Şu Torbadan Bir Müsabaka Seçelim
1984 Avrupa Şampiyonası finali. Fransa ile İspanya milli takımları karşılaşıyorlar. Fransızların 10 numarası Michel Platini on sekiz yayının hemen yanından kazanılan frikik atışında sağ ayağının içiyle öyle yumuşak bir plase gönderiyor ki kaleye, sanırım İspanyol kaleci Arconada da bu yumuşaklığa aldanıp topu kontrol ederim sanarak soluna doğru uzanıyor. Fakat topun sol koltuğunun altından geçmesine engel olamıyor. Henüz yedi yaşında olmama rağmen o golün Platini’nin vuruş ustalığından değil Arconada’nın bariz hatasından kaynaklandığını idrak edecek durumdayım fakat yine de Platini’nin vuruşundaki muazzam yeteneğin hakkını da vermek istiyorum bir çocuk cömertliğiyle. Milli maçların, lig maçlarından daha uzun sürede karşımıza çıktığını bildiğimden ilk iş olarak Platini’nin oynadığı kulübü öğreniyorum. Şimdiki gibi elimizin altında internet olmadığından benim bilgiye ulaşma sürem günleri, haftaları bulabiliyor. Juventus’ta oynadığını öğrendikten sonra o gün itibariyle koyu bir Juve taraftarı oluyorum ve Juve’nin lig maçlarını tek kanalımız olan TRT’den hatta TV 1’den takip edebildiğim kadar takip etmeyi kendime bir vazife olarak belirliyorum. Fakat çok sürmüyor Juventus aşkım. 86’da Maradona ve saz arkadaşlarıyla tanışınca bu kez, aynı tetkiki Maradona için yapıyorum. Maradona-Napoli ikilisi ile televizyon bağlamında çok mesaimiz olmadığı için sanırım, ben o Arjantin takımının efsanelerinden uzun boylu forvet Jorge Valdano’nun oynadığı takım olan Real Madrid’i seçiyorum. Yeni seçtiğim Real Madrid’in, Buyo, Chendo, Butragueno, Martin Vazques, Hugo Sanchez, Santilana gibi Jorge Valdano ile aşık atabilecek nice futbolcuyu barındırdığını görünce taraftarlık transferimde isabet kaydettiğimi anlamıştım. Sonraki yıllarda futbol arşivi okumalarım da başlayınca aslında Real Madrid’in dünya üzerindeki futbol takımlarının güç ve sosyoloji bağlamında en iyisi, en büyüğü olduğunu da öğrenmiş bulunuyordum.
Bahsini ettiğim yıllar tek kanallı Türkiye yılları olduğu için biz futbol tutkunları için oldukça sönük geçen yıllardı. TRT her hafta sonu lig maçlarımızdan birkaç tanesini bizlere bilabedel seyrettiriyordu. Avrupa liglerinden naklen müsabaka yayını yoktu fakat Avrupa liginin özetlerinden mahrum bırakmıyordu bizi TRT. Kapitalizmin evlerimizde tahakküm kurmaya başlamadığı yıllar olduğu için Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası müsabakaları biz katılmasak da evlerimize naklen ulaşıyordu. Bunun yanında iple çektiğimiz Şampiyon Kulüpler Kupası, Kupa Galipleri Kupası ve UEFA Kupası gibi üçlü bir organizasyon vardı ki, bu turnuvalarda oynanan her müsabakayı televizyondan izleyemesek de, bir iki tur ileri gidebilen takımlarımızın maçlarını naklen seyretme bahtiyarlığı yaşıyorduk. Bu üç organizasyonun çeyrek final, yarı final ve final müsabakaları ise mutlaka ve mutlaka TRT tarafından verilirdi. Biz de finalde oynayan takımlardan birine birinci turda, ikinci turda falan elenmişsek, hatta elenmemize rağmen kazara maçlardan birini kazanmışsak, yendiğimiz takımın finaldeki maçını seyretmek gibi saçma bir mutlulukla maçı izlerdik. 87-88 sezonunda dediğim şey vuku bulmuş, Galatasaray, PSV Eindhoven’e elenmiş ama maçlardan birini kazanmıştı. PSV o turnuvada sadece Galatasaray’a kaybedip Kupayı kazanınca bizim anlı şanlı medyamız en az iki sene bayram etmişti, Kupa’yı, sadece Galatasaray’ın yendiği PSV aldı diye. İşte o enteresan yıllarda ben hep zaten ayda yılda bir seyredebildiğimiz maçlardan Real Madrid – Juventus müsabakalarının izini sürerdim. Eski bir Juventuslu yeni bir Real Madridli olarak… Bu iki takım da bulundukları konum itibariyle konjenktörün en erken ihtimalle çeyrek finalinden önce karşılaşamayacağı için Şubat-Mart ayları bu kovalamaca için uygun olan araydı.
