Muazzez İlmiye Çığ, Sümerolog mu toplum mühendisi mi?

Türkiye’de laiklik ve başörtüsü yasaklarının önde gelen savunucularından biriyken göklere çıkarılan, alkış yağmuruna tutulan, Türkiye’nin aydınlık yüzü olarak tanıtılan Muazzez İlmiye Çığ’ın aydın bir figür olarak anıldığı hayatı öldükten sonra karanlık bir hikâyeye dönüştü. HZİ Vakfı’nın yaptığı deneylerin gölgesi onun adını kirletti. Sümer tabletlerini çözerek tarih yazdığı iddia edilen bu kadın bir dönemin karanlık zihin oyunlarının perde arkasındaki isimlerden biri olarak hatırlanmaya başlandı.
Kasım 20, 2024
image_print

Araştırmacı-yazar Muazzez İlmiye Çığ 17 Kasım’da hayatını kaybetti. Aynı zamanda HZİ Nöropsikiyatri Vakfı’nın kurucusu ve Vatan Partisi Genel Başkan Başdanışmanı olan Çığ, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası Erzurum 3 No’lu Askeri Cezaevi’nde siyasi mahpuslara yönelik gerçekleştirildiği iddia edilen tıbbi deneylerle gündeme gelmişti.

BirGün Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Aydın şöyle anlatıyor:

“Cezaevindeki direnişler çok ilginçti aslında, kısaca bahsetmeden geçmeyeyim. Dava açıldıktan sonra bir dönem yumuşadı, çünkü mahkemelerde bunu dile getirirdik, suç duyurusunda bulunurduk. ‘Cezaevinde işkence var, bu koşulda savunma yapamıyoruz, mahkemelere gelemiyoruz’ diye şiddetli itirazlarımız olurdu. Bundan hareketle biraz daha yumuşatırlardı işin doğrusu uygulamaları. Biraz daha rahat koşullarda yaşamak isterdik ancak belirli dönem sonra bu hızla değişti. Özellikle tek tip elbise dayatması içerisine girdiler. Tek tip elbise dayatması teslim almanın aslında şahikası. İnsanları topyekûn teslim almanın bir araca haline dönüştürmeye çalıştılar.

“Biz başlangıç itibariyle bunu topyekûn reddettik, giymedik. Bir ara iç çamaşırlarıyla mahkemeye çıkarmaya çalıştılar. Mahkeme tabii ki öyle koşullarda mahkeme yapmayı reddetti ve dolayısıyla bizi tekrar cezaevine gönderdiler. Uzun zaman özellikle Erzurum -30, 35’leri görür soğuk. O koşullarda, tesadüfen kışa da gelmişti, tek tip elbise giymemek için direnmeye çalıştık. Bizi hücrelere atarlardı bunun için. İşte direndiğimiz, giymediğimiz için. Özel hücreler yapmışlardı. Bir insanın çömelerek durabildiği tarzda hücrelerdi bunlar, çok özel hücrelerdi. İçine su doldururlardı, hatta su buz tutardı.

Amerika menşeli deney

“Zaman zaman üzerinde elbise olmadan sadece küçük bir battaniye vererek hücrelere atarlardı bizi. Ona karşı uzun bir direniş sürdü. Tabii bu arada şöyle bir şey de oldu, onu atlamadan geçmeyeyim. Bize bir ara özellikle hücrelere götürüp çıkarırken yoğun iğne vurmaya başladılar. Yani ne olduğunu bilmediğimiz tarzda böyle bir anda işte 5 enjektörün, 6 enjektörün doldurulup iğne vurulduğu olaylar olmaya başladı. Hücreye giden arkadaşların hemen hemen hepsine aşağı yukarı bu uygulamayı yapmaya başladılar. Hücreye giriyorsun, 1 hafta sonra çıkıyorsun, girerken –atıyorum- 10 tane iğne yiyorsun, çıkarken bir 10 tane daha iğne yiyorsun. 1 hafta sonra bir daha gidiyorsun, yine o iğneyi vuruluyorsun.

