ve Batı tecrübesini merkeze alarak geçmişi inşa eder. Ona göre insanların gerçekleştirdiği ilk önemli gelişme Neolitik devrimdir. Tahmin edileceği üzere bu tarımın keşfidir ve özel mülkiyetin ortaya çıkışını sağlamıştır. İkincisi ise Nil, Fırat ve İndus nehirlerinin alüvyonlarında bulunan köylerin gelişmesi neticesinde gerçekleşen Şehir devrimidir. Sonuncu aşama ise Avrupa’da gerçekleşen Endüstri devrimidir ve bununla beraber insanlık yeni eşiğe ulaşmıştır.

Bahsi geçen üçlemelerde insanlık tarihinin en uzun evresi ilan edilen Taş Çağı, zamanla kendi içerisinde yeni dönemlere ayırılmıştır. Yeni isimlendirmeler yapılırken yine düşünce, sanat ve din gibi hususlar dışarıda bırakılarak taş, çanak-çömlek ve madenler ad olarak tercih edilmiştir. Materyalist ve pragmatist bir bakış açısını yansıtan bu tutum, ChrisGosden’ın ifadesiyle “19. yüzyılda, tarihöncesi, kendi kimliklerine ve üstünlüklerine inanan, temelde beyaz, orta sınıftan erkekler tarafından” kurgulanmıştır. Bu durum sadece tarihin bir döneminde yaşamış insan topluluklarına yönelik bir algı olmayıp kendileri dışındaki toplumlara bakışlarını da yansıtan bir tutumdur.

19. yüzyılda Batılılar bir yandan arkeoloji sayesinde insanlığın erken dönemlerine dair kalıntılara ulaşırken bir yandan da sömürgecilik faaliyetleri aracılığıyla medeniyetler ile temas kurmamış olan küçük toplulukları keşfettiler. Kendilerini âdeta seçilmiş ve üstün bir millet olarak gören Batılı muhayyile, modernite ile temas kurmamış tüm toplumları eşitleme yoluna gitti. Aslında bu yüzyılda neredeyse sosyal bilimlerin tüm alanları sömürgeleştirme ve kontrol altında tutma amacına hizmet edecek şekilde dizayn edildi. Böylece binlerce yıl önce söz gelimi Mezopotamya’da yaşayan bir topluluk ile miladi 1800’lerde Polinezya’da ya da Güney Amerika’da teknolojiden uzak yaşayan toplumlar birbirine indirgendi. Nihayetinde her iki toplum da uygarlığın zirvesinde bulunan Avrupa ile bir ilişki kurmamıştı. Bu durum Avrupa-merkezci anlayışını yansıtan ve diğer tüm dünyayı kendisiyle kurulan ilişkiye göre konumlandıran paradigmaya da uygun düşmekteydi.

Bütün bu tasniflerde dikkati çeken önemli hususlardan biri insanlığın çizgisel bir zeminde durmaksızın gelişme gayreti içerisinde olmasıdır. Yine bu anlatıya göre insanlık bir bakıma doğaya ve hatta meselenin kökenine inildiğinde tanrıya rağmen ayakta kalmayı başarmıştır. Bu sebeple Childe, Kendini Yaratan İnsan isimli kitabında “insanı insan yapan insandır” der ve böylece dışarıdan gelebilecek vahiy ve nübüvvet gibi müdahaleleri reddeder.Çünkü söz konusu dönem anlayışına göre bu durumlar sosyal evrimin bir sonucu olarak insan tarafından üretilen kültürün bir parçasıdır ve elbette bunlar bâtıl ve boş inançlardır. Amerikalı antropolog Henry Morgan, ilkel olarak kodladığı insanların inançları hakkında “bütün ilkel dinler parlak ama içi boş ve akıl dışı şeyler gibi görünmektedir” demekteydi.

İlkel olduğu düşünülen insanlara yönelik bu tutum sadece onların inançları ile sınırlı değildi. Bir bütün olarak hayatları yoksunluğun tarihi olarak sunulmaktaydı. Onların zihinleri tam olarak gelişmemiş, dünyayı algılama biçimleri somut düzeyde kalmış ve hayatları pragmatist kaygılar üzerinden şekillenmişti. Çünkü onlar sürekli aç kalma, vahşi bir hayvanın saldırısına uğramak ya da mahiyetini bilemediği esrarengiz güçlerin vereceği zarar endişesiyle yaşamıştır.

Bu yönüyle bakıldığında “ilkel insan”ın yaşamı yoksunluğun ve ayakta kalmanın tarihidir. Bu anlatı kapitalist dünya görüşüne zemin hazırlayan bir özelliğe de sahiptir. Buna göre Homo Sapiens yani bilgisi ve zekâsı sayesinde diğer varlıklardan sıyrılarak ayakta kalan insan, bir bakıma diğer zayıf türleri eleyerek günümüze kadar gelmeyi başarmış ve dünyanın efendisi olmuştur. Diğer bir ifadeyle hayvandan transhümanizme uzanan bu yolculukta insan zekâsı ve gücü sayesinde galip gelebilmiştir.

Peki ama gerçekten de yazı öncesi toplumlar için ilkel ya da vahşi gibi nitelemeler doğru mudur? Sümerler öncesi toplumların yaşamı yoksunluk ve nâkıslık üzerine mi kuruludur? Söz gelimi bizi Göbekli Tepe çağında yaşayan insanlardan daha ileri (!) ve gelişmiş (!) kılan şey nedir? Tüm bu anlatıların dışında başka bir hikâyenin imkânı var mıdır? Buna benzer soruların cevabını sonraki yazımızda arayalım.