Suriye’de Devrime Şahitlik
Distopik film sahnelerine benziyor benim Suriye’de gördüklerim. Sarımtırak toprak renklerinin hâkim olduğu bu filmde barış, iç savaş ve devrim esnasında şahit olduklarım, öngörülmez bir senaristin ve yönetmenin aykırı bir eseri gibiydi.
Çoğu inanılmaz, ürkütücü, şaşırtıcı ve dram içeriyordu sahnelerin. Fakat aynı zamanda coğrafyanın kaderine uygun olarak sürprizlerle doluydu. Bu topraklarda her şey her an değişebilir, beklediğiniz senaryo farklı bir hikâyeye dönüşebilirdi.
ESED İLE İLK KARŞILAŞMALAR
Uzun boyu, renkli gözleri, mesafeli duruşu ve soğuk ruh hali dikkatimi çekmişti Beşşar Esad’ı ilk gördüğümde. Türkiye-Suriye ilişkilerinin iyi olduğu dönemlerde Başbakan Erdoğan’ın basın danışmanı olarak resmî programlarda görmüştüm ilk. 2008-2010 yılları arasında bazen Ankara’da bazen de Şam ve Halep’te karşılaşmıştık. Uzaktan izlerken babası Hafız Esad’ın soğukkanlı diktatörlük yıllarında duyduğum hikâyeler aklımdan geçiyordu bir yandan. Hama ve Humus katliamlarının baş aktörünün oğlu şimdi birkaç metre ötemde, şık takım elbiseler içinde, farklı biri olduğunu göstermeye çalışıyordu sanki.
Hafızamda canlı kalan bir sahne var. Başbakan Erdoğan ile yemek masasında otururken aniden dikkatini odanın girişinde bulunan bir kadına çevirmiş ve sanki ona yer vermek için hamle yapmış, tüm odadakilerin bu kadının kim olduğunu merak etmesine neden olmuştu.
Orta yaşlı bu kadın Buseyna Şaban’dı ve babası Hafız Esad döneminden kalma bir bürokrat ve danışmandı. Başbakan Erdoğan’ın masasında ona yer açıldı ve oraya oturtuldu. Nedense o sahne hiç aklımdan çıkmadı. İç Savaş sırasında acımasız, sertlik yanlısı politikaların mimarlarından olan, Nusayri kanadının en önemli ismi olarak adını çok sık duydum sonradan.
Beşşar Esad’ın tüm resmî temasları esnasında babasının zalim ve acımasız günlerini hatırlatacak tek bir davranışı görülmedi. Eşiyle beraber Avrupa’da eğitim görmüş, modern ve medeni bir devlet adamı profili çiziyordu hep.
İçinde taşıdığı canavarı büyük bir ustalıkla gizlemişti ve soğukkanlı bir cani olduğunu kimse anlamamıştı. Başbakan Erdoğan iç savaş sırasında yaşananları gördükten sonra, “Babasına zalim diyorlardı ama bu ondan da beter çıktı.” demişti.

SAVAŞ SAHNELERİNİN ORTASINDA
İç savaş başladığında, 2013 yılında gittim bu kez Suriye’ye. Türkiye’den sınırı geçtiğim andan itibaren sanki başka bir dünyaya girmiş gibi oldum. O zihnimdeki sarımtırak toprak rengi hâkimdi her tarafa.
Sadece 40 km uzaktaki Halep’e gidecektim ama yol boyunca yaşadıklarım bir saat sürmesi beklenen yolun saatlerce uzamasına neden olmuştu. Yolda belki de on kilometreden kısa mesafelerde bir kontrol noktasında durduruluyorduk. Esad rejimine muhalif gruplardı bizleri durduranlar. Her grup kendisinin hâkim olduğu bir alan ilan etmiş, oraya giriş çıkışların olduğu noktalara elle kaldırılıp indirilen bir bariyer koymuş, gelip geçenleri durdurup bir şeyler soruyor. Kiminin geçişine izin vermiyor, kiminden para alıyor, kiminin de geçmesine izin veriyordu. Çoğu 20 yaşlarına gelmemiş genç çocuklardı bu kontrol noktalarında bekleyenler. Kimi ve neyi kontrol ettiklerini pek bilmiyorlardı işin doğrusu. Başlarında yaşça daha büyük olan biri, bir baş işaretiyle bariyeri kaldırmasını istediğinde tepki vermeden kaldırıyor, sonra yarı uykulu gözlerle etrafa bakmaya devam ediyordu.