Real Madrid ve Juventus gibi köklü ve güçlü takımların çeyrek final öncesi karşı karşıya gelme ihtimali geçmiş yıllar itibariyle tamamen takım dengeleriyle ilgiliydi. Zira ikisinin de ilk turlarda sürpriz sayılabilecek bir yenilgiye uğramaları neredeyse imkansıza yakındı. Takım içi oyuncu dengeleriyle ve ekonomik verilerle zaten Avrupa’nın ikinci, üçüncü sınıf takımlarına fark atmış olan Real Madrid, Juventus, Milan, Liverpool diye saymaya devam edeceğimiz kalbur üstü takımların ara turlardan birinde kazaya kurban gitmesi ne UEFA’nın ne yöneticilerin ne basının ne de futbol seyircilerinin isteyeceği bir şeydi. Futbol seyirciliğinde ölçü kaliteli ve nitelikli bir müsabaka seyretmektir. En azından futbol seyircisi, taraftarı olmadığı takımların müsabakalarını seyrederken, iki takımı da birbirine denk görmek ister. Ortada bir heyecan ve hiç bitmeyen bir tempo görmek ister. İnsan ontolojik olarak buna meylederken, oynanan oyun da ontolojisi bağlamında iki denk takımın karşılaşması sonunda “seyirlik” bir zevk verebilir. Manchester United, Avrupa Kupaları finallerinden birinde söz gelimi Lüksemburg liginin en iyi takımıyla bile oynasa, Lüksemburg liginin zaten vasatın altında olmasından kaynaklanan bir durumla o müsabakanın “seyredilebilir” ihtimali zayıflar. Taraftarı olmadığı bir müsabakayı seyreden futbol tutkunu bir insan, topun bir tenis maçında olduğu gibi iki rakip arasında sürekli gidip gelmesinden yanadır. Bu gerçeğin başından beri farkında olan organizasyon yetkilileri metot olarak iki denk takımın erken turlarda karşılaşma ihtimalini hep düşük tutmuşlardır. İki denk takım kavramına sadece “güçlü” takımlar girmiyor elbet. İki “zayıf” takımın da birbirine denk düşmesi olabildiğince engellenmiştir. Çünkü bu eşleşmenin doğal sonucu olarak zayıf takımlardan biri elenecek ve ileriki turlarda güçlü takımların önüne atılabilecek zayıf takım sayısı azalacaktır. Yerleşik görgünün buna karşı çıkması son derece olağan bu yönüyle bakarsak. Sistem hep bir güçlü takımın bir zayıf takımla eşleşmesi üzerine kurulmuştur ki, tabiat kanunlarına mugayir bir işleyiş olmasın. Erken turlardan zayıf rakiplerini eleye eleye gelen üst düzey takımların genellikle çarpışma sahaları çeyrek finalden itibaren oluyor haliyle. Çeyrek finallerde, yarı finallerde ağdan kaçan küçük balık kıvamında takımlar ara sıra olsa da, genel düzenek iki “güçlü” takımın finalde milyonları sahaya ve ekrana kilitlemesi olarak vuku buluyor.
UEFA’nın birkaç yıldır Avrupa Kupalarında birçok futbolseverin tam olarak şıp diye anlayamadığı, idrak etmekte zorlandığı değişikliği ile orta ve hafif düzeydeki takımların üst turlara çıkma şansı artıyor gibi gözükse de kazın ayağı hâlâ öyle değil. Değişen şey yapılan müsabaka sayısının ve çeşitliliğinin arttırılması sadece. Önceden gruplarda karıncaları ezen filler, yapılan değişiklikle şimdi gruplara ayrılmadan önüne gelen karıncaları ezip geçiyor. Dolayısıyla sistemi ne kadar revize ederlerse etsinler, bir PAOK – Malmö finali seyretme olasılığımız, bir Bayern Münih – Arsenal finali seyretme olasılığının çok çok gerisinde. Yapılan değişiklikler zayıf halkayı daha yukarı çekmek için değil zayıf halkayı güçlü halkanın önünde daha fazla rencide etmeye matuf yapılıyor. Zayıf takımların ekonomisine yapılan artı hamleler ya da transfer piyasasının genişletilmesi, rekabeti aynı seviyeye çekmek için değil zayıf halkanın daha cazip, daha sempatik görünmesi için… Fareye ne kadar cesaret yüklemesi yaparsanız yapın, kedi önünde sonunda yiyecektir onu. Ya da gladyatörün karşısına çıkan savaşçı sayısının sürekli çoğaltılması seyircilerin arenada keyifli geçirdikleri vaktin uzatılmasına yönelik bir hamledir, gladyatörü alt etmeye yönelik değil… Statlara “arena” ismi verilmesine bir de bu açıdan baksak hiç fena olmayacak.
Dünya genelinde televizyon kanallarının artması, oynanan maç sayılarının artması, yayın sayısının artması sonucunda kırk yılda bir seyredebildiğimiz maç sayısına şimdilerde neredeyse bir günde ulaşıyoruz. Haftanın her günü maç var desek yeridir. Hatta öyle bir yoğun maç yüklemesine maruz kalıyoruz ki, dört yılda bir iple çektiğimiz Dünya Kupası müsabakalarının bile hepsini seyretmiyoruz. İşimize gelen “büyük” maçları seyretmekle yetiniyoruz.
Başta UEFA ve FIFA olmak üzere organizatörler, “büyük maç” kavramının hayatımızdan çıkmaması için her şeyi yapıyorlar. Kuralarda seri başı uygulaması ayniyle devam ediyor mesela. Dolayısıyla “güçlü takım – zayıf takım” birlikteliği muhafaza ediliyor. “Güçlü takım – güçlü takım” veya “zayıf takım – zayıf takım” eşleşmelerine ilk turlarda kesinlikle müsaade edilmiyor. Bahis mevzularının artmasının doğal sonucu olarak torbaya (aslında cam küreye) daldırılan elin, toplara yerleştirilen manyetik kuvvetle, istenilen takımların birbirine düşürdüğünün konuşuluyor olması da hiç yabana atılacak bir iddia değil.
Futbolun patronları daha doğrusu dünyanın patronları futbolu ne kadar çirkinleştirmeye ne kadar ellerinde evirip çevirmeye devam etse de futbolun ve oyunun kendisiyle olan ünsiyetimiz sekteye uğramıyor. Ve her şeyin farkında olan bizler, bir gün Real Madrid – Antalyaspor çeyrek finali ya da San Marino – İtalya yarı finali görebileceğimizin hayalini muhafaza etmek istiyoruz. İnsanı yaşatan, konjenktör, düzen ya da sistem değil hayaldir sonuçta.