“Öyle yoğun bir iğne vurma furyası başladı. Bir yandan da havalandırmaya çıktığımız zaman kulelerden gözleyen, hiç tanımadığımız tipler ortaya çıkmaya başladı. Birkaç ay sürdü bu uygulama. Saymıştım, 52 tane iğne vurmuşlardı bana. Sonra herhangi bir etkisi olmadı. Herhangi bir şey hissetmedim. Daha sonra bunun ne olduğunu araştırdık, öğrendik.

“Siyasi mahkûmlar üzerinde yapılan bir deney. Özellikle Amerika menşeli, işte ‘Komünizm bir hastalıktır, dolayısıyla pekâlâ tedavi edilebilir’ diye başlayan bir proje bu. Türkiye’de Turan İtil yürütüyor bu projeyi komünistleri tedavi etmek için. Bunun birçok suç duyurusunu yaptık. Daha sonra hastanelere götürdüler, incelediler, tahliller yaptılar. Herhangi bir şey çıkmadı. Sanırım zaten yanlış bir ilaçmış herhalde ki komünist düşünce tedavi olmuyormuş. O dönemde direniş içerisinde olan, dolayısıyla hücreye giden, tek tip elbise giymeyen hemen hemen herkes o iğnelerden yedi.”

Muazzez İlmiye Çığ’ın hayatı Sümer tabletlerinden cezaevi hücrelerine uzanan çok yönlü bir hikâye sunuyor. Bu hikâye insanlık tarihinin karanlık yüzünü ve gücün kötüye kullanımını ortaya koyuyor. Bu hikaye geçmişin hatalarından ders almayı ne kadar başarabildiğimizi sorgulatıyor. Gücün kötüye kullanıldığı, fertlerin onurunun hiç sayıldığı bir dönemde benzer uygulamalara rastlıyoruz. “Komünizm tedavi edilir mi?” projesi adeta bir kara mizah örneği: Düşünceleri nasıl bir mantıkla tedavi etmeyi planladıkları belirsiz. “Komünizmi tedavi” adı altında yapılan deneyler aslında toplum mühendisliğinin ve totaliter zihniyetin nasıl akıl dışı boyutlara varabileceğini gösteriyor. Yine de bu başarısız “tedavi” süreci göstermiş ki cehalet ve vicdan eksikliğinden muzdarip bir toplumda yaşıyoruz.

Bilim toplumun iyiliği kullanılması gereken bir araçken burada açıkça ideolojik bir silaha dönüştürülmüş. Komünizmi hastalık olarak görmek hem etik hem de ilmi açıdan problemli. İnsanların düşüncelerini iğneyle değiştirmeye çalışmak bilimin temel değerlerine de insan haklarına da taban tabana zıt bir yaklaşım.

Muazzez İlmiye Çığ, Sümerolog mu toplum mühendisi mi?

1971 yılında İstanbul’da modern bir bilim merkezinin açılışı duyuruluyordu. HZİ Vakfı adlı bu merkez Türkiye’nin zihin sağlığı alanında çığır açacağını vaat ediyordu. Ancak perde arkasındaki hikâye bundan çok daha karanlık ve derindi.

Vakfın kurucuları arasında Sümer tabletlerini çözerek tarihe ışık tuttuğu iddia edilen Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşi Prof. Dr. Turan İtil bulunuyordu. Muazzez İlmiye Çığ o dönem Arkeoloji Müzesi’nde görevliydi. Oysa bu görünüm yalnızca vakfın derinlerde yatan gerçeklerini saklayan bir maskeydi.

HZİ Vakfı beyin araştırmaları kisvesi altında ilaç denemeleri yapıyordu. Müze çalışanlarına “Sizin sağlığınız için bir araştırma yürütüyoruz” diyerek deneylere katılmaları için baskı yapılıyordu. Bazıları yüksek ücret vaadiyle ikna ediliyor, bazıları ise işini kaybetme korkusuyla boyun eğiyordu.