Yol üzerinde geldiğimiz bir kontrol noktası etrafımızdakilerde bir tedirginlik yarattı nedense. Camdan dışarı baktığımda siyahlar giymiş ve yüzlerini kapatmış, diğer gruplardan farklı görünümde ve değişik silahlara sahip nöbetçiler gördüm kontrol noktasında. Mihmandarlarımız bunlarla hiç konuşmadan yollarını değiştirdiler ve farklı bir güzergâhtan yollarına devam ettiler. “Kim bunlar?” diye sorduğumda, “Bunlar kendilerine ‘Devlet’ diyor, muhaliflerle çatışıyor sürekli ve asla iletişim kurmuyorlar, çok tehlikeliler.” dediler. Sonradan tüm dünyada ünlü olan “Irak-Şam İslam Devleti”ni (IŞİD’i) ilk ve son kez burada görmüştüm ve ilk haberlerini biz yapmıştık o zaman.
Muhaliflerin ayrı ayrı gruplar olduğunu, kurtarılmış bölgelerde ellerinde silahlarla küçük devletçilik oynadığını o zaman anladım. Daha kötüsünü biraz ileride Halep’e yaklaştığımızda gördüm. Muhalifler gözümüzün önünde birbirini vurdu ve üstü başı kanlar içinde bir adam söylene söylene önümüzden geçti. Makineli tüfek sesleri arasında süren çatışmadan sağ çıkmamız için yanımızda gelen başka bir grubun korumaları önden gidiyor ve bize yol gösteriyordu. Bir pikabın arkasında silahlarını sağa sola doğru doğrultmuş giderken, kontrol noktasındaki bir genç çatışmanın büyük heyecanıyla tüfeğini onlara doğrulttu. Biz arkadaki arabada onu durdurmak için bağırmaya başladık istemsizce, çünkü bizi koruyanlar kendilerine ateş edilmek üzere olduğunu görmüyorlardı. Neyse ki son anda ateş etmedi ve çatışmanın bir parçası olmadığımızı şoförümüzün bağırmasıyla anladı.
O zaman da muhaliflerin birbirini öldürdüğü söylentilerinin doğru olduğunu anladım.
BAKKALIN SİLAHLI ÇATIŞMASI
Halep kırsalında artık Esad askerlerinin de görüldüğü yerlerde sanırım distopik filmin şaşırtıcı bir sahnesini gördüm. Geceyi geçireceğimiz bir eve girerken bizi uyardılar: Sokağın başında Esad askerlerinin mevzileri vardı ve orayı hızla geçmemizi istediler. Araba sokağı yanlamasına geçecek ve karşı sokağa girecekti. Sanırım birkaç saniyelik sürede geçecektik orayı ama aniden şiddetli makineli tüfek sesleri yükseldi. Bize ateş ediyorlardı, neyse ki hiç isabet etmedi kurşunlar. Arabadan indim ve dört yol benzeri o daracık sokağın kenarına gelip sokağa bakmak istedim. Duvarın kenarını kendime siper yapıp yola baktığımda karşımda, 4 metre uzakta birkaç dükkân gördüm. Dükkânlardan biri bakkaldı, bir diğeri terziye benziyordu, diğeri de büfe benzeri bir şeydi. Dükkânların kapıları sokağa açılıyordu ve sokağın başından bu tarafa ateş devam ediyordu. Kurşunlar önümden geçerken yerden kaldırdığı tozları görüyordum. Nedense hiç korku ya da olağanüstü bir duygu değişimi olmamıştı içimde. Çünkü karşımdaki dükkânlarda insanlar işlerine devam ediyor, bana bakarak gülümsüyorlardı. Ben de onlara gülümsüyordum doğal olarak ama kurşunlar sokağın içinden akıp gidiyordu. Sonra bakkala benzeyen dükkândaki adam elindeki işi bıraktı, kenarda duran Kalaşnikof’u aldı, mermiyi sürüp dükkânın kapısından sağına doğru tutup ateş etmeye başladı. Dükkândan çıkmadan Esad askerlerinin olduğu siperlere ateş ediyordu ama yüzündeki gülümseme hâlâ devam ediyordu. Şarjördeki mermiler bitince diğer dükkân sahiplerine bir iki laf atıp yerine oturdu, hepsi gülüyordu. Sanırım benim gördüğüm manzara karşısındaki şaşkınlığıma gülüyorlardı.
