Suriye’de Kritik Olaylar Yaşanırken Türkiye Ne Yapmalı?

Suriye’nin Lazkiye ve Tartus kentlerinde son günlerde yaşanan olaylar, akıllara 2014 yılının Eylül ve Ekim aylarında, IŞİD/DEAŞ’ın Kuzey Suriye’deki saldırılarını, Kobani’yi ve bu gelişmelerin Türkiye’deki yansımalarını getiriyor. Hatırlanacağı üzere, Irak ve Suriye’de bir dönem bazı büyük güçlerin -özellikle ABD’nin- bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için bir araç olarak kullandığı sonradan anlaşılan IŞİD/DEAŞ, 2014’te Suriye’nin kuzeyinde, diğer bölgelerle birlikte Türkiye sınırına birkaç kilometre mesafede bulunan Kobani’ye yönelik yoğun bir saldırı başlatmıştı. Bu saldırılar, binlerce insanın vahşice katledilmesine ve milyonlarca kişinin yerinden edilmesine yol açmıştı. IŞİD/DEAŞ’e karşı savunmada yetersiz kalan PYD/YPG yönetimi, uluslararası kamuoyundan yardım talep etmiş ve Türkiye’den, bu desteklerin Kobani’ye ulaşması için bir koridor açmasını istemişti. Türkiye, bu talebe kısmen olumlu yanıt vererek Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden gelen bazı peşmerge güçleri dahil yardımların Kobani’ye geçişine izin vermişti. Ancak bu süreç, Türkiye içinde büyük bir siyasi çekişmeye dönüşmüş; bazı siyasiler ferasetsiz çağrılarıyla sokaklara dökülen göstericilerle güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda yaklaşık 50 kişi hayatını kaybetmişti.

Kobani krizi ve Türkiye’deki yankıları tüm hararetiyle devam ederken, Prof. Dr. Halil Berktay’ın o dönemde verdiği bir röportaj dikkat çekiciydi. Berktay, ana akım medyada pek duyulmayan bir çıkışla, Türkiye’nin Suriye’de IŞİD/DEAŞ ile doğrudan savaşa girmesi ve Kobani’yi koruması gerektiğini savunmuştu. Türkiye’nin PYD/YPG’yi PKK bağlantısı sebebiyle terör grubu olarak gördüğü, Türkiye’de bazı kesimlerin YPG-İŞİD çatışmasını birbirlerini yesinler şeklinde yorumladığı 2014’ün koşullarında bu görüş ne yazık ki yeterince dikkate alınmadı. O süreçte devletin hangi kesimlerinin hangi saiklerle hareket ettiği, ne tür kararlar aldığı tam olarak bilinmese de, sonraki yıllarda yaşananlar, Berktay’ın önerisinin hayata geçirilmesi halinde Türkiye’nin stratejik bir üstünlük elde edebileceğini gösterdi. Nitekim 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından FETÖ unsurlarını ordudan temizleyen Türkiye, Kuzey Suriye’de güvenli bir tampon bölge oluşturmak için Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı gibi ardışık askeri operasyonlar düzenlemek zorunda kaldı. Eğer bu operasyonlar, Kobani IŞİD’in tehdidi altındayken gerçekleştirilebilseydi, bölgedeki Arap ve Kürt nüfus üzerinde yaratılacak olumlu etki, bugün hem Suriye’nin yeniden inşasında hem de Türkiye’nin terörle mücadelesinde çok daha büyük bir avantaj sağlayabilirdi.

Şimdi ise Suriye’de farklı bir tehlike yükseliyor. Lazkiye ve Tartus’ta, Nusayri/Alevi nüfus üzerinden bir çatışma zemini oluşturulmaya çalışılıyor. Güvenilir kaynaklara göre, hem Yeni Suriye Ordusu’na mensup askerler hem de Esad dönemi ordusundan ayrılıp yeni yönetime karşı isyan eden Nusayri/Alevi unsurlar, bu çatışmaların ön saflarında yer alıyor. Olaylarla hiçbir ilgisi olmayan masum siviller ise, yaratılan mezhepsel nefret ikliminin kurbanı oluyor. Son verilere bakılırsa, her iki tarafın saldırıları sonucunda hayatını kaybedenlerin sayısı binleri aşmış durumda. 13 yıl süren, bir milyona yakın insanın öldüğü ve on milyonlarca kişinin yerinden edildiği bir iç savaştan henüz çıkmış, yeniden yapılanma sürecinin başında bulunan Suriye için bu tür çatışmalar büyük bir yıkım tehdidi taşıyor. Daha da kötüsü, mezhepsel bir çatışmanın etkileri Suriye ile sınırlı kalmayacak; başta Türkiye olmak üzere tüm bölgeyi saracaktır. Böyle bir kaosun kazananı ise İsrail ve İran gibi, bölgedeki istikrarsızlıktan beslenen güçler olacaktır. Zira İsrail, sınırına yakın Dürzi azınlığı ve Kürt nüfusu himaye edeceğini açıkça belirtirken, İran’ın dini lideri Ali Hamaney, Lazkiye ve Tartus’ta silah bırakmayan grupları övücü ifadelerle desteklediğini ima eden açıklamalar yaptı.

