Suudi Arabistan’ın Bölgede Boşluk Doldurma Stratejisi
Uzun yıllar boyunca petrol gelirlerine dayalı bir ekonomik yapıyla tanımlanan Suudi Arabistan, son dönemde dış politikada ve bölgesel etki alanlarında çok yönlü bir dönüşüm sürecine girdi. Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın liderliğinde şekillenen bu yeni yönelim, yalnızca iç reformlarla sınırlı kalmıyor; dış dünyaya yönelik stratejik hamlelerle de kendini gösteriyor. Krallık, artık geleneksel güç projeksiyonu yerine yatırım, diplomasi ve yumuşak güç araçlarıyla bölgedeki boşlukları dikkatle dolduran bir aktör profili çiziyor.
Bu dönüşümün anlaşılabilmesi için Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın politik sahneye ilk çıkışını hatırlamak önemli. 2015’te iç ve dış politikada etkili konuma gelen MBS, aynı yıl Suudi Arabistan’ın Yemen’de başlattığı “Kararlılık Fırtınası” operasyonuyla uluslararası düzeyde dikkat çekti. Kısa vadede sonuç alınması planlanan bu müdahale, zamanla insani maliyetleri yüksek, diplomatik olarak tartışmalı bir çatışmaya dönüştü. Yemen savaşı, Riyad’ın doğrudan ve sert güç kullanarak bölgesel etkisini artırmaya çalıştığı nadir örneklerden biri olarak kayda geçti.
Ancak savaşın uzaması ve uluslararası kamuoyunun tepkisi, Suudi Arabistan’ın dış politikasında daha temkinli, diplomasiye dayalı bir yönelime zemin hazırladı. Bu geçiş, yalnızca taktiksel bir değişiklik değil; ülkenin uzun vadeli stratejik yönelimini yeniden şekillendiren bir kırılma noktasıydı. 2016’da duyurulan “Vizyon 2030” programı bu bağlamda, Riyad’ın yalnızca ekonomik çeşitlenmeyi değil, uluslararası ilişkilerde daha yumuşak ama etkili bir güç olma hedefini de açıkça ortaya koydu.
Uluslararası spor organizasyonlarına ev sahipliği yapılması, ünlü futbolcuların Suudi kulüplerine transfer edilmesi, sinema ve müzik endüstrisine yapılan yatırımlar, bu yeni yaklaşımın dışa dönük yansımaları arasında. Ritz-Carlton süreci ve Kaşıkçı olayı gibi krizlere rağmen Suudi Arabistan, bugün daha dengeli ve çok boyutlu bir profil çizmeyi başarmış görünüyor. Kültürel açılımlar, kamu reformları ve diplomatik normalleşmeler, bu yeni imaj inşasının taşıyıcı unsurları hâline gelmiş durumda.
Bu strateji sadece Batı’ya dönük bir yüz gösterme çabası değil; aynı zamanda Arap coğrafyasında artan bir etkinlik arayışını da yansıtıyor. Riyad, askeri cepheleşmeler yerine ekonomik iş birlikleri, kalkınma yatırımları ve siyasi arabuluculuk yoluyla etki alanını genişletmeye çalışıyor. Bu yaklaşım özellikle Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi kırılgan ama stratejik ülkelerde kendini belirgin şekilde hissettiriyor.
Arap Baharı sürecinin akabinde Suudi Arabistan Mısır’a yaklaşık 20 milyar dolarlık yardım ve destek paketi taahhüt etti. 2024–2025 döneminde Suudi yatırımları turizm, enerji ve altyapı alanlarında yoğunlaştı; toplam yatırım hacmi 26 milyar doları aştı. Aynı yıl, PIF (Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu) aracılığıyla 5 milyar dolarlık yeni bir yatırım taahhüdü açıklandı. Ayrıca ticaret ve sanayi alanında entegrasyonu hedefleyen anlaşmalar ve 346 milyon dolarlık kredi desteği sağlandı. Kızıldeniz üzerindeki Moses Bridge gibi projeler ise iş birliğinin stratejik altyapı boyutunu temsil ediyor.
Benzer bir iş birliği Ürdün ile yürütülüyor. 2018 yılında Mekke zirvesinde Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’in kararıyla Ürdün’e 2,5 milyar dolarlık ekonomik destek paketi açıklandı. Bu kapsamda Suudi Arabistan, 250 milyon dolarlık doğrudan katkıyı yıllar içinde taksitlerle aktardı. Ayrıca, 2019’da eğitim sektörüne 50 milyon dolarlık hibe sağlanırken, 2024’te son dilim olan 38,6 milyon dolarlık ödeme yapılarak paket tamamlandı. Suudi Kalkınma Fonu, mülteci kampları ve altyapı projelerine katkı sunarken, 3 milyar dolarlık Suudi-Ürdün Yatırım Fonu aracılığıyla daha kalıcı ekonomik ortaklıklar inşa ediliyor.
