Suriye’de Neler Oldu? Ve Neden Devrim Gerçekleşti? (1)

Osmanlı’nın son dönemlerinde Ortadoğu’nun yüzü (A)

Dünyanın herhangi bir bölgesinde neler olup bittiğini anlamak için öncelikle o bölgenin tarihini bilmen gerekir. Çünkü başlangıçlar her zaman sonuçların habercisidir ve tarih, geleceği şekillendiren temel referanstır. Bu, özellikle de söz konusu bölge Ortadoğu olduğunda daha da büyük bir çaba gerektirir. Ortadoğu, yeryüzündeki en karmaşık, savaşların, anlaşmazlıkların ve çatışmaların hiç bitmediği bir coğrafyadır. Sadece bu kadar da değil; bu topraklar, bugün neredeyse tüm insanlığı kapsayan iki büyük dinin doğduğu yerdir. Ayrıca, bu bölgede dinle sıkı bir bağı olan kutsal mekânlar bulunmaktadır. Din, toplumlar ve hatta devletler için temel bir motivasyon kaynağıdır. Genel olarak bu durum böyledir, ancak konu sadece Ortadoğu değil de onun en önemli parçası olan Suriye olduğunda işler daha da karmaşık hale gelir. Suriye, ne coğrafi politikalar açısından ne de önemi veya dünyanın ona olan ilgisi açısından, herhangi bir Arap ülkesi gibi değildir.

Suriye, Napolyon’un da dediği gibi “dünyanın kalbi” olarak kabul edilir. Napolyon, Suriye’ye hâkim olanın dünyanın kalbine hâkim olacağını söylemiştir. İbni Haldun da Suriye’ye dikkat çekmiş ve onu İslam dünyasının ve İslam ümmetinin kalbi olarak görmüştür. Churchill ise Suriye’den bahsederken onu Ortadoğu’nun anahtarı olarak nitelendirmiş ve bir süper gücün, Şam ve Suriye’yi kontrol etmeden dünyaya liderlik edemeyeceğini belirtmiştir. Yine benzer şekilde, Kissinger de Suriye’yi “tarihin laboratuvarı” olarak tanımlamıştır. Bu isimleri özellikle vurguluyorum çünkü bunlar Batı’nın tarih, politika ve strateji alanında önemli figürleridir. Suriye’ye bakış her zaman özel olmuştur ve hala da öyledir, çünkü o büyük bir projenin temel taşıdır.

Hikaye, 17 Ekim 1922’de başladı. Osmanlı Devleti’nin 36. padişahı VI. Mehmed, bir İngiliz gemisinin güvertesinde duruyordu ve yüzyıllardır Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’a bakıyordu. İstanbul, gözlerinin önünden uzaklaşırken, hüzün, acı ve kırgınlık içindeydi. Sultan, üç kıtaya yayılan, Viyana, Fas ve İran’a kadar ulaşan, Konstantiniyye’yi fetheden, denizlere hükmeden ve orduları yenilgiye uğratan bir devleti terk ediyordu. Sultan VI. Mehmed, tahttan ayrılmaya zorlandı ve İtalya’ya sürgüne gönderildi. Daha sonra vefat etti ve vasiyeti üzerine Şam’da defnedildi. Ancak gerçek şu ki, Osmanlı Devleti’nde padişah olduğu dönemde aslında devletin fiili hükümdarı değildi. Osmanlı’nın çöküşü de, onun döneminde gerçekleşmedi. Bu çöküş, yüz yıla yayılan bir dizi yıkımın ve yavaş bir ölümün hikayesiydi.

Osmanlı Devleti’nin ya da Avrupalı güçlerin deyimiyle ‘Hasta Adam’ın sonu, bölgede büyük ve köklü bir değişime yol açan bir dizi faktörün ve birikimin sonucuydu. Bu, kelimenin tam anlamıyla, bir çağın sonu ve yeni bir çağın başlangıcıydı… Özellikle “Ortadoğu” olarak adlandırılan bölgenin yeniden şekillenmesine neden olan kritik bir dönüm noktasıydı. Sadece bu da değil, Osmanlı Devleti’nin çöküşü, bugün bile hala etkilerini hissettiğimiz sorunlar yarattı. Peki, bu imparatorluk nasıl sona erdi? Arapların bu süreçteki rolü neydi? Bunun Suriye ve Suriye devrimiyle nasıl bir ilişkisi var? Ve 600 yıldan fazla hüküm süren bir imparatorluk nasıl oldu da birkaç yıl içinde çöktü?

