CENGİZ SÖZÜBEK- SELÇUK KÜPÇÜK İLE SÖYLEŞİ
SELÇUK KÜPÇÜK Kimdir? Gazi Üniversitesinde PDR eğitimi gördü. Ordu Ün. Güzel Sanatlar Fakültesinde sinema üzerine yüksek lisans yaptı. Birçok dergide şiir, müzik, sinema ve poetika metinleri yayınlayan Küpçük’ün kendi bestelerinden oluşan albümleri ve Selda Bağcan, Hasan Sağındık gibi birçok sanatçı tarafından seslendirilmiş eserleri bulunuyor. 2018 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Müzik Kitabı Ödülüne layık görülen ve müzik-toplum-siyaset-modernleşme gibi konuları ele alan “Aşk ve Teselli” isimli kitabı yanı sıra “Yüzleşmenin Kişisel Tarihi”, “Modern Türk Şiirinde Bellek Arayışı”, “Edebiyat Dergileri Atlası” isimli birbirinden farklı konularda yayınları da bulunan Selçuk Küpçük ile çalıştığı temalardan hareketle Türkiye üzerine konuştuk.
‘70’lerde Cem Karaca’nın muadili ülkücü ya da İslamcı bir sanatçı yoktur’
-Türkiye’nin en hareketli dönemlerinden 90’ların başlarından başlayarak bugünlere gelirsek; Türkiye’nin geçirdiği büyük dönüşümlerle birlikte “müzik-toplum-siyaset ilişkisinde” yaşanan değişimler nasıl oldu?
80’lerin müziğine 12 Eylül askeri darbesi gerekçesiyle 70’lerden kimi veriler sağlıklı aktarılamadı. Anadolu rock mesela 80’leri göremedi. Çünkü 70’lerin sonuna doğru her şeyin siyasallaşması gibi Anadolu pop da bundan nasibini alarak Anadolu rock’a evrildi ve farklı sol fraksiyonların etkinliklerinde kendisine politik bir alan araladı. Darbe olunca tabi yasaklamalar yüzünden bu dönemin sanatçıları, grupları geri çekildiler. Plaklar, kasetler toplatıldı vs. Yapımcı firmalar bu isimlerle ilişkilerini sonlandırdı. Yurt dışına kaçanlar vatandaşlıktan çıkarıldılar. Bir tarafta Cem Karaca, bir tarafta Ozan Arif uzun yıllar yurt dışında yaşamak durumunda kaldılar.
80’lerin ortalarında “Ağlama Bebeğim” ile Ahmet Kaya bu yüzden pusmuş bir toplumun adeta bütün katmanlarının sesi oldu. O yılların İslamcı dergilerinden Yörünge’de çıkan söyleşisine bakarsanız Kaya’nın sadece sol adına değil, 12 Eylül’ün mağduru olmuş bütün bir ülke için konuştuğunu görürsünüz. 90’ların tam başında ses veren Hasan Sağındık’ı da anmak gerekli burada. Ülkücü hareketin modern müzikle kurulan geç ilişkisidir Sağındık.
-Neden geç?
70’lerde Türk solu Cem Karaca, Moğollar gibi modern müziğin teknik imkanlarından yararlanan ve türkülerden hareketle yeni eserler üretirken ülkücü hareket neden bu isimlerin muadilini çıkartamadı sorusu önemli. Çünkü netice itibariyle gerek ülkücü gerek İslamcı hareketin insan kaynakları taşralı çocuklardır, özellikle 70’leri düşünürsek bütünüyle böyle. Dolayısıyla yapılabilinecek tek şey Ozan Arif üzerinden geleneksel aşık formunun, ajitasyon yüklenerek politik dile evrilebilmesidir ancak. Anadolu rock’ın Cahit Berkay hariç kurucu bütün isimleri kolejli çocuklardır ayrıca. Ellerinde gitarlarla İngilizce şarkılar söyleyen ve Beatles dinleyerek Batı pop müziğini yakından takip eden bu kolejli çocuklar karşısında ülkücü ve İslamcı hareketin genç kadroları taşralıdır. Bu yüzden modern müzik ile ilişkileri gecikmiş, Cem Karaca mesela Sarper Özsan’ın “1 Mayıs Marşı”nı meydanlarda söylerken ülkücü ve İslamcı hareket henüz mehter müziği ile yetinmektedir. Yani 70’lerde Cem Karaca’nın muadili ülkücü ya da İslamcı bir sanatçı yoktur.