Silah, çatışma, kurşun sesi, havada uçuşan mermiler hayatın doğal bir parçasıydı burada. Ölüm de sıradanlaşmıştı doğal olarak.
“DİKKAT KESKİN NİŞANCI”
Bosna Savaşı’nda kuşatma altındaki Saraybosna’da dağa açılan sokakların hepsinde bir yazı vardır: “Pazanjya Snajper” (Dikkat keskin nişancı). Dağlardaki Sırp siperleri ovada yer alan Saraybosna’daki sivilleri keskin nişancı tüfekleriyle öldürdüğünden o tarafı gören sokakların başına bu tabelalar asılmıştı. Şimdilerde öğreniyoruz ki İtalya’dan ve diğer Avrupa ülkelerinden insan avı için turistler getirilip para karşılığı burada Boşnak öldürüyorlarmış.
Bu tabelanın aynısını, bu kez Arapça yazılı hâlini Halep’in muhaliflerin elinde kalan yerlerinde, sokak başlarında gördüm. İnsanlar, nereden geldiği belli olamayan kurşunlarla sokak ortasında öldürülüyorlardı burada da. Halkı uyarmak için asılmıştı bu tabelalar ama kimsenin dikkat ettiği yoktu. Bu coğrafyanın kader anlayışına uygun olarak ölümü de yaşamın bir parçası olarak görüyorlardı sanırım.
Varil bombalarıyla yıkılmış sokaklar “Er Ryan’ı Kurtarmak” filmindeki sahnelerden daha etkileyiciydi. Alman uçaklarının yakıp yıktığı Fransız şehirlerinden daha beter hâldeydi Halep’in bu kenar mahalleleri. O meşhur sarımtırak renkler burada beton grisine dönmüş ve hayatın tüm renkleri kaybolmuştu adeta. Yıkılmış evlerin ve dükkânların arasında yaşayan insanların yüzleri de kıyafetleriyle beraber nedense grinin çeşitli tonlarıydı.
İç savaşın korkunç yıkımını o zaman çok yakından görmüş oldum.
MÜSLÜMANLARIN UTANÇ SAHNESİ
2009’da meşhur Halep Çarşısı’nı iç savaştan önce gezdiğimde, Türkiye’de Gaziantep’teki çarşıların neredeyse aynısı olduğunu düşünmüştüm. İki şehir arasında zaten 50 km uzaklık var ve her iki çarşı da Osmanlı döneminden kalmaydı.
Aynı çarşıya 2013’te iç savaş sırasında girdiğimde, terk edilmiş çarşının binlerce top ve tüfek mermisiyle delik deşik edilmiş hâli yine bir film sahnesi olarak kazındı zihnime. Güneş tepeden vuruyordu ve çarşının dar sokaklarının üstündeki ahşap ve metal güneşliklerde mermi ve topların açtığı deliklerden ince ince içeri sızıyordu. Dükkânların kepenkleri kapalıydı ama çoğunda kurşun izi vardı. Varil bombalarının atıldığı yerlerde büyük yıkımlar vardı ve molozlar yolun ortasına dökülmüştü. Terk edilmiş, ruhu olmayan dar sokaklarda ölümün ürkütücü işaretleri vardı her yerde.