Bu sırada Prof. Dr. Turan İtil ve ekibi ABD’de zorlukla yapılabilen ilaç denemelerini Türkiye’de rahatça gerçekleştiriyordu. Psikotrop ilaçlarla zihinlerin karıştırıldığı bu çalışmaların sonuçları Amerika’daki ilaç firmalarına gönderiliyor, Türkiye “denek cenneti” olarak uluslararası üne kavuşuyordu.

Gençlere “Sekiz hafta boyunca katıl, üç bin lira kazan” teklifi yapılırken siyasi mahkûmlar ve devrimciler ise gönülsüz olarak bu deneylerde kullanılıyordu. Özellikle 12 Eylül darbesinin ardından cezaevleri birer sosyal mühendislik laboratuvarına dönüşmüştü.

Metris Cezaevi’nde renklerle kodlanmış koğuşlar ve rehabilitasyon adı altında uygulanan beyin yıkama teknikleri devreye sokulmuştu: Kızıllar, Yeşiller, Sarılar, Beyazlar… Bu koğuşlar sadece mahkûmları ayırmakla kalmıyor, aynı zamanda zihinlerini kontrol altına almayı amaçlıyordu.

Bu süreçte Prof. Dr. Turan İtil ve Prof. Ayhan Songar gibi isimler devrimcileri hastalıklı anti-sosyal bireyler olarak ilan ediyor, itirafçı üretme süreçlerine katkıda bulunuyordu. İtil, ABD’de devşirilmiş Nazi bilim adamlarının laboratuvarlarında çıraklık yapmış bir geçmişe sahipti ve Türkiye’deki faaliyetleri sırasında bu bilgilerini acımasızca uyguluyordu.

HZİ Vakfı’nın faaliyetleri 1984 yılında zirveye ulaştı. Deneklere 80 bin lira gibi yüksek ödemeler teklif edilerek katılımcılar artırıldı. Bu sırada Muazzez İlmiye Çığ kamuoyunun dikkatini Sümer tabletlerine çevirmeyi sürdürürken kardeşi Turan İtil, ABD’ye dönerek ilaç sektöründeki kariyerine devam etti.

Ancak vakfın karanlık geçmişi 1980’lerin sonunda patlak verdi. Halk bilim adına yapılan bu zulümle yüzleştiğinde büyük bir öfke dalgası yükseldi. Muazzez İlmiye Çığ “Her şey kurallara uygun yapıldı” diyerek kendini savunmaya çalıştı.

Muazzez İlmiye Çığ’ın aydın bir figür olarak anıldığı hayatı öldükten sonra karanlık bir hikâyeye dönüştü. HZİ Vakfı’nın yaptığı deneylerin gölgesi onun adını kirletti. Sümer tabletlerini çözerek tarih yazdığı iddia edilen bu kadın bir dönemin karanlık zihin oyunlarının perde arkasındaki isimlerden biri olarak hatırlanmaya başlandı.

Türkiye’de laiklik ve başörtüsü yasaklarının önde gelen savunucularından biriyken göklere çıkarılan, alkış yağmuruna tutulan, Türkiye’nin aydınlık yüzü olarak tanıtılan Muazzez İlmiye Çığ’ın öldükten sonra neredeyse aynı çevrelerce birden karanlık deneylerle anılmaya başlanmasını da tarihe not düşüyoruz.

Ömer Faruk Birpınar

Ömer Faruk Birpınar
1975 Konya doğumlu gazeteci, çevirmen ve senarist. İstanbul Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı eğitimi aldı. İHA’da Dış Haberler Şefi olarak görev yaptı. Bernard Lewis’in “İstanbul ve Osmanlı İmparatorluğu Medeniyeti”, Tom Segev’in “Elvis Kudüs’te”, Bartolome de Las Casas’ın “Kızılderili Katliamı”, Proctor’ın “Kanser Savaşları” kitaplarını Türkçeye kazandırdı. Yeni "Türkler Ansiklopedisi", "Ortak Türk Tarihi" ve "Türk Musikisi Atlası" kitaplarına tercümeleriyle katkıda bulundu. "Sözün Bittiği Yer" filminde senarist, "Kervan 1915" filminde senaryo danışmanı olarak görev yaptı.
Mail: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır