Tamahkârız Tamam Da Sadece Bu Kadar Mıyız?

Goethe, Faust’unda, Şeytan’la anlaşma olarak gördüğü kâğıt para ekonomisinin geleceği kapsayacağını ve eski düzenin sonunu getireceğini fark etmişti. 17. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren birçok düşünür, bu yeni gelen para ekonomisini meşrulaştırmaya yarayan düşünceler ürettiler. Zenginleşme, ailenin ve devletin en ulvi amacı haline geldi; “ekonomi politik”, “mal edinmenin ve zenginleşmenin bilimi” olarak tarif edildi. Fizyokratlar, Montesquieu ve Voltaire hepsi de zenginlik ve lüksü kutsadılar, bu sayede refahın tabana yayılacağını düşündüler. Hobbes’un insanın insanın kurdu olduğu fikrini, Mandeville’nin “Arıların masalında”ki temel felsefeyi, “lüks ve zenginlik arayışının olmadığı bir toplum yok olur” düşüncesini savundular. Onlara şiddetle karşı çıkanlar, anlattıkları tabloyu “iğrendiren zenginlik” olarak görenler de oldu elbette, mesela Rousseau onlardandı. Rousseau, şiddetin zenginleşme eyleminin bizzat özünde yer aldığını, lüks arayışının da haset, kibir, kıskançlık ve ayırt edilme isteğinden kaynaklandığını ileri sürdü. Zenginlik, lüks ve servet arayışının ne bir birey için ne de bir toplum için amaç haline gelmemesi gerektiğini, böyle olması halinde toplumda yoksul sayısının artacağını ileri sürdü. Rousseau’ya göre, ekonomi politiğin sosyal ve politik bir felsefe oluşturmaya yönelmesi çok tehlikeliydi.

Adam Smith ve David Hume gibi orta yolcular ise, hem insan doğasındaki zenginlik arzusunu kabul ettiler hem de ahlak, siyaset, mantık ve eleştiri ile buradan gelecek tahribatın önüne geçmeye çalıştılar. Smith’e göre insanın temel eylem nedenleri arasında kendini sevme, gösterme en ön sırada geliyordu. “Ben”, bitmez bir şekilde kendini başkalarına onaylatmak istiyordu.  Smith, Zenginleşme arzusunu da buradan kaynaklanan tamahkârlığın ahlakla dengelenmesi gerekliliğini de buna dayandırıyordu.

Eleştirenler haklı çıktılar belki ama kazanan, kesinlikle birinciler oldu. Orta yolcular da makul bir çizgi bulunacağı konusunda feci şekilde yanıldılar. İktisadın ahlakla ilişkisinin koptuğunun, erdemini yitirdiğinin iddia edildiği bugünlere oralardan geçerek gelindi.  Zenginlik ve lüks arayışı ve var olma biçimi öylesine meşrulaştı ki, “Gösteri Toplumu” yazarı Guy Debord’un deyişiyle artık sahip olarak var olmaktan görünerek var olma aşamasına geçildi.  Lüks harcamaları, iddia edildiği gibi ticareti arttırıp halklar arasındaki yakınlaşmayı sağlamadığı gibi zenginlik tabana yayılmadı, dünyanın ve tek tek toplumların içindeki gelir farklılıkları uçurum boyutuna ulaştı.

Kapitalizmin dinamikleri, paranın felsefesi ve psikolojisi üzerine düşünenlerden birisi de Adam Smith’in yanlış anlaşılmasını yıllarca düzeltmeye çalışan Metin Sarfati. Şöyle yazıyor: “Proust yapıtlarında ustaca kıskançlığı anlatır. Kıskançlık duyanın acısını tasvir eder.  Diyojen: ‘İstek başka birinin bizim istediğimize sahip olmasının verdiği acıdır. Hatta bizim sahip olduğumuza başka birinin de sahip olması bizi kıskandırır’ diye yazacaktı. Başka birinin veya başka bir toplumun sahip olduğunu istemek veya kıskanmak bugün temel bir iktisadi dinamikse Proust’a göre insanlığın tümü acı çekiyor mu olmalı? Zenginleşme bu acının ödülü gibi duracaktır o zaman. Lüks ise bugün bir takıntı, saplantı haline dönüşmekte değil midir? Lükste aranan ‘ben’ ile ‘diğerleri’ arasında farklılık yaratmaksa, bu ‘biz’ ile başka bir dünyaya ait olan ‘onlar’ arasında düşmanlığı ve şiddeti de körüklemeyecek midir?… Vaad edilmiş sonsuz hazzın dipsiz kuyusunda kaybolma korkusunda görünür olmak ihtiyacında değil midir bugünün bireyi?” Sarfati’nin bu sözlerine ve sorularına çoğumuz gibi ben de hak verdim ama temel bir noktada ona karşı çıkmaktan kendimi alıkoyamadım.

Maneviyat olmadan nereye?

Sarfati, çözümün, bugünün iktisadının tekrar ekonomi politik zamanlarının gündemine yönelmesinde ve koptuğu etikle yeniden kaynaşmasında olduğuna inanıyor ama bir yandan da 17. Yüzyıldaki teolojik söylemden uzaklaşılmasına onay veriyor. Ahlak ve dini inanç arasında doğrudan ve birbiriyle tamamen örtüşen bir bağ olup olmadığı konusundaki tartışmalar, ileride tekrar geri dönmek üzere şurada dursun. Akademik bir etik’in ne kadar toplumsal ahlaka benzeyebileceği, Levinas’ın açtığı ahlak-ontoloji önceliği hakkındaki tartışmaları da şimdilik görmezden gelelim.  Ben hemen Sarfati’ye temel itirazımı dile getireyim. İnsanın ikili doğası konusunda sürekli uyaran dini gelenek olmadan tamahkârlıkla baş edilemeyeceği, tamahkârlığı aşan manevi yanlarımızı idrak edip anlamadan işin içinden çıkılamayacağı kanaatindeyim.  Evet, kan dökücü, bozguncu (Bakara/30) olduğu kadar sabırsız, tamahkâr ve doyumsuz (Mearic/19) bir niteliğe de sahip insan. Ama insanın doğası, sadece bunlardan ibaret değil. O, aynı zamanda Allah’ın kendi ruhundan üflediği (Secde/9) yeryüzündeki halifesi (Bakara/30)…  Dünyamızın şu haline bakınca, sadece aklın ve teorik bir öğreti düzeyinde kalan ahlakın, tamahkârlığa mâni olmaya yetmeyeceği açık değil mi?… Geleneğe yaslanan, insanın doğasında ahlaki bir köken, arzumuzun içinde insaniyetin de bulunduğunu söyleyen dini bir yaklaşım, iktisada yeniden ahlaki erdemleri katma, neo-liberal tahakküme karşı koyma çabasında köstekten daha çok destek olmaz mı? Düşünce hattım bu ve kafamda böyle sorular var.