Çarşının hemen bitişiğinde Emevi döneminden kalma meşhur Ulu Cami vardı ve orada sanırım modern zamanların en utanç sahnesi yaşanıyordu.
Caminin kubbesi büyük bir top mermisiyle vurulmuş ve kocaman bir delik açılmıştı. Minaresi yıkılmış ve dikdörtgen şeklindeki avluya devrilmişti. Her yerde kurşun ve top mermisi izleri vardı ve yıkıntılardan yürümek zordu. Ancak beni etkileyen sahne caminin içine kurulmuştu.
Cami içine kıble tarafındaki duvarda açılmış büyük bir delikten girdik. Orada bir muhalif kendisine molozlardan, rahlelerden, halılardan ve kitaplardan siper yapmış, küçük bir delikten uzun namlulu silahını çıkartıp caminin diğer tarafına nişan almıştı. Caminin diğer giriş kapısında benzer bir siper vardı ve orada Esad askeri bulunuyordu. Eğilerek yürüyor, cami içindeki bu sahneyi anlamaya çalışıyordum. Kubbedeki büyük top mermisinin açtığı delikten güneş içeri sızıyor ve iki Müslüman grubun cami içindeki çatışma sahnesini tamamlıyordu. Bazen sıkılan bir kurşunun sesi “Allah Muhammed” yazan duvarlarda çınlıyor, yankısı kubbeden dışarı çıkıyordu. Distopik film sahnesinin en etkileyici bölümü burasıydı sanırım. İki Müslüman grubun bir cami içinde, 15-20 metre mesafede rahlelerden, Kur’an-ı Kerimlerden, halılardan ve molozlardan oluşan iki siperde birbirini öldürdüğü sanırım tarihte hiç görülmemişti.
Şii-Sünni çatışmasının cami içindeki bu sahnesi, bana Müslümanlar içindeki en büyük utanç tablosu olarak göründü.
KORKU FİLMİNİN FOTOĞRAF KARELERİ
Halep’te Ramazan ayında gördüklerim Suriye iç savaşını daha iyi anlamama yetti diye düşünüyordum. Son kez Halep kırsalında bir camide orucumuzu açıp teravih namazı kıldık ve Türkiye’ye doğru yola çıkmaya karar verdik. Sabah yola çıktığımızda namaz kıldığımız caminin de varil bombasıyla vurulduğunu öğrendim. Birçok insan ölmüştü ve çok etkilenmiştim ama daha çok etkileneceğim olayı sonra yaşadım.
Türkiye’ye döndükten sonra Türkiye Başbakanlığından arandım. Çok kritik ve gizli bir haber için acil Katar’ın başkenti Doha’ya gidip gitmeyeceğim soruldu. Hemen kabul ettim ve yola çıktım.
Bir otelde, içlerinde İngiliz avukatlar, Amerikalı adli tıp uzmanları ve görevlerini bilmediğim bir grup insan ile görüştürdüler beni. Kod adı “Sezar” olan bir Suriyeli askeri yetkili, Suriye hapishanelerinde işkenceyle öldürülen mahkûmların fotoğraflarını çekmekle görevliymiş ve bu fotoğrafların kopyasını gizlice yurt dışına çıkarmayı başarmıştı. O fotoğrafların bir kısmı CNN, The Guardian, benim genel müdürü olduğum Anadolu Ajansı ve Türkiye Radyo Televizyon (TRT) kurumuna verilecekti.
Göreceğimiz fotoğrafların psikolojik çöküntü yaratabileceği adli tıp uzmanı tarafından bize detaylıca anlatıldı. Sanırım kendisi de bu fotoğrafların gerçek olup olmadığını incelerken depresyona girmişti. Tüm medya organları fotoğrafları aynı gün ve saatte yayınlayacağımıza dair taahhütname imzaladıktan sonra bir bilgisayarda on binden fazla fotoğrafın bazıları bana gösterildi.
