Tamahkârlığımızı Yenmek Mümkün Mü?

Birçok yorumcu, insanın yaratılışıyla ilgili Kuran-ı Kerim’de (Secde/7-9) geçen  “kuru çamurdan suretlenmiş balçık” ve “kendi ruhundan üfleme” kavramlarını insana dair diğer anlatımların temeli olarak değerlendirir. Bir yanda ahsen-i takvim üzere yaratılmış, emaneti üstlenecek kadar cesur, varlıkların en şereflisi, meleklerin secde ettiği, yeryüzünün halifesi bir varlık; diğer yanda kan dökücü, bozguncu, sabırsız, tamahkâr, doyumsuz, nankör, aciz, cimri, hırsına ve tartışmaya düşkün, aşağıların aşağısı (esfel-i safilin) birisi… Bu özellikleri, aynı anda barındırdığından insan psikolojisi, büyük bir imtihanın, dev bir mücadelenin arenası…

Logoterapiden maneviyata

İnsanın iç-dünyasına modern psikolojide buna benzer yaklaşımlar var mı peki? “Haset ve Şükran” yazarı, çocuk psikoloğu ve psikanalist Melanie Kleine’ın yaklaşımında benzerlikler varsa da ülkemizde daha çok “İnsanın Anlam Arayışı” kitabıyla bilinen psikoterapist Viktor Frankl’ın yaklaşımında etki bariz. Frankl, hayata anlam vermek zorunda ve yükümlülüğünde olduğumuzu, bunu yapmadığımızda ortaya çıkan anlam vakumunun psikolojik rahatsızlıklara yol açtığını öne süren, Freud ve Adler’den sonra “3. Viyana Okulu” olarak adlandırılan Logoterapi’nin kurucusu.

Frankl, Naziler tarafından toplama kamplarında tutuldu. Kendisi ve kız kardeşi dışında bütün aile üyeleri gaz odalarında öldürüldü. Logoterapiyi toplama kampı deneyimlerine dayanarak geliştirdiğini söylüyor. Geleceğe yönelik hedefleri ve yerine getirilmesi gereken görevleri olduğunu düşünen tutukluların, yaşlı ve güçsüz olmalarına rağmen hayatta kalmayı başarabildikleri ama genç ve atletik görünümlü ancak yaşama dair hedefleri olmayan tutukluların kamptaki şartlara dayanamadıkları, intihar ettikleri veya öldükleri şeklindeki gözlemini kendisine çıkış noktası olarak kullanıyor.

Ona göre çağımızın en önemli psikolojik sorunu, yaşamda görülen “anlamsızlık” ve “varoluşsal boşluk”. İnsani varoluşun temeli, somut bir anlam bulmaya yönelik, insan hep bir anlam istemi içinde. Mutluluğa en büyük engelin mutluluk aramak olduğunu düşünen Frankl için insan, varoluşsal boşluğunu doldurabilmek, hayata bir anlam verebilmek için üç yola sahip. Bir eser meydana getirmek ya da bir iş yapmak; bir insanla etkileşime girmek ya da bir şey yaşamak ve başımıza gelen acılı hallere karşı bir tavır geliştirmek…  Mutluluk, bu anlam çabasının peşi sıra gelecektir diye düşünüyor.

Frankl, insanın anlam yönelimi ve hayatın kaçınılmaz acıları hakkında çok yerinde tespitler yapıyor ama psikiyatrik rahatsızlıklara bakışı çok indirgemeci. “Anlam”ı neredeyse kutsaması da tuhaf… Anlamdan ziyade, insanın kendisine ve insan kardeşlerine hayrı olan anlam öbeğinden bahsetmek daha doğru… Bugün dünyanın asıl derdinin anlamsızlık krizine düşmüş, boğulmak üzere olan zavallılar değil, bir anlam abartısı olan fanatizm olduğu akıldan çıkarılmamalı. Neyse zaten konumuz bundan ziyade görüşlerinin teolojik zemini. Frankl’ın bu konudaki fikirleri, “Bilinçdışı Tanrı” kitabında yer alıyor ve nedense akademide görmezden geliniyor.

