Siyonizmden Önce: Filistinlilerin ve Yahudilerin Paylaştıkları Ortak Yaşam
Değerlendirilen Kitap: Bar-Ilan Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakultesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü olarak görev yapmakta olan Menachem Klein’e ait Lives in Common: Arabs and Jews in Jerusalem, Jaffa and Hebron adlı kitaptır.
Menachem Klein’in Ortak Yaşamlar: Kudüs, Yafa ve El-Halil’deki Araplar ve Yahudiler adlı kitabı insanı hüzne boğan bir eser. İlk olarak İngilizce sonrasında İbranice olarak yayımlanan kitap, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Filistinliler ile Yahudiler arasındaki ortak yaşamı betimleyerek bize bir arada yaşanan günlük hayat, ticaret, eğitim, kutlamalar ve paylaşılan acıları hatırlatıyor. Bu tür bir varoluşun, İsrail eğitim sistemi tarafından öğretilen her şeye rağmen, mümkün olabileceğini gösteriyor. Ardından, kitabının 2. bölümünde Klein, bu hassas dengenin nasıl bozulduğunu anlatıyor ve o bir arada yaşanılan günlerden kalan her şeyin nasıl yok olduğunu bize gösteriyor.
O dönemde Filistin’i yöneten Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın sonlarına doğru gücünü kaybetmeye başladıkça, Yahudiler ve Arapların Osmanlı idaresinde yaşadığı deneyimlerden kaynaklanan yeni, yerel bir kimlikleri gelişmeye başlamıştı. Dinî kimliklerin önüne geçen bu kimlik, Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından paylaşılıyordu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü takiben, hem Siyonist hareket hem de Filistin ulusal hareketi bu kimliği ele geçirmeye ve bölge halkını Yahudi Siyonist ya da Filistinli Arap olarak tanımlamaya başladı. Bölge insanından Araplar ve Yahudiler olarak değil, Filistinliler olarak bahseden Kudüs Belediye Başkanı Rağıb el-Neşaşibi gibi birlik çağrısı yapanlar da vardı. Klein, Siyonizm ya da Arap ulusal hareketinin ortaya çıkışından önce bölge sakinlerinin hiçbir kimliğe sahip olmadığı mitini çürütüyor. Bunun yerine, kendi gelenek ve göreneklerine sahip, canlı ve hareketli bir topluluğu tasvir ediyor ve bu iddiasını; Yahudiler, Müslümanlar ve bölge dışı insanlardan gelen tanıklıklarla kanıtlıyor.
Hem Siyonizm hem de Arap milliyetçiliği Filistin’e bölge dışından geldi. İki hareket de diasporada gelişti, ancak her ikisi de nehir ile deniz arasındaki toprakları kontrol savaşlarının bir parçası olarak gördü; sınırları, burada yaşayanlara rağmen daha önce herhangi bir sınırın olmadığı yerlere çizdiler. Filistin sakinleri, önceleri burada veya diğer Arap ülkelerinde doğmuş olan Yahudilerin ortak kimliği olan “Arap Yahudileri” ile Avrupa’dan gelen ve bu toprakları yeniden tanımlamaya çalışan Yahudi göçmenler arasında bir ayrım yapıyordu. Klein, 20. yüzyılın başlarında Filistinliler tarafından yazılmış birkaç günlük kaydını alıntılıyor eserinde; bu kayıtlara göre Aşkenaz olmayan Yahudiler; awlad al-balad (“beldenin evlatları”) ve yahud awlad al-arab (“Arap Yahudileri”) olarak görülüyordu.
“Moskovalı Bolşevikler”
Klein’in anlattığı idealist gerçeklik bugün neredeyse bir rüya gibi görünüyor. Eserinde, Kudüslü Ya’akov Elazar’ın anılarından şu alıntıyı yapıyor: “Müslüman kadınlar, Yahudi dininin adetlerine saygıyla uyum gösteriyordu… Müslüman komşular, Yahudi kadınların Şabat öncesi gerekli olan suyu kuyulardan çekmelerine izin veriyordu.” Klein ayrıca bazı Müslümanların Yahudi komşularına dini dualarını okurken eşlik ettiğini de anlatıyor. Şeyh Cerrah mahallesinde Haham Gershon tarafından yönetilen, Yahudiliğin ve İbranice dilinin temellerinin öğretildiği geleneksel bir ilkokul olan cheder’ı anlatıyor. Arap ebeveynler çocuklarını burada nasıl düzgün davranacaklarını öğrenmeleri için getiriyordu. Klein ayrıca Yahudiler ve Araplar arasındaki evliliklerin duyulmamış olmadığını, ancak meşru kabul edilmediğini de yazıyor.