İlham Gencer vardır ülkücü hareket için o yıllarda ama onun da taşralı çocuklarla dolu konser salonlarında beklenen militarist havayı karşılaması imkansızdır. Ayrıca mehter başka bir çağın sesi. Mehter ya da herhangi bir geleneksel müzik ile yeni toplumsal hareketlerin ihtiyacı olan meseleleri form olarak taşımak mümkün değil. Türk Sanat Müziği ile meydanlarda siyasal propaganda yapamazsınız mesela. O başka bir gerçekliğin sesi. Türkü ile bunu biraz gerçekleştirirsiniz ama ritmi hızlanan çağda, kente ait yeni sorunların saundunda sadece bağlamanın sesi de yetersiz kalır. Bağlama arkasına ritmin ön plana çıktığı bateriyi almadıkça büyük kitlelere kendisini dinletemez.
-Sağındık bunu mu yaptı 90’larda?
Gecikerek de olsa evet. Ülkücü hareket içerisinden gelmesine rağmen özellikle “Yusuf Yüzlüler” albümündeki yoğun İslami ton, hemen bütün muhafazakar kompartımanlarda karşılık buldu. 90’larda artık göreceli de olsa ülkücü ve İslamcı sosyolojik katman kente eklemlenme çabasındadır. Ki, bunun böyle olduğunu birçok kent belediyesinin bu yapılar lehine el değiştirmesiyle anlıyoruz. Kentte artık bu sosyolojik katmanların bir karşılığı vardır çünkü. Kentin sesini Sağındık 90’larda vermeye başlamıştır modern çalışmalarıyla.
-90’larda peki müzik-siyaset ilişkisi nasıl şekillendi?
90’lar etnik arayışların popüler başlangıcıdır. Dolayısı ile Tek Parti yıllarından 90’lara, duyamadığımız sesleri dinler olduk. Türk sağının iki muhafazakar aksı olarak İslamcılık ve politik milliyetçilik (ben ülkücü hareketi aynı zamanda “politik milliyetçilik” biçiminde de tanımlıyorum) de kendi mevzilerinde öncü üretimlerini ortaya koydular. Bir de tabi 90’lar açısından bilgisayar teknolojisinin girişi var. Özal’ın liberal ve dışa açık ekonomik politikalarının uzantısı olarak Avrupa’dan yeni stüdyo aletleri geldi ülkeye. Atilla Özdemiroğlu, Onno Tunç gibi isimler bu teknolojiden yararlanarak Türkiye’de saundun dönüşümüne kapı araladılar. Siyasal seçim çalışmalarında da ayrıca Türk sağının muhafazakar adresleri mehterin dışında salt bir parti için yapılmış özel şarkılar kullandılar.
-Peki 2000’ler için en sıra dışı gözleminiz nedir müzik-siyaset ilişkisi açısından?
Bence vakti ile “acil demokrasi” şarkısı yapıp daha sonra, seçimle iş başına gelmiş bir iktidarı aşağı indirmek için darbecilerle aynı safta durma hali bence 2000’lerin en net fotoğrafı. Maalesef Türkiye’de kendilerine demokrat diyen müzik camiasının ortalaması bu.
-Siz son bu bahsettiğiniz konuları da içeren müzik yazılarınızla dikkat çekiyorsunuz. Müzik-siyaset ilişkisi bakımında neler mesela sizi şaşırtan bilgilerdir?
1950 sonrası tabi doğal olarak çok veri barındırıyor. Aslında Türk modernleşmesinin merkezi nasıl orduysa, müziğimiz için de aynı durum söz konusu. Nasıl Mızıkayı Hümayun mesela Batı tipi bir askeri müzik grubu ise, 1950’lerde Amerikan tarzı yaşam biçiminin uzantısı olan rock roll da ilk önce orduda deniz harp okulundaki öğrencilerce kuruluyor. Oysa 27 Mayıs darbecilerinin gerekçelerinden birisi DP’nin ülkeyi Amerikanlaştırması iddiası idi. Yine mesela pop müziğimizin ruh köklerindeki kurucu isimlerden Tülay German ve Erdem Buri çifti TİP’li ve müzikten kazandıklarını partiye aktarıyorlar. Aynı şeyi MHP’li bir sanatçı yapınca faşist(!) oluyor ilginç biçimde. Aranjman türünün kurucusu İlham Gencer de CKMP’li bir isim. Ta o dönemden itibaren MHP’nin ilk marşlarını yapıyor.