Aç bırakılarak öldürülen bazı mahkûmların iskelete dönmüş bedenleri sıra sıra hapishane avlusuna dizilmişti. Yakın çekimlerde bu cesetlerin alınlarında ve göğüslerinde numaralar olduğu görülüyordu. Bunlar infaz emrinin yerine getirildiğini gösteren numaralardı ve üstlerine sanırım en son Beşşar Esad’a rapor ediliyordu. İnşaat teliyle boğulan bazı mahkûmların boynunda tel hâlâ duruyordu. Arabaların triger kayışına benzer bir kabloyla boğulan mahkûmların boynundaki tırtıklı iz belirgin şekilde fark ediliyordu. Gözleri oyulmuş, kolu bacağı kesilmiş bedenler vardı ve naylon poşetlere sarılıyordu. Onlarca, yüzlerce cansız beden poşetlere sarılmış, üst üste konmuş halde büyük avluya sıralanmıştı. Bu ölüm fabrikası hapishanelerden biri, sonradan yakından gördüğüm Sednaya hapishanesiydi.
Fotoğrafları şaşırtıcı bir soğukkanlılıkla inceliyor, sorular soruyordum. Aslında şoka girmenin sakinliği olduğunu sonradan anladım.
Fotoğrafları bir flash diske yükleyip verdiler bana ve Türkiye’ye döndüm. Yayın saatine kadar fotoğrafların yazılarını ve yabancı dillere çevirisiyle uğraştık. Yayın günü de söylenen saatte diğer basın kuruluşlarıyla birlikte yayınladık. Tüm ülkede ve dünyada büyük etki uyandırdı. Sonradan ABD bu nedenle Esad rejimine yaptırımlar uyguladı ve adına Sezar yaptırımları dendi.
Ben ve fotoğrafları hazırlayan ekip şoktan çıktık ve ağır bir depresyona girdik. Bir hafta yemek yiyemedik ve uyku uyuyamadık. İnsanlığımızdan utanır hale gelmiştik. Bir insanın başka bir insana böylesine acımasız işkenceler yapabileceğini aklımız almıyordu. O takım elbiseli modern görünüşlü Beşşar Esad’ın bu fotoğraflara bakarken ne hissettiğini düşündüm. Soğukkanlı katil sonradan bu fotoğraflar için “sahte” dedi.
O fotoğraflar Suriye hakkında zihnimdeki sahnelerin en korkuncuydu. Uzun süre etkisinden kurtulamadım. Yıllar sonra bu işkencelerin yapıldığı hapishaneye gittiğimde depresyonum nüksetti ve uzun süre etkisinden kurtulamadım.

ESED’İN DEVRİLMESİ İMKÂNSIZ DENDİĞİ GÜNLER
Suriye iç savaşında yaşadıklarım meslek hayatımda beni derinden sarsan olaylardı. İnanılması zor sahneler, olaylar, katliamlar, işkenceler ve sürgünlere şahitlik ettik. Esad Halep’in tamamını almıştı ve yüz binlerce insanı şehirden sürmüştü. Büyük kitleler halinde mülteciler canlarını kurtarmak için çamurlu yollardan çıplak ayakla Türkiye sınırına doğru koşarken, ben İdlib’te bir tepede onların fotoğrafını çekiyordum.
Halep alındıktan sonra artık Rusya ve İran’ın desteğini sonuna kadar arkasına alan Esad’ın devrilmesinin imkânsız olduğuna inanmıştı herkes. Bu nedenle orta bir yol bulmak için uğraşıyordu birçok kesim. Hatta Erdoğan ve Esad’ı barıştırmak için çabalayanlar vardı ve Erdoğan buna yeşil ışık yakmıştı.
Ancak Esad o kadar kendine güveniyordu ki asla barıştan yana bir cümle kurmuyordu. Yıllar önce gördüğüm Buseyna Şaban ise Suriye ordusunun her yere gireceğini açıklayıp meydan okuyordu.
Savaş donmuş, muhalifler yenilmişlik duygusu içine düşmüş ve gözler Suriye üzerinden çekilmişti. Ancak İsrail’in Gazze saldırısı tüm bölgeyi ve dünyayı değiştirdiği gibi Suriye’nin kaderini de değiştirdi.