Buraya gelen Avrupalı yabancılar, bu yarı-ütopyanın ortaklarının arasını açtılar. İsrail Toprakları’nın tarihi-coğrafi ansiklopedisini derleyen Yeshayahu Peres, Aşkenaz Yahudilerinin göç ettiklerinde yanlarında kendi geleneklerini, kıyafetlerini ve yaşam tarzlarını getirdiğini ve Filistin’in kültürüne uyum sağlamadıklarını söyleyerek şikâyet ediyor: “Yidişçe konuşuyorlar ve geldikleri memleketlerin sokaklarında konuştukları Yahudi aksanını koruyorlar. Sadece dillerinde ve görünümlerinde değil, dünya görüşlerinde de Sefarad kardeşlerinden farklılar.” Ya da Filistinli aktivist Ghada Karmi’nin şu sözlerini ele alalım: “Onların ‘bizim Yahudilerimizden’ farklı olduğunu biliyorduk. Arap Yahudilerinden bahsediyorum. Onları Yahudiden çok Avrupa’dan gelen yabancılar olarak görüyorduk.”
Klein, Siyonist yapının, Arap Yahudinin karşıtı olarak, Yahudi kimliğinin İbranice konuşan tzabarlar (İsrailli yerliler) olarak idealist bir imajını icat ettiğini ve bu imajı beslediğini yazıyor. Tzabar miti, kendilerini yerli olarak görmek isteyen bir göçmen kültürü tarafından şekillendirildi. Haritalar yeniden çizildi, coğrafi yerlerin Arapça isimleri göz ardı edildi veya İbranice isimlerle değiştirildi. Bu, yalnızca göçmenleri yerlilere dönüştürmek için değil, aynı zamanda daha önce burada bulunanların yerini almak için yapıldı. Tel Aviv’in kurucularından Yosef Shlush, Araplar tarafından saldırıya uğradığından şikâyet ettiğinde, Yafa’daki Arap aşiret liderleri şu şekilde yanıt verdi: “Tüm bu olayların sorumlusu, Moskova’dan getirdiğiniz Bolşevikler değilse kimdir?”
Kitabın, Nakbe (1948) ve 1967 Savaşı öncesindeki hayatı anlatan ilk bölümü, Siyonizmin Filistin liderliği tarafından nasıl görüldüğüne dair tarihi anekdotlarla dolu. 19. yüzyılın sonunda Kudüs Belediye Başkanı olan Salim el-Hüseyni’nin şu sözlerine yer veriliyor: “Bu hareketin, bir yerleşimci hareketi olduğu oranda bir siyasi hareket olduğunu düşünmüyorum ve hiçbir zeki, bilge Siyonist’in Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikrini hayal ettiğini sanmıyorum.” Lübnanlı bir Marunî Hristiyan olan ve Osmanlı yönetiminde Kudüs’te görev yapan, aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin öncülerinden biri olan Necib Azuri, 1905’te Siyonizm ve Arap Ulusalcılığı arasındaki mücadeleye atıfla şöyle demiştir: “Bu iki hareket, biri kazanana kadar sürekli mücadele etmek zorunda kalacak. Tüm dünyanın kaderi, iki karşıt ilkeyi temsil eden bu iki ulus arasındaki mücadelenin sonucuna bağlıdır.”
Cemil el-Hüseyni, 1914 yılında Siyonizmle mücadele edilmesi gerektiğini, çünkü Siyonizmin başarısının Filistinlilerin topraklarından mahrum bırakılmasına yol açabileceğini söyledi. Kudüs’ün kısa süreli belediye başkanlığını yapmış ve ünlü bir Filistinli lider olan Musa Kazım Paşa el-Hüseyni ise şöyle demiştir: “Araplar ya da liderleri Yahudilerden Yahudi oldukları için nefret etmiyor. Aksine, Yahudilerin bir Arap federasyonu çerçevesinde var olmalarını istiyorlar… Ancak Araplar, hiçbir şekilde bir azınlığın burada yaşayanlara ‘biz bu toprağın efendileriyiz’ demesini kabul etmiyor… Yahudilerin, sayılarına uygun olarak elde ettikleri haklardan yararlanmaları gerektiğine inanıyoruz.”
Kitabın ilk bölümünde, şiddet, isyanlar, cinayetler ve gruplar arasındaki çatışmalar yok değil ancak bir tür denge var. Bir grup öldürür, diğer grup karşılık verir, ardından barışırlar ve bir sonraki kavgaya kadar birlikte yaşamaya geri dönerlerdi.
