Siyaset Ve Ahlak

Hayatın siyaset olması, içimizdeki iyi ile kötünün sürekli mücadele halinde bulunması, Carl Schmitt’in siyaset felsefesinin temelidir. Ahlâkın insanın varoluşundan bile önce geldiği ve ‘öteki’nin bizim kendimizi inşa etmemizin vazgeçilmez unsuru olduğu ve kendimizden önce karşımızda yer aldığı, ‘öteki’nin aslında ahlâk anlamına geldiği de Emanuel Levinas’ın ahlâk felsefesinin esasını oluşturur. Bir yanda bir Alman’ın siyaset felsefesi, bir yanda bir Yahudi’nin ahlâk felsefesi… Bize göre ikisi de doğru ama birbirinin mütemmim cüzleri olan ahlâk ve siyaseti birbirinden kopardıkları için ikisi de hatalı. Anlatmaya çalışalım:

Her insan ilişkisi bir ahlak ve siyaset içerir

Varlığımızı ‘öteki’yle ve ‘ilişki’ içinde icra ediyoruz, ahlâk ve siyaset, bu icranın temel unsurları. Zira ahlâk ve siyaset, enikonu ‘öteki’ne ne yapacağımız, nasıl davranacağımızla ilgili. Bu nedenle ‘öteki’ ve ‘ilişki’nin olduğu her yerde, tarihsel ve toplumsal olarak hangi biçimi alırsa alsın, ‘siyaset ve ahlâk’ şu veya bu biçimde bulunuyor.

İnsanlar, farklı topluluklarda dünyaya geliyor, büyüyor, yaşıyorlar; biyolojik ve psikolojik olarak birbirlerinden farklılar. Bu farklı oluş, hem sahiciliğin (otansite) hem de ahlak ve siyasetin kaynağını teşkil ediyor. Hepimiz, kendi hayat yolumuzu izlerken, diğer insanlarla dayanışmak, kader birliği yapmak ama kimi zaman da çatışmayı göze almak durumundayız. İnsanlığımızın icrası sırasında her uzlaşma yeni bir çatışmaya gebe; her çatışma da yeni bir uzlaşmanın tohumlarını içinde taşıyor. İnsan ilişkilerinin olduğu her yer ve durumda, karı-koca, ebeveyn-çocuk, arkadaş ilişkilerinde, toplumlar ve nihayet uluslararası ilişkilerde bunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz.

Her insan ve her topluluk, şöyle ya da böyle bir uzlaşma ya da çatışma üreticisi. Dünya görüşümüze göre, “biz” ve “ötekiler” arasındaki benzerlik ve farklılıkları saptıyor; benzeşmenin olduğu yerlerden genellikle uzlaşmaya, farklılıkların olduğu yerlerden genellikle çatışmaya dayalı ilişkiler üretiyoruz.

Dünya görüşü, yaşanılan dünyaya, yaşantımıza biçim vermek üzere, açık veya örtük bir şekilde, ortak bir program önerisi olarak öne sürüldüğünde ona “ideoloji”; (psikolojimizi ve kişiliğimizi de işin içine katarak) hayatı sürdürme ve dönüştürme ile ilgili pratik boyutuna ise, “siyaset” diyebiliriz. Her birimiz, dünyaya bir bakışımız, bir dünya görüşümüz bulunması dolayısıyla, insan ilişkileri sahnesinde, farkında olarak ya da olmayarak, aktör, ideolog ve siyasetçi rollerini oynayıp duruyoruz. İnsan olmamızın bize yükleyiverdiği bu rollerden bir an için bile dışarı çıkmamız, sahnenin dışında kalmamız mümkün değil. Karı-koca, ebeveyn-çocuk ilişkileri gibi en mahrem hayat alanları bile, bu anlamda mikro-siyasetin sahneleri.