ŞAM’IN DÜŞECEĞİNE KİMSE İNANMADI
Hepimiz Gazze’deki soykırıma odaklanmıştık. Aniden Suriye içinde İdlib merkezli bir hareketlenme olduğu ve bunun yayıldığı haberleri geldi. Bunu lokal bir çatışma ve olay olduğu düşünüldüğünden fazla dikkat edilmedi. Sonra bu muhalif taarruzunun gittikçe büyüdüğü, İdlib’ten Halep’e doğru ilerlediği görüldü. Halep’in geri alınmasının hayal olduğu, ancak kırsal bölgelerin muhaliflerin eline geçeceği bilgileri dolaşmaya başladı.
Hepimizi şoka sokacak devrim günleri böyle başladı.
Türkiye bu muhalif gruba destek veriyordu ve ben de kaynaklarımdan bilgi almaya çalışıyordum. Şam’ın düşmesini konuşmuyorduk bile ama en azından “Halep düşer mi?” diye soruyordum sürekli. Bunun çok zor olduğunu söylüyorlardı ama sahadaki gelişmelerin hızına Ankara’dakiler şaşırıyordu.
Ve Halep düştüğü gün Şam için umutların doğduğu gün oldu. Ancak Rusya’nın, İran’ın, Hizbullah’ın destek verdiği, barışa asla yanaşmayan Esad’ın devrilmesinin, Şam’ın düşmesinin imkânsızlığını anlatan çoktu medyada. Ancak bu coğrafyanın kaderine uygun şekilde sürprizlerle dolu olduğunu, her şeyin her an değişebileceğini ve farklı bir hikâyeye dönüşebileceğini görecektik hepimiz.
Halep o kadar kolay düşmüştü ki, “Neden Şam da düşmesin?” diye muhalifler düşünmüştü doğal olarak. Adına “Colani” denen İdlibli bir komutandan bahsediyordu herkes. İlk kez duymuştum adını ve sonradan Türkiye ile çok yakın ilişki içinde olan biri olduğunu öğrendim.
Colani Hama ve Humus’a yürüme emri verdikten iki gün sonra “her şeyi bırakın, Şam’a yürüyün” dediği duyuldu.
Esad’ın en güçlü görüldüğü günlerde meğer alttan alta çürüdüğü zamanlarmış. Devrim o kadar kısa sürede gerçekleşti ki, kimse bunun gerçek olduğuna inanmadı. Zaten distopik filmlerde sahneler böyle hızlıca değişir ve izleyenlerin zihinleri alt üst olur.
Şam sokaklarında Colani’nin askerleri görüldüğünde zihnimiz bu gerçekliğe asla inanamadı. Fakat Esad’ın Rus uçağıyla Moskova’ya kaçtığı anlaşılınca zihnimiz yeni durumun gerçek olduğunu kavrayabildi. Gazze dramıyla çöken morallerimiz soğukkanlı katil Esad’ın düşmesiyle biraz olsun yükseldi.

DEVRİMİN YOLLARINDA GÖRDÜKLERİM
İnanılır gibi değildi ama Şam artık muhaliflerin elindeydi. Hemen oraya gitmek için yola çıktım. Tıpkı 2013’te iç savaş sırasında olduğu gibi kara yoluyla Halep’e, sonra Şam’a gidecektim. Sınırdan geçtiğimde yollarda gördüğüm muhalif gruplara ait hiçbir kontrol noktasının kalmadığını gördüm. Birçok yeri Türkiye kontrol ediyordu artık. Şimdi gerçek ismi Ahmet Eş-Şera adıyla anılan “Colani’nin” kontrol ettiği İdlib’e geldim. Ortam çok sakindi ve herkes işinde gücündeydi. Çünkü İdlib yaklaşık 6 yıldır güvenliğin sağlandığı ve Ahmet Eş-Şera’nın mutlak hâkim olduğu yerdi. Devrim bu şehirde mayalanmıştı.