  1. yüzyılın başlarında, dünya hala Fransız Devrimi’nin (1789-1799) etkilerini yaşıyordu. İnsanlar arasında, halkların özgürleşmesi ve ulusal temelde bir araya gelmesi gibi yeni fikirler dolaşıyordu. Halklar, kendi kaderlerini tayin etme hakkı talep ederek öfkelenmeye ve huzursuzlanmaya başlamıştı. Bu durum, ulusal temelde devletlerin kurulmasına yol açtı. O dönemde Osmanlı Devleti, Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmına, Arap Yarımadası’nın batı kesimine, Biladü’ş-Şam’a (Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün), Irak’a ve modern Türkiye’ye, ayrıca Avrupa’daki Balkanlar ve Yunanistan’a hükmediyordu.

Ancak bu son iki bölgede çok çeşitli etnik, ulusal ve dini gruplar bulunuyordu ve hepsi büyük ölçüde bir arada yaşıyordu. Bu, “millet sistemi” adı verilen bir yapı altında gerçekleşiyordu. Bu sistemde her dini grup, kendi kendini yönetiyordu; Ortodokslar Yunanistan ve diğer Balkan bölgelerinde, Yahudiler, Ermeniler ve diğer birçok grup kendi dini liderleri tarafından yönetiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu, bu grupların iç işlerine karışmıyordu. Ancak bu sırada Avrupa kaynıyordu. 19. yüzyılın başlarından bahsediyoruz; Fransız Devrimi ve ardından Napolyon Savaşları yaşanmıştı. Avrupa’da büyük bir değişim gerçekleşiyordu. Eski düzen çöküyor ve yerini yeni bir düzene bırakıyordu. Tüm bunlar, Osmanlı Devleti üzerinde de büyük bir etki yarattı. Osmanlı, bu değişimden uzak değildi. Balkanlar ve Yunanistan’daki halklar arasında ulusal bilinç gelişmeye başlamıştı ve Osmanlı Devleti’nden ayrılma arzusu artıyordu. Zaten Osmanlı, bir önceki yüzyıldan beri zayıflıyordu ve birçok yerde toprak kaybetmişti. İlk ayaklanan ve bağımsızlık savaşı başlatan unsur/halk, 1821’de Yunanlılar oldu. Yunanlılar, güçlü bir ulusal bilince sahipti. Kendilerini Avrupa medeniyetinin temeli olarak görüyorlardı. Antik bir halk olduklarını ve Ortodoks Hristiyanlar olduklarını düşünüyorlardı. Tabii ki, Ruslar, Fransızlar ve İngilizlerden destek aldılar. Zira Yunanistan’ın konumu, bu üç büyük güç için oldukça stratejikti. Özellikle de Çarlık Rusya’sı için. Rusya’nın tarihsel hayali, sıcak denizlere ulaşmak ve burada bir yer edinmekti. Bu durumun daha sonra Suriye’de de tekrarlanacağını göreceğiz ve bunu gelecek yazılarda anlatacağız. Ayrıca Rusya, önemli boğazları kontrol etmek istiyordu.