Frankl, Freud’un bilinçdışı yaklaşımını insanın manevi boyutunu hesaba katmadığı için şiddetle eleştiriyor. Freud’un anlayışında bilinçdışı; cinsellik, saldırganlık gibi bilince ve insan ilişkilerine yansımaları halinde yıkıcı etkiler yapan, mantık ilkelerini, toplum kurallarını hiçe sayan şeytanımsı bir kaos. Frankl’a göre böyle bir bilinçdışı anlayışı manevi boyutu içermediği için yetersiz, eksik ve dolayısıyla hatalı. Çünkü “her birimizin ve her insanın bilinçdışının derinliklerinde, köklü bir biçimde yerleşmiş din duygusu var” (s.10). Bu yüzden “inanç, umut ve sevgi” diye ifade edebileceğimiz ilahi buyruk da kendisini insanın bilinçdışında gösteriyor, arzumuzun diğer kısmını oluşturuyor. Din ile psikoloji, keskin hatlarla ayrılamayacak kadar birbirine benziyor. İnsanın varoluşsal yapısı, aşağıdan yukarıya doğru biyoloji, psikoloji, nooloji (anlambilim) ve en üstte de teoloji (ilahiyat) birbirini içerecek biçimde yükseliyor.

Bilinçdışımızda bizi doğrudan Yaratıcıya ve öbür dünyaya bağlayan bu içerik nedeniyle din, tarih boyunca hep ayakta kalarak insanları etkiledi. İnsan psikolojisindeki temel çatışma şeytani ve manevi boyutlar arasında hep sürdü. Eğer psikolojik bilimler, cinsellik ve saldırganlık gibi yıkıcı dürtüleri olduğu kadar “inanç, umut ve sevgi”yi de insanın iç-dünyasındaki temel eğilimler olarak kabul etmiş olsaydı, çok daha faydalı olabilirdi.

Kendi adıma, camiamızda ilk olarak Viktor Frankl’ın açmış olduğu “anlam” merkezli yolu, öncelikle “Hayatın Anlamı Var mı?” (Kapı Yayınları) kitabımda hatalardan arındırmaya, geliştirmeye, felsefi kökenlerini ve Müslüman kültürdeki karşılıklarını ortaya sermeye çalıştım. Daha sonra da “Psikoloji Varoluş Maneviyat” kitabımda hayatımızdaki anlam arayışını ve belli bir zamandaki temel anlam çerçevemizi “maneviyat” diye niteleyerek, insan psikolojisine ve varoluşuna buradan bakmaya gayret ettim. Meraklı okuyucu dilerse bu çalışmalarıma bakabilir ama biz bu yazıya daha ziyade günümüzdeki egemen liberal paradigmanın esas aldığı tamahkârlığı aşabilecek bir zemin yoklaması için başlamıştık. Ekonomi anlayışlarını İnsanın doğa durumunda sadece zenginlik, tamahkârlık ve görünme arzusu olduğunu tezi üstüne oturtanlara itiraz etmek niyetindeydik. Oradan devam edelim.

Azim ve sebatkarlık, tamahkarlık değildir

Ne zaman azim ve sebattan bahsedilse, mutlaka hangi işimizde azimli ve sebatlı olmamız gerektiğini belirlemeliyiz. İyiliğe yol açması istenen, buna niyetlenmiş yani hayırlı işlerimizde azimli ve sebatlı olmaktır, temennimiz. Gayrısı tam tersi etki yapar, hayrımıza değildir.

Günümüzde en hatalı biçimde kullanılan, dolayısıyla aşındırılan kavramlardan birisi de “başarı”… “Başarı” dediğimizde bir bağlamdan bahsetmemiz gerekirken, artık hangi bağlamda, neden söz ettiğimize bakmaksızın “başarı”dan söz ediyoruz. Neyi, nasıl, hangi amaç uğruna, ne pahasına başardığımızın artık bir önemi yok. “Başar da nasıl başarırsan başar!” diye düşünülüyor. Oysa başarı tanımı, duruma ve kişiye göre değişkenlik arz eder. Mesela Müslümanlar olarak bizim için bu hayatta “iyi olmak ve kötülükten uzak durmak, insanları kötülükten uzak tutmaya, sakındırmaya çalışmak” esas olmalıdır. Bu, bizim tüm işlerimizdeki başarıyı ölçeceğimiz gerçek miyardır. O nedenle, iyi olmayı, kötülükten sakınmayı, sakındırmayı, iyiliğin kazanması için çalışmayı, bize Yaratıcımız tarafından verilmiş yetenek ve potansiyellerimizi bu amaçla harekete geçirmeyi gerçek “başarı” diye niteleriz; nitelemeliyiz. Hayatta kazandığın sınavlar, elde ettiğin diplomalar, mevki-makamlar, kazandığın para, mal-mülk ancak bu amaca hizmet ederse “başarı” olarak görülebilir. Başka türlü dünyevi kazançların, kimseye bir hayrı olmayacağını düşünürüz, düşünmeliyiz.