Siyasetçi olmasına hepimiz siyasetçiyiz ama bazılarımız bu alanda daha usta. Bunu hiç de olumsuz anlamda söylemiyorum. Rollerimizi ustalıkla yerine getirebilmemize göre, “daha iyi ebeveyn”, “daha iyi eş”, “daha iyi komşu”, “daha iyi vatandaş”, “daha iyi arkadaş” olmaya hak kazanıyoruz.

Sonuç olarak: İnsan, farkında olduğu, diğer insanları ilgilendiren her eylemiyle bir siyasi faaliyetin içerisindedir ve bu eylemlerinin sonuçlarından sorumludur. Siyasi faaliyet, en geniş anlamda, çatışma ve uzlaşmadan ibarettir. Siyasette ustalaşmak, ‘nerede, ne zaman, kiminle, nasıl ve ne kadar çatışıp uzlaşılacağına, farklılıkları ve benzerlikleri uygun bir biçimde hesap ederek, en kısa sürede karar verebilmek’ demektir.

Ahlak ve siyaset, aşk ve dostluk gibi akrabadır

Böyle tarif edilen siyasi faaliyetin, ‘ahlâk’ konusuyla yakın akrabalığı hemen görülecektir. Yukarıda siyaset için kurduğumuz cümlelerin hemen hemen aynısını ‘ahlâk’ için de kurabiliriz. Ahlâk ve siyaset, tıpkı aşk ve dostluk gibidirler; insan ilişkilerinin olmazsa olmazlarıdır ve asla birbirlerinden tam olarak ayrılamazlar. Aralarındaki farkın duygusal bir mesafeden kaynaklanan uzaklık ve yakınlıkla ilgi olduğunu söyleyebiliriz. “Duyguca yoğunluk hissedilen süreçler, daha çok ahlâkla; duyguca daha mesafe konulabilen süreçler, daha çok siyasetle ilgilidir” diyebiliriz.

Ne ki insan psikolojisi, çok dinamiktir. Duyguca yoğun hissetme hali, sürekli değişiklik gösterebilir. Aynı etnisiteden, aynı kavimden, aynı aileden insanlara karşı duyguca mesafeli olduğumuz insanlar olabilir. Bunun yanında, hiç tanımadığımız ama ortak insani bir duyarlılığı paylaşmamız nedeniyle kardeşimizden yakın hissettiğimiz kişiler, gruplar çıkarabilir hayat karşımıza. Yani siyaset ve ahlâk hayatımızdaki öyle iç içe ve dinamik süreçlerdir ki sınırlarını kesin olarak belirleyemeyiz. Biri diğerinin içinde, değilse yanı başındadır. Biri hakkında konuştuğumuzda, diğeri pusuda bekliyordur. Şu halde siyaset ve ahlak arasındaki asıl farklılığın yalnızca, ahlâkî ve siyasi yargının niteliğinde olduğunu söylemek daha uygun olacaktır. Ahlâkî yargıda duyguca yoğunluk daha ön plandayken, siyasi yargıda görece bir objektiflik söz konusudur.

Ahlâkî olana ‘duyguca yoğun’ olma özelliğini veren şey, ilişkilerimizdeki uzaklık ve yakınlıklar; bunu da belirleyen ise adalet duygusudur. İnsanları içimizdeki adalet duygusunun rehberlik ettiği koreografiye göre iç-dünyamıza yerleştiririz: En çok minnet ve şükran hissettiklerimiz, en yakınımızdadır. Anne-baba ve çocuklar gibi aileden olanlar, bazı yargılarda önceliklidir. Onları yargılarımızda, adalet terazimizi tepetaklak etmeyecek biçimde koruyup kollamamız doğaldır. Ama bu bir mizana göredir. Hiç kimsenin iç dünyamızdaki yeri, sonsuza kadar garanti edilmiş değildir. Bugün en yakınımızda olan, yarın içimizden yitip gidebilir. Bırakın aynı soydan olmayı, aynı aileden olmak bile bazen bir anlam ifade etmeyebilir.