Oradan Halep’e gitmek için tekrar yola çıktım. Bulduğum her vasıtaya biniyordum; motosiklet, minibüs, taksi hepsini kullandım. Ve ilk gördüğümde beni çok etkileyen Halep’e girdiğimde şehirde temkinli bir iyimser hava gördüm. Halep düştükten sonra orada yaşayan tüm etnik, dini ve mezhep gruplarına dokunulmayacağına dair garantiler verilmiş, insanlar buna güvenerek şehri terk etmemişti. Esad ve İran yanlısı askerlerin kaçmasıyla şehirde düzen sağlanmış ve sokaklarda sevinç gösterileri yapılıyordu. Bu Şam’ın düşmesinde de büyük etki yaratmıştı.
Önceki geldiğimde gittiğim Halep Çarşısı’na gittim. Çarşıda kısmen bir onarım yapılmış ama savaşın izleri tam silinmemişti. İçinde çatışmaların yaşandığı Ulu Cami UNESCO tarafından koruma altına alındığından restorasyon çalışmalarına başlanmıştı. Fakat cami kapalıydı ve içeri girmeme izin verilmedi.
Halep’ten sonra, Türkiye’ye kaçmış, devrim olunca hemen geri dönmüş bir grup Suriyeli ile Şam’a doğru yola çıktım. Yol boyunca Esad askerleri ve muhalifler arasındaki çatışmanın izleri görülüyordu. Yanmış askeri araçlar, tanklar, yıkılmış binalar, barikatlar ve kontrol noktaları… Hama ve Humus’ta bu yıkım daha fazla görülüyordu, zira Şam’ı savunmak için ilk savunma hattını burada kurmuştu Esad rejimi. Ancak iki gün bile dayanamadan kaçıp gitmişlerdi.

ŞAM’DAKİ İLK GÜNLER
Şam fazla hasar görmeden ve neredeyse çatışma olmadan düşmüştü. “Colani” Emevi Camii’ne girip halka can ve mal garantisi verdikten sonra Şam’ın düşmesi daha da kolaylaşmıştı. Halep’te hiçbir olayın yaşanmaması bunun garantisi anlamına gelmişti.
Daha önce Esad’ın davetiyle geldiğim sarayının kapısında üstü başı pejmürde muhalifler nöbet tutuyor, içeriye kimseyi sokmuyordu. Türkiye’den olduğumu öğrendiklerinde benimle fotoğraf çektiriyorlardı.
Saraydan sonra Sednaya hapishanesine gittim. Beni günlerce depresyona sokan o infaz fotoğraflarının bazıları burada çekilmişti. Korkunç bir görüntüsü vardı hapishanenin. Devrim olur olmaz buradaki mahkumların kurtarılması için hapishaneye baskın düzenlenmiş, ortaya distopik filmin şaşırtan başka sahneleri çıkmıştı. 40 yıldır hiç gün yüzü görmeyenlerden tutun da, Hafız Esad’ın hâlâ yaşadığına inananlar, kötürüm olanlar, işkenceden aklını kaybedenler baskın düzenleyen halk tarafından görüntüleri çekilip dünyaya dağıtılmıştı. Yanık kokuları, ceset kokuları her yanı sarmıştı. O zaman anlaşıldı ki Esad’ın zulüm düzeni bilinenden daha korkunç şeyler yapmıştı Suriye halkına. Oradan hemen çıkmak istedim çünkü daha önce yaşadığım depresyonun tetiklendiğini hissediyordum.
Hapishanenin biraz uzağında boş bir arazide insanlar tuhaf şekilde kazı yapıyordu. Oraya gittiğimizde buranın bir toplu mezar olduğu, hapishanede ölen mahkumların burada gizlice gömüldüğü anlaşılmıştı. O fotoğraflarda gördüğüm naylonlara sarılmış, alınlarına ve göğüslerine numaralar yazılmış mahkum cenazeleri buralara gömülmüştü. Toplu mezarlar ülkenin birçok yerinde ortaya çıkmaya başladı. Ancak hapishanenin korkunç görüntüsü gözlerimizin önünden uzun süre gitmedi. Devrim başladığında bile burada infazlar yapılmaya devam etmiş. Tüm bunlar soğuk kanlı katil Esad’ın emriyle yapılmıştı.