İyiliği büyütmeyen, kötülüğü küçültmeyen azim ve sebat, bir işe yaramadığı gibi insanın nefsi olgunlaşmasına zarar dahi verebilir. O yüzden gündelik dilde kendiliğinden şöyle bir ayrıma gideriz. “Azim ve sebat” kelimelerini, sanki iyiliği çoğaltmak, kötülüğü azaltmak içinde mündemiçmiş gibi müspet olarak kullanır; menfi, istenmeyen çaba ve ısrarı ise başka kelimelerle anarız, onlara “hırs ve tamahkârlık” deriz.

Hırs ve tamahkârlık tamam, onlarla neyi kastettiğimizi hepimiz biliyoruz ama bir de “patolojik hırs ve azim” diyebileceğimiz bir takıntılı, obsesif uğraş, bal yapmayan arı misali gösterilen gayretkeşlik var. Bu halin temelinde gerçekten de sağlıklı işlemeyen bir psikolojinin bir türlü yaptıklarından emin olamama, başkalarını değil ama kendi mükemmeliyetçi beynini ikna etme çabası bulunuyor. Hırs ve tamahkârlık gibi çok yaygın olmasa da hatırı sayılır miktarda insanda oluyor böyle vesveseli yapı. Bir an evvel vesveseyi yenici, vakti daha hayırlı biçimde kullanmayı sağlayan tedbirler almayı gerektiriyor. Vesvese haline gelmiş bir gayretkeşlikten söz edince, doğal olarak psikolojimizin niye böyle işe yaramaz yollara tevessül ettiği sorusu aklımıza takılıyor. Cevabı hayli zor, birçok psikoloji teorisi bu soruya verilen farklı cevaplar nedeniyle ortaya çıkmış zaten. Biz oralara dalmayalım, bildiğimiz, işe yarar alanla sınırlayalım söyleyeceklerimizi.

Hayatın zorluklarına, sıkıntılarına karşı verdiğimiz psikolojik tepkilere, “baş etme mekanizmaları” diyoruz. Araştırmacılar, insanların kaygı verici gerçek durumlar karşısında gösterdikleri, kendilerine özgü, kalıplaşmış baş etme mekanizmalarını “aktif ve kaçınmacı” ya da “problem odaklı ve duygu odaklı” diye ikiye ayırarak inceliyorlar. Kaygıya yol açan durumu düzeltmek için çabalamak, örneğin sınav kaygısını daha çok çalışarak gidermeye uğraşmak “aktif”, kaygı verici durum yokmuş gibi davranmayı tercih etmek ise “kaçınmacı” başa çıkma stratejileri. Birçok kaygı verici durum karşısında hangisinin daha etkili olduğu araştırılmış, hemen hemen tüm olaylarda aktif başa çıkma stratejilerinin kaçınmacı olanlara göre daha etkin ve işe yarar olduğu bulunmuş. “Problem odaklı” başa çıkma stratejileri, doğrudan doğruya kaygı yaratan sorunu yenmeye çalışmaya yönelik oluyor. Mesela maddi problemden kaynaklanan sıkıntılar, daha çok para kazanmaya çalışarak yok etmeye çalışılıyor. “Duygu odaklı” başa çıkma stratejisi izleyenler ise problemin kendisindense yol açtığı sıkıntıyı, daha müspet alternatifleri akıllarına getirerek yenmeye çalışırlar. Araştırmalar, eğer problemin üstesinden gelmek mümkünse problem odaklı yöntemin ama ölüm, savaş gibi değiştirilmesi imkânsız durumlar karşısında duygu odaklı başa çıkma stratejisinin daha etkili olduğunu gösteriyor…

Demek ki sadece azimle yola koyulmak da çare değil. Neye, nasıl azmedeceğimiz de önemli. Bir de okuyucularımız bilirler biz hayat şiarı olarak Mehmet Akif merhumun “azim ve tevekkül” dediğini “mücadele ve teslimiyet” diye formüle ediyoruz. Kanaatimce bunların ikisi biraradalığı yani mücadele ve teslimiyetin diyalektik birliği, Kur’an-ı Kerim’de de defalarca zikredilen“sabır”ı oluşturuyorlar. Azim ve sebat, sabırla birlikte anıldıklarında tam yerlerini buluyorlar.