Görülebileceği gibi ortada çok ince ve üstelik hayli kaygan, kolayca değişebilen bir insanlık durumu var. Böyle bir durumda, tıpkı Nazi ve Yahudi düşünürlerin yaptıkları gibi, siyaset, tamamen ahlâktan kopartılabilir; bireyin ve grubun çıkarı adına yapılan katliamlar dâhil her şeyin içine girebileceği, bağımsız ve ahlâkî yargıdan uzak adeta ‘ahlâksızlık’ın mubah olduğu bir insanî alan olarak görülebilir. Ama aynı tarife dayanılarak siyaset, tam tersine tamamen ve en sıkı bir ahlâkî insan faaliyeti olarak da nitelenebilir. Ahlak ve siyaset arasındaki ince hatta aynı ince ayarda tartma yeteneğini haiz bir adalet terazisini yerleştirmeden çözüm bulmak imkânsız görünüyor. Aksi halde yeri geldiğinde eyleminizi ahlakilikle yeri geldiğinde siyasilikle meşrulaştırıp durmanız kaçınılmazdır.

Başta ahlak ve siyaseti birbirinden koparmanın hatalı olduğunu söylemiştik. Şimdi bu tespitimize, aralarına adalet terazisi yerleştirmezsek kopuşun kaçınılmaz olduğunu ilave etmiş olduk. Uzunca bir dönem, ahlak ve siyaset arasındaki bağlantıları ve ortaya çıkan kopukluğu gidermenin yolunu böyle düşündüm. Sonradan adalet hissi, adalet terazisi gibi kavramların altının pek de dolu olmadığını fark ettim ve bazı değişiklikler yapma yoluna gittim. Onlara gelmeden önce, ahlak ve siyaset bağının kopmasının sonuçlarını ele almak için yine başa dönelim.

Yaşadığımız dünyada ahlak ve siyaset kopuktur!

Biraz sonra ayrıntısını açıklayacağımız, ahlak ve siyaseti birbirinden koparmanın hatalı olduğunu söyleyen bir bakışa sahibiz, içselleştirilmiş bir ahlak olmadan siyasetin asla erdem niteliği taşıyamayacağı ve sorunları çözemeyeceği kanaatindeyiz.  Ama yaşadığımız teknomedyatik dünya bizi değil, ahlâk ve siyaseti birbirinden tamamen ayıran Schmitt ve Levinas’ı doğruladığının da farkındayız. Öyle ki, Carl von Clausewitz’in ünlü eseri Savaş Üzerine’de söylediği “Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır” sözünü modern zamanların en doğru sözü saysak, bu dünyayı “diplomasiyle kibarlaştırılmış bir cangıl” olarak nitelesek yeridir. Bu durumda modernliğin maneviyat krizini ‘ahlâkî iyi’ ile ‘siyasi iyi’ kopukluğuna bağlayan düşünürler de tamamen haklıdır. Ahlâk ve siyasetin birbirinden kopması nedeniyle, her biri parlak düşünürler olan, Carl Schmitt’in siyaset felsefesini bir Nazi hukukçusu olarak üretmesi de ‘öteki’nin filozofu olarak bilinen Levinas’ın son tahlilde Yahudilerin zulüm politikalarına ortak olması da kaçınılmazdır.[1]