Suriye genelinde tüm silahlı gruplar kendilerini feshedip silahlarını teslim ettiler. 10 Mart 2025’te YPG ile yeni Suriye yönetimi arasında imzalanan anlaşma, YPG’ye bağlı güçlerin de yeni orduya katılmasını sağladı. Ancak Lazkiye ve Tartus’ta hâlâ direnen, silahlarını teslim etmeyen bazı silahlı grupları varlıklarını devam ettiriyor. Bölgenin istikrarını baltalamak isteyen İsrail ve İran gibi dış aktörlerin kışkırtmalarını bir yana bırakırsak, bu grupların çıkış noktası, Esad döneminde iç savaşta yer almış bazı askerlerin ve ailelerinin, yeni yönetim tarafından yargılanmadan linç edilme korkusu gibi görünüyor. Bu insanlar, kaderlerini beklemek yerine, kendileri gibi düşünenleri bir araya toplayarak ve dış destekle silahlı direnişe girişiyor. Şimdilik bu maceranın bedelini ağır ödemiş gibiler; ancak yeni Suriye yönetimi, adil yargılama mekanizmaları kurmaz ve linç olaylarına önlemek için gerekli tedbirleri almaz ise, bu tür çatışmaların yeniden patlak vermemesi için hiçbir neden yok.

Tıpkı Kobani’de olduğu gibi, Lazkiye ve Tartus’taki olaylar da Türkiye’de büyük yankı buldu. Ancak Türkiye’deki tartışmalar, konunun özünden çok, keskin siyasi kutuplaşmalar üzerinden yürüdü. Nusayri/Alevi meselesi, mezhepsel bir paranteze sıkıştırılarak öyle bir servis edildi ki, kimse gerçekte neler olup bittiğini araştırma zahmetine girmedi. Olaylar biraz durulduktan sonra, sahada olup bitenlerin gerçek yüzü kısmen de olsa görünmeye başladı. Türkiye’de devlet düzeyinde temkinli bir yaklaşım sergilense de, güçlü bir duruş ortaya konduğunu söylemek zor. Oysa Kobani’den ders alınarak burada Türkiye’nin net bir tavır ve gerekirse eylemlerle pozisyon alması gerekiyor. Yeni Suriye’nin istikrarı ve Türkiye’nin iç cephesinin sağlamlığı için, Türkiye’nin, Lazkiye ve Tartus’taki Nusayri/Alevi nüfusu silahlı gruplardan keskin bir şekilde ayırması; bu sivil nüfusun güvenliğini, başka hiçbir dış gücün himaye söylemlerine mahal bırakmayacak şekilde garanti altına alması şart. Aynı zamanda, yeni Suriye ordusuna, bu silahlı gruplarla mücadelede destek vererek, henüz disipline edilememiş ve mezhepsel saiklerle masum sivillere saldıran unsurların kontrol altına alınması sağlanabilir.

Medyaya yansıyanlar dışında, Türkiye’nin yeni Suriye yönetimiyle perde arkasında neler konuştuğunu bilemiyoruz. Ancak görünen o ki, temkinli açıklamalar dışında güçlü bir tutum henüz ortaya konmadı. Belki de bu çekingenlik, YPG ile yeni Suriye yönetimi arasındaki 10 Mart anlaşmasının ardından yerini daha net bir politikaya bırakacaktır. Zira Türkiye için Suriye’deki en kritik sorular, YPG’ye bağlı silahlı güçlerin akıbeti ve onların kontrolündeki bölgelerin statüsüydü. Bu anlaşma, büyük bir aksilik yaşanmazsa, bu belirsizlikleri önemli ölçüde giderecek gibi görünüyor.

8 Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesiyle başlayan süreç, tüm belirsizliklerine rağmen, Türkiye, Suriye, Irak ve Lübnan gibi bölge ülkeleri için yeni ve umut vadeden bir dönemin habercisi olarak okundu. Bölgede kurulabilecek siyasi ve ekonomik birliktelikler, bu yapıların her bir ülkeye etkileri ve dünya siyasetine yansımaları üzerine çok şey yazıldı, çizildi, tartışıldı. Ancak böylesi büyük vizyonlar, uzun soluklu çalışmalar ve dikkatli adımlarla hayata geçer. Bu süreçte en kritik unsur ise, birliği mümkün olan en geniş katılım ve sahiplenmeyle inşa etmektir. Yani, büyüklüğüne küçüklüğüne bakılmaksızın tüm kesimlerin kendilerini dahil hissedeceği bir yapı kurmaktır.

Suriye’deki Nusayri/Alevi, Dürzi, Kürt ve diğer tüm etnik ya da mezhebi gruplar, eski rejim kalıntılarının saldırıları bahane edilerek dışlanmak yerine, kapsayıcı ve koruyucu bir yaklaşımla yeni Suriye’nin kuruluşuna entegre edilmelidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Batılı güçlerin, özellikle İngiltere’nin, kendi çıkarları doğrultusunda çizdiği ve çatışma potansiyelini besleyen sınırlar için yüz yılı aşkın süredir şikâyet edenler, şimdi bu fırsatı değerlendirerek tüm mayınları temizlemeli ve riskleri en aza indirecek bir vizyonla hareket etmelidir. Zira bu meseleler, “Terörsüz Türkiye” ve “Türkiye Yüzyılı” ideallerinden bağımsız değildir; çünkü Türkiye, Türkiye’den çok daha büyüktür.