Bir dizi savaşın ardından, 1829 yılında Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığı ilan edildi. Yunanistan’ın yüzölçümü, Osmanlı Devleti’nin geniş topraklarına kıyasla küçük olsa da bazı tarihçilere göre bu ayrılış Osmanlı Devleti için ölümcül bir yara niteliğindeydi. Bölgedeki (Balkanlar ve daha önce Yunanistan) birçok halk arasında yayılan milliyetçi ve ayrılıkçı duygularla başa çıkmak için Sultan I. Abdülmecid (1839-1861), Tanzimat adı verilen bir dizi reform paketi yayınladı. Bu reformlar, imparatorluk içindeki tüm unsurlar (Müslümanlar ve gayrimüslimler) arasında eşitliği öngörüyordu. Herkes aynı vergileri ödeyecek ve aynı yasalara tabi olacaktı. Ayrıca, askere alınma konusunda da eşitlik getirildi. Bu yasalardan önce, yabancılar devlete cizye vergisi ödüyor ve karşılığında koruma alıyor, ancak Osmanlı ordusunda hizmet etmiyor veya onun için savaşmıyorlardı. Tanzimat reformlarının amacı, bazılarına göre ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve bir Osmanlı kimliği yaratmaktı. Böylece, imparatorluk sınırları içinde yaşayan herkes kendini Osmanlı hissedecek ve her şeyden önce devlete bağlılık duyacaktı. Ancak, Türk araştırmacı Hamit Bozarslan’ın da belirttiği gibi, bu reformlar için çok geç kalınmıştı ve iş işten çoktan geçmişti. Çünkü bu bölgelerdeki halklar arasında milliyetçi duygular kök salmış ve bağımsızlık kararı almışlardı. Yunanlar Yunanistan için, Sırplar Sırbistan için, Bulgarlar Bulgaristan için mücadele ediyordu vs. Ayrıca, her bir unsurun kendi diline sahip olması, milliyetçi duyguları güçlendirdi ve siyasi haklara sahip olma arzusunu artırdı. Daha sonra İstanbul’da, Sultan I. Abdülaziz (1861-1876) bir darbe ile tahttan indirildi. Yerine Sultan V. Murat (Mayıs-Ağustos 1876) geçti, ancak sadece birkaç ay tahtta kaldı ve akli dengesini kaybettiği söylendi. Onun ardından, Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı olan Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) tahta çıktı.

Sultan II. Abdülhamid tahta çıktığında, ülke genelinde bir kaos, isyanlar ve devlet içinde genel bir zayıflık hâkimdi. Sultan’ın ilk hedeflerinden biri, yabancı müdahaleleri durdurmaktı. Yabancı güçler, azınlıkların haklarını genişletme ve Osmanlı İmparatorluğu’nu idari olarak geliştirme bahanesiyle sık sık devletin iç işlerine karışıyordu. Yabancı güçlerin (Avrupa, Amerika ve Rusya) bu tür müdahalesi, günümüze kadar bölgemizde tekrar eden bir durum haline geldi ve Suriye devrimini konuşacağımız bölümde de karşımıza çıkacak. Sultan, bir dizi reform gerçekleştirdi. Bu reformlar arasında “yeni bir anayasa”, “genel seçimler” (Birinci Meşrutiyet) ve “tüm unsurlar arasında eşitlik” yer alıyordu. Reformların amacı, Balkan isyanlarını yatıştırmak ve yabancı güçleri uzaklaştırmaktı. Ancak ertesi yıl, 1877’de, Rus İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş ilan etti. Bu çatışma, varoluşsal bir nitelik taşıyordu çünkü Ruslar, tüm Slav halklarını (Sırplar, Bulgarlar ve diğer Balkan Slavları dahil) tek bir imparatorluk altında birleştirmeyi planlıyordu. Ayrıca Rusların kadim ve büyük bir hayali vardı; İstanbul’u fethedip adını Çargrad (Çar’ın Şehri) olarak değiştirmek. Bu hayal, Dostoyevski’nin en önemli eserlerinden biri olan “Karamazov Kardeşler”de de yer alır. Rus İmparatorluğu, haftalar içinde Osmanlı İmparatorluğu’nu yenerek kendi şartlarını dayattı. Ruslar, Kafkasya bölgesinde yeni topraklar ele geçirdi, Osmanlı İmparatorluğu ise, 1878 Berlin Antlaşması’nın sonuçlarını kabul etmek zorunda kaldı. Bu antlaşma, Romanya, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ’a Osmanlı İmparatorluğu himayesi altında özerkliğe benzer bir statü verdi, ancak fiilen bağımsızdılar. Resmi olarak bağımsızlık ilan edilmese de bu dört ülke Rus nüfuzu altına girdi. Bosna ise Habsburg İmparatorluğu (Avusturya-Macaristan) tarafından işgal edildi. Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa kıtasındaki geniş topraklarının büyük bir kısmını kaybetti.

Balkanlar uzmanı İngiliz tarihçi Mark Mazower, bu bölgede yaşanan birçok değişikliğin sonucunda modern çağın ilk mülteci krizinin ortaya çıktığını söylüyor; Yeni bağımsız olan bu ülkelerdeki milyonlarca Müslüman, topraklarından sürüldü ve öküzlerin çektiği ahşap mülteci arabaları, o dönemin bir sembolü haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu açısından ise, yenilginin ardından ve Berlin Antlaşması’nı kabul etmek zorunda kalındıktan sonra, Sultan II. Abdülhamid 1878’de anayasayı askıya aldı ve büyük ölçüde bireysel bir yönetim uygulamaya başladı. Bunun nedeni, anayasanın iç karışıklıklara yol açabileceği ve imparatorluğun merkezi otoritesini zayıflatabileceği korkusuydu. Bu yüzden eski durumuna döndü ve tam kontrolü yeniden ele geçirdi. Ancak diğer yandan, imparatorluğun modernleşme sürecini devam ettirdi. Eğitim, adalet, yönetim ve altyapı genel olarak onun döneminde gelişti. Modern okullar imparatorluğun her yerine yayıldı, askeri okullar ve Hamidiye yüksek öğretim enstitüleri kuruldu. Paris’ten İstanbul’a trenle 3 günde ulaşım sağlandı. İstanbul şehri modern bir görünüm kazandı ve o zamanın standartlarına göre güzel ve çekici bir şehir olarak kabul edildi. Hatta moda açısından bile İstanbul, Batı’nın en son moda trendlerine ev sahipliği yapıyordu. Sadece bu da değil, en güzel tiyatro oyunları bile İstanbul’da sahneleniyordu. Dönemin en ünlü Avrupalı aktör ve aktrisleri İstanbul’a gelip tiyatrolarını sergiliyorlardı. O dönemin yıldızı, ünlü aktris Sarah Bernhardt (1844-1923), İstanbul’da birden fazla tiyatro oyunu sahneledi. Tiyatro, o zamanlar en önemli eğlence biçimiydi çünkü sinema ve televizyon henüz icat edilmemişti. Yani tiyatro, o zamanın trendiydi.

Bu gelişmelere paralel olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda iş adamları, memurlar ve tüccarlardan oluşan bir sınıf ortaya çıkmaya başladı. Bunların bir kısmı farklı etnik kökenlere mensuptu ve imparatorluğun geniş topraklarına yayılmış pazarların gelişmesinden faydalandı. Hatta Batılılar bile imparatorluğun istikrarından çıkar sağlıyordu çünkü bu, onların ürünleri için bir pazar anlamına geliyordu. Ancak buna tamamen zıt görüşte olan, devletin istikrarını istemeyen ve onun yok olmasını arzulayan tüccarlar, memurlar ve iş adamları da vardı. Bunların en ünlüsü, Dönmeler olarak bilinen Yahudi gruplardı.

Özellikle İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun altyapısına büyük yatırımlar yapmıştı. Demiryolları, elektrik hatları ve diğer altyapı projeleri gibi alanlarda yatırımları vardı. Ayrıca kültürel yatırımlar da yapıyorlardı. İmparatorluğun, Şam dahil, tüm vilayetinde şubeleri olan Osmanlı Bankası bile Fransız ve İngiliz sermayesiyle kurulmuştu. Ancak bütün bu yüzeysel iyileşmeler, imparatorluğun içinde bulunduğu siyasi çöküşü düzeltmeye yetmedi. Çünkü devlet borç batağındaydı ve Fransa ile İngiltere’ye olan borçlarını ödeyemez duruma geldiği için iflas etmiş bir devlet olarak görülmeye başlandı. 20. yüzyılın başlarında durum daha da kötüleşti. Bu sefer tehlike, Yunanistan’ın kuzeyinde yer alan Makedonya bölgesinden geliyordu. Öyle ki, Yunan milliyetçiliği, yayılmacı bir nitelik kazanmıştı.

Devam edecek…