Sanıyorum ahlak ve siyasetin günümüzde nasıl böylesine birbirinden koptuğunu anlamak için Batı düşünce tarihine bakmalıyız. Fransız düşünür Andre Comte-Sponville, Batı’da, ahlâk ve siyaset arasında yakın bir ilişki olduğunu söyleyenlerin temsilcisi olarak Platon ve Lenin’i görüyor. Birbirlerinden yüzyıllar ve dağlar kadar farklı olan Platon ve Lenin, ahlâk ve siyasetin birbirleriyle kopmaz bağları olduğu konusunda hemfikirler. Onlara göre “ahlâkî iyi” ve “siyasi doğru” bir ve aynı. Buraya kadar aynılar ama bu noktadan sonra aralarında büyük bir farklılık başlıyor. Platon için bu kopmaz ilişkide önde çıkan unsur, ahlâktır. Ahlâken iyi olan, siyaseten doğrudur. Ama Lenin, tam tersi kanaatte; ona göre ilişkide tartışmasız biçimde önde olan siyasettir, siyaseten doğru olan ahlâken de iyidir. Comte-Sponville, ahlâk ve siyaset arasında hiçbir şekilde ilişki olmadığını söyleyenlerin temsilcileri olarak ise Kinikleri ve Machiavelli’yi sayıyor. Kinikler ve Diogenes, en yüksek değeri, erdemde yani ahlâkta bulurlar. Onlar için hayatın ideali, ahlâkî açıdan iyi olmaya yönelmelidir; bu, siyasette başarılı olmaktan çok daha değerli ve önemlidir. İktidarsız erdem, erdemsiz iktidara tercih edilir. Machiavelli de tıpkı Kinikler gibi ahlâk ve siyaset arasında bir bağ görmez ama siyaseten başarılı ve etkili olmayı, ahlâken iyi olmaya yeğler. Ona göre “iktidarı kaybetmektense ruhunu kaybetmek, siyaseten daha doğrudur.”[2]

Müslümanlar ahlak ve siyaset ilişkisine nasıl bakmalı?

“Ahlâk kelimesi Arapçada ‘hulûk’ kelimesinin çoğuludur. ‘Hulûk’ ile yaratma ya da yaratılan anlamındaki ‘halk’ kelimesi aynı harflerden oluşur, aynı şekilde yazılır. Bunun bir anlamı şu olmalıdır: Halk ile ahlâk arasında, yani insanın yaratılışı/fıtratı ile davranışları arasında doğrudan bir ilişki vardır. Zaten yaratıcı da yine bu kelimelerin anlattığı şeyin faili olarak ‘Hâlık’tır. Ya da ahlâk, güzel davranışların kalıcı kılınarak halk, fıtrat haline getirilmiş olanıdır… İslâm’da ahlâk, hukuktan bağımsız değildir, ahlâk hukukun yardımcısı değil, aksine hukuk ahlâkın yardımcısıdır...” Bu önemli tespitleri yapan Faruk Beşer Hoca şöyle devam ediyor: “Bizim Batı ile farkımız buradadır sanırım. Batıda esas olan ahlâktan önce hukuktur. Hukuk’a riayet ettikten sonra insanın kendi içinde ahlâklı olup olmaması kendi bileceği bir şeydir… Bizde ahlâkın sağlanması esastır. Ahlâk ise öncelikle Hâlık ile alâkalı bir durumdur ve sadece diğer insanların hukukuna saygı göstermesiyle insanın görevleri bitmiş olmaz. Esas olan Allah’a karşı saygılı olmasıdır ve bu yalnız başına bulunduğunda da, hatta kalbinin eylemleriyle de olması gereken bir şeydir. Ve ahlâkın asıl konusu kalbin eylemleridir…”[3]

Bunlar gerçekten de zihin açıcı, tartışılması gereken tespitler. Ahlâk ile hukuk bağlantısı ve Batı ile Müslüman dünyanın bu açıdan farklılıkları bir başka çalışmayı gerektirecek kadar ayrıntılı. Ben onlardan daha ziyade ele aldığımız konuda da Hocanın açtığı kapıdan yürünmesi, siyasetin de kalbin eylemlilik alanı olan ahlâkla birlikte ele alınması kanaatindeyim. Bu alıntıya da ahlakın kalp ile bağlantısını kurduğu için yer verdim.