Tarihin Ötesinde
Kitabın ikinci yarısı, Nakbe’den sonra yaşanan olayları anlatıyor ve oldukça karamsar. Klein, 1948 ve 1967’nin iki ayrı savaş olmadığını, aksine aynı savaşın iki raundu olduğunu iddia ediyor. Bu teorisini, hem Yahudilerden hem de Filistinlilerden alınan birçok tanıklık ve ikna edici bir karşılaştırmaya dayandırıyor. Bu bölümde, 1948’de ve 1967’de, Filistinlilerin evlerinden çıkarılması ve bu evlere Yahudilerin yerleştirilmesi konusunu işliyor.
1947’de alınan evlerini ve mülklerini ziyaret etmek için geri dönen mültecilerin hikayelerini ve mültecileri görmekten çoğu zaman memnun olmayan yeni sakinlerle olan karşılaşmalarını anlatıyor. Bir Filistinlinin evine yerleşen Yüksek Mahkeme Yargıcı Zvi Berenson, geri dönen sahiplerine evi göstermeyi, yenilemek için çok para harcadığını iddia ederek reddetti. Eski evine gelen başka bir mülteci, Polonyalı bir Yahudi kadın bir göçmenle karşılaştı; bu kişi, Polonyalıların kendi eski evini aldığını söyleyerek, Filistinlinin evine el koyma konusunda Polonyalıların kendisine yaptıklarının aynısını yapıyor olduğu gerçeğine karşın el koyduğu evlerinin önünde duran Filistinliye karşı kendisini haklı çıkarmaya çalıştı.
Savaşlar, İshak Musa el-Hüseyni ile çocukluk arkadaşı Yaakov Yehoshua arasında olduğu gibi Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki kişisel ilişkileri bile bozdu. İkisi birlikte eğitim gördüler ve 1948 Savaşı tarafından ayrılana kadar arkadaş kaldılar. 1967’den sonra Yehoshua, üst düzey bir İsrailli bürokrat oldu. Batı Şeria’da yaşayan ailesinin çalınan mülklerini geri almak için Yahudi arkadaşından yardım isteyen el-Hüseyni’ye yardım etmeme kararı aldığını, günlüğüne şu şekilde yazıyor: “Görünüşe göre yeni Yahudi’yle henüz uzlaşmamışsınız; geçmişte küçümsediğiniz kişi şimdi cesur bir asker, tank mürettebatı, pilot oldu.”
Klein kitabın ikinci bölümünde ayrıca geride kalan yıllar boyunca yaşananları ve başarısız olmuş çeşitli birlikte yaşam girişimlerini, Elad yerleşimci örgütünün faaliyetlerini, 2014’te üç İsrailli gencin kaçırılmasını ve bu kaçırma olayının Batı Şeria’daki Filistinliler üzerindeki sonuçlarını detaylarıyla inceliyor.
İşte burada Klein, tarihçi olmaktan çok bir gazeteci gibi davranıyor. “Tarih” geleneksel olarak 30 yıldan daha uzun süre önce olmuş bir şey olarak düşünülür. Klein tehlikeli bir adım atıyor ve tarihi güncel olaylara bağlamaya çalışıyor. Benim fikrimce, bu ikisi ayrı tutulmalı. Geçen yüzyılın başlarına dair derin bir anlayış, yakın olaylara bulanık bir bakışla yer değiştiriyor. Bu, okuyucuda yazarın mevcut dünya görüşüne daldığı hissini yaratıyor.
Lives in Common, iyi ya da kötü, bir tarih kitabı değildir. Kayıp anekdotlar, dokunaklı günlük yazıları ve yazarın Kudüs’teki çocukluğundan anılarla dolu. Bar İlan Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Klein, bir tarihçi ile açık, şekillendirilmiş bir dünya görüşüne sahip bir yazar arasında gidip geliyor ve bu görüşünü saklama niyetinde değil. İsrail eğitim sistemi tarafından kasıtlı olarak unutturulmuş bir döneme kapı açabilme kapasitesine sahip ve Siyonizm ile Filistin milliyetçiliğinin yükselişinden önce var olan farklı bir gerçekliği gösterebiliyor.
Savaşlara ve zamanın geçmesine karşın Klein, belki de bu topraklarda ortak bir yaşam için hâlâ umut olduğunu gösterebiliyor — nihayetinde bu gerçeklik bir zamanlar zaten vardı. Son 100 yıldır aynı toprak parçası için savaşan bu iki ulusun, belki de birlikte yaşamaya geri dönebileceğini öne sürüyor.
Noam Rotem, İsrailli bir aktivist, yüksek teknoloji yöneticisi ve “Godwin artık burada yaşamıyor” alt başlıklı o139.org blogunun yazarıdır. Bu makale ilk olarak Rotem’in blog yarazı olduğu Local Call’de İbranice olarak yayımlandı.
Çeviren: Ali Karakuş