AHMET EŞ ŞERA İLE İLK RÖPORTAJ
Şam’ın her yanında kutlamalar vardı ama en kalabalığı tarihi Emevi Camii’nde yapılıyordu. Oraya ilk Cuma namazına gittim ve inanılmaz kalabalığın arasına katıldım. İnsanlar sürekli slogan atıyor, herkes birbiriyle kucaklaşıyor ve sevinç gösterilerinde bulunuyordu. Ahmet Eş Şera’nın askerleri güvenliği sağlıyordu ve sürekli insanlar onlarla fotoğraf çektiriyordu. Ellerinde Kalaşnikof tüfeklerle birçok sivil insan vardı ve alışkanlık gereği silahlarını bırakmıyorlardı.

Tatlı dağıtanlar, hurma ikram edenler, seyyar satıcılarla ortam şenlik yerine dönmüştü. En çok üç yıldızlı Suriye bayrağı satılıyordu. Genç, yaşlı herkes bu bayrakları alıp sevinçle sallıyordu. Bir devrimin ilk günlerinde halkın mutluluğuna şahit oluyordum.
Oradan ayrıldıktan birkaç saat sonra bir haber dolaşmaya başladı: Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın Şam’a gelmiş dendi. Önce inanamadık, sonra araştırdığımızda bunun doğru olduğunu öğrendik.
Emevi Camii’nden İbrahim Kalın ve Ahmet Eş Şera’nın birlikte fotoğrafları yayınlandı ve tüm dünyada şok etkisi yarattı. O zaman devrimin arkasında hangi ülkenin olduğu anlaşıldı.
Distopik filmin senaryosuna uygun olarak devam ediyordu benim Suriye maceram. İbrahim Kalın ve Ahmet Eş Şera’nın uğrayacağı bir noktayı öğrendim ve buraya gidip üç saat boyunca onları bekledim. “Gelemeyecekler” dendi ve ayrılmaya karar verdiğim anda birden korumaların hareketlendiğini gördüm. Bir saat daha bekledim ve bulunduğum yere aniden büyük bir konvoy geldi. Siyah bir Mercedes’in şoför koltuğunda siyah sakallı biri vardı ve yanında MİT Başkanı İbrahim Kalın oturuyordu. Gözlerime inanamadım ama artık bu distopik hikâyede “inanılmaz” diye bir sahne yoktu. Her şey her an değişebilir ve yeni bir hikâye yazılabilirdi burada.

İkisi de karşımdaydı ve İbrahim Kalın beni devrimin lideri Ahmet Eş Şera ile tanıştırdı. O gün tüm dünya basınının peşinde koştuğu, değil röportaj, bir kare fotoğraf çekmek için her şeyi feda edebileceği o lider bana sarılıp “hoş geldiniz” dedi.
Sonra birkaç soru sormama ve iki kare fotoğraf çekilmesine izin verdiler. Dünyada CNN’den sonra röportaj yapan ve fotoğraf çekilebilen ikinci basın mensubu olmuştum. Türkiye’de ise ilk olmanın gururunu yaşadım.
Genç, sakin ve etkileyici bir görüntüsü vardı. Birden Şam’ın tek hakimi ve devrimin lideri olmasının verdiği şaşkınlık yüzünde görülmüyordu doğrusu. Ancak konuştukça onun da Şam’ı bu kadar kolay alacağını beklemediğini anladım.
Devrimden sadece dört gün sonra Şam’da Ahmet Eş Şera ve MİT Başkanı’yla fotoğraf çektirdikten sonra distopik film sahneleri tamamlanmış oldu ve Türkiye’ye döndüm. Fakat devrimden bir yıl sonra bu inanılmaz hikâyenin hâlâ devam ettiğini görüyorum.