Bir önceki “Ahlak devrimcidir” başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi, gençlik yıllarımdan beri siyasetin ahlâkla birlikte ele alınması gerektiğini hep dile getirmeye çalıştım. Mesela “İnsandan, toplumdan, değerlerden yana bir sorumluluk etiğine sahip olan birisinin siyasi başarısının ölçütü, ne pahasına olursa olsun kazanmayı esas alan faydacı bir tavır değil, ne pahasına olursa olsun, ahlâkî olandan kopmamaktır” dedim. Her Müslüman gibi ben de hissi kablel vuku düzeyinde bile olsa böyle olması gerektiğini kolayca sezebiliyordum. Ama ahlâkın kalp ile bağlantısı doğrudan kurulmayınca, bu hayli karışık insanlık durumu tam olarak idrak edilemiyor, sorun berrak biçimde ortaya konamıyordu.

Ahlâkın kaynağının kalp, kalbin temel erdeminin merhamet olduğunu düşünmeye başladıktan sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, yıllarca savunduğum ve burada da yukarıda dile getirmeye çalıştığım tezlerimiz iki noktada sorunludur. Birincisi, ahlâkın kaynağını tam olarak açıklamayı başaramamıştır ve bunun doğal sonucu olarak, siyaset ve ahlakın asla birbirinden koparılmaması, “ahlâklı siyaset”ten ayrılmamak gerektiği şeklindeki tezler de yeterince ikna edici olamamaktadır. Dahası ahlâk konusunu kısmen de olsa bireyin manevi olgunlaşmasından ayrı mütalaa etmekle hata yapılmaktadır. İkincisi, adaleti ahlâkı meydana getiren erdemlerden bir tanesi olarak ele almak yerine, ahlâk ve siyaset arasındaki dengeyi kuran bir iç-duygu olarak kavramaya girişmek de uygun olmamıştır.

Bugün düşüncelerimizin geldiği noktada, adaletin denge sağlayıcı bir iç-duygu olmaktan ziyade diğer erdemlerin hayata geçmesiyle ortaya çıkan, ahlâkî tavırda bir denge, bir ahenk, bir uygunluk olarak kendini gösteren bambaşka bir erdem olduğu kanaatindeyim. Yine aynı şekilde pekâlâ merhametin ahlaki, hukuki ve toplumsal bir görünümü olarak düşünülebileceği fikrine sahibim. Ahlakın kaynağının bizi Kutsal ile bağlantılandıran ‘manevi kalbimiz’ olduğu, insanların manevi kalp sahibi olmakla ontolojik olarak ahlâki bir varlık da oldukları, her insanda ve kültürde bulunan ahlâkın koregorafisinde evrensel unsurların yer aldığı tezlerinden hareket yola çıkıyorum. Hal böyle olunca, ahlâkın devrimci olduğuna daha çok inanıyorum. Siyasetle ahlakın bağının kopmasına neden olan şeyin, kalplerindeki maraz nedeniyle insanların manevi olgunluktan uzak olması olduğunu daha berrak biçimde görebiliyorum. Önceleri daha iyi ve daha çok siyasetle sorunların çözülebileceği ve daha adil bir dünyaya kavuşacağımızı düşünürdüm. Şimdiyse ahlaki ve manevi olgunlaşma, kalbi bir onarma faaliyeti olmadan, siyasete hak ettiğinden fazla önem vermenin onun ahlaktan daha çok uzaklaşmasına ve çürümeye neden olduğu fikrine daha yakınım ve çok endişeliyim.

[1] Levinas’ın Yahudi zulüm politikalarına nasıl ortak olduğu Aşk Her şeyi Affederse: Teknomedyatik Dünyada Aşk ve Ahlâk kitabında ele alınmıştır (s. 198-200). Ancak Levinas’la entelektüel ilgimizi daha derli toplu biçimde görmek için ayrıca şu yazımıza bakılmalıdır: http://www.erolgoka.net/benim-levinasim/

[2] Andre Comte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, Çev. I. Ergüden, İletişim Yayınları, 2019, 5. baskı, s. 14 (Tülin Bumin’in yazdığı Sunuş’tan).

[3] Faruk Beşer, “Ahlâksız Adam”, Yeni Şafak gazetesi, Ekim 2015. https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/ahlâksiz-adam-2022188