Suudi Arabistan Lübnan’da daha temkinli ama stratejik bir yaklaşım izliyor. KSRelief aracılığıyla son dönemde yaklaşık 10 milyon dolarlık hibe sağlanmış; bugüne kadar 129 proje kapsamında toplam katkı 2,7 milyar dolara ulaşmıştır. Mart 2025’te taraflar arasında tarımdan fikri mülkiyete uzanan 22 maddelik iş birliği taslağı hazırlandı.
Suriye ile kurulan temaslar da bu stratejinin bir uzantısı. Uzun yıllar boyunca mesafeli durulan Esed yönetimiyle Arap Birliği çerçevesinde başlayan normalleşme sürecinin yerini, rejimin yıkılışıyla birlikte yeniden inşa süreci aldı. Geçtiğimiz günlerde Şam’da gerçekleştirilen Suudi Arabistan-Suriye Yatırım Forumu kapsamında 6 milyar doları aşan anlaşmalar Riyad’ın ülkedeki yeniden inşa sürecinde ekonomik bir aktör olma niyetini açıkça yansıtıyor. Bu açılım yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda İran’ın Suriye’de zayıflayan etkisine karşı stratejik bir boşluk doldurma-dengeleme hamlesi olarak da okunabilir.
2023 yılında Çin’in arabuluculuğunda yeniden başlatılan Suudi-İran diplomatik ilişkileri, bölgede yumuşama beklentisi yaratmış olsa da, rekabetin saha düzeyinde sürdüğü görülüyor. Riyad, artık sert müdahalelerle değil, yatırım ve diplomatik girişimlerle İran’ın bıraktığı boşluklarda konumlanmayı hedefliyor. Lübnan’da Hizbullah’ın, Yemen’de İran destekli grupların ve Suriye’de yeni yönetimin ihtiyaç duyduğu alanlarda, Suudi Arabistan bu boşluğu çatışmadan uzak, ekonomik ve yapısal yollarla doldurmaya çalışıyor.
Bu bağlamda, Suudi Arabistan’ın dış politikası klasik bir “alan açma” stratejisinden çok, dikkatli bir “boşluk doldurma” yaklaşımı olarak şekilleniyor. Riyad, yeni cepheler yaratmak yerine mevcut kırılganlıkların olduğu bölgelerde güven inşa eden ve sürdürülebilir ortaklıklar kuran bir rol üstleniyor. Bu da ülkeyi hem daha az riskli hem de daha çok davet edilen bir aktör konumuna getiriyor.
Ancak bu stratejik yeniden yapılanmanın kırılganlık taşıyan yönleri de var. Özellikle Filistin meselesinde, Riyad’ın izlediği temkinli çizgi eleştirilere yol açıyor. Gazze’de devam eden soykırım karşısında Suudi Arabistan’ın diplomatik tavrı ve İsrail ile yürütülen normalleşme görüşmelerinin varlığı, bölgesel kamuoyu için ciddi bir güven sorunu oluşturuyor. Halihazırda, hassas bir boşluk doldurma stratejisi benimseyen Suudi Arabistan’ın, nüfuz alanlarında hiçbir boşluk bırakmama yaklaşımı sergileyen İsrail’e karşı mevcut durumdan daha ileri giden bir adım atması ihtimaller arasında belki de en zayıfı. Bu durum, Suudi Arabistan’ın yumuşak güç stratejisinin yalnızca projeler ve yatırımlarla değil, aynı zamanda değer temelli bir dış politika tutumuyla da desteklenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Sonuç olarak Suudi Arabistan’ın, geçmişin enerji merkezli, içine kapalı ve güvenlik odaklı dış politikasından uzaklaşarak; daha açık, ekonomik temelli ve diplomatik etki üretmeye çalışan bir profile evrilmiş durumda olduğu aşikâr. Boşlukları dikkatle doldurma stratejisini benimseyen bu yeni yaklaşım, ülkeyi bölgede sürdürülebilir nüfuz sahibi ülkelerden biri hâline getirme potansiyeline sahip. Ancak bu etki gücünün kalıcılığı, yalnızca finansal kapasiteyle değil, bölgesel adalet ve dayanışma alanlarındaki tutarlılıkla ve bedel ödeme iradesiyle şekillenecektir.