-“Aşk ve Teselli” kitabınızdaki Gomidas yazınız da dikkat çekiciydi. Kimdir Gomidas?
Gomidas, Kütahyalı yetim bir Osmanlı vatandaşı. 1900’lerin başlarında Doğu Anadolu’da Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Farsça türküleri derliyor. Yani Ermeni asıllı bu Osmanlı vatandaşı bizim türkülerimizi derleyen belki ilk isim. İstanbul’da 300 kişilik dev bir koro kuruyor. Türk Ocağında müzik üzerine seminerler veriyor. Düşünün, Türk milliyetçiliğinin kurucu isimlerinin önünde seminerler veren Ermeni bir müzik ve din adamı. Halide Edip de anılarında bahseder kendisinden. Lakin, Gomidas politik bir kişilik olmamasına rağmen sürgüne gönderiliyor. Gerçi Abdülmecid Efendi tarafından sürgünden geri getirtiliyor ama o tarihten sonra artık ne bir daha konuşuyor ne de müzik yapıyor. Hastalanıp, cemaatinin yardımıyla Paris’e tedavi için gönderilse de acılar içinde vefat ediyor. Bugün Gomidas Ermeni milliyetçiliği için Ulusal Ermeni Müziğinin kurucusu bir isim biçiminde ele alınıyor. Halbuki politik kimliği olmayan bir Osmanlı vatandaşı ve bizim türkülerimizi derleyen ilk isim.
’70’leri ister politik, ister estetik ele alalım, kimse oradan bütünüyle temiz çıkamaz’
-Başka ne tür bilgiler var özellikle müzik-siyaset ilişkisi açısından?
Ya, ben Türkiye’de müzik-siyaset ilişkisine dair metin yazımının sorunlu olduğunu söylüyorum sürekli. Ki, 70’leri çözümlerken bu çok çıkıyor ortaya. Taraflı bir akıl söz konusu. Özellikle 70’leri ister politik, ister estetik ele alalım, kimse oradan bütünüyle temiz çıkamaz. Oysa bütün yazımlarda ülkücülerin solcu sanatçılara saldırıları var. Doğrudur bu, ancak fotoğrafın bütünü böyle değil. Mesela dönemin önemli müzik dergisi Hey’de ismine sıkça rastladığımız, 1980’e doğru MHP Adana Kadın Kolları Başkanlığını da yapan şarkıcı Mürüvvet Kekilli’nin evini basıp (hem de savunmasız bir kadını) ağır yaralayan solculardan kimse bahsetmiyor. Mürüvvet Hanım aldığı ağır yaralardan dolayı 12 Eylül günü vefat ediyor. İlham Gencer’i Taksim’in ortasında solcular yine darp ediyor, aracına bomba koyuyorlar. Ozan Arif’in Merzifon’daki konserinde sahne altına teneke ile bomba yerleştiriyor yine solcular. Patlama sonucu ölen ve yaralananlar var. Bombayı koyan örgütün bölgedeki lideri bugün herkesin tanıdığı bir insan hakları savunucusu(!). Keza günümüzde Grup Yorum’un, ölüm makinesi gibi şiddete başvuran yine sol bir örgütle yakınlığı söylenen bir şey. Aytekin Yılmaz “Yoldaşını Öldürmek’te yazar; bu terör grubu hapishanelerde kendi elemanlarını yargılayıp öldürürken ses duyulmasın diye Grup Yorum’un şarkılarını yüksek sesle çalıyor. Koca müzik camiasında mesela kimse de çıkıp buna karşı cümle kurmuyor.
-İslamcı ve milliyetçi mahallede müzik yapanlar için yorumlarınız neler?
Yani ben bu işlere başladığım tarihlerden itibaren Cezayir’den falan güneş doğacağını hiç düşünmedim. Geldiğimiz nokta itibariyle de tarih gösteriyor ki, Türkiye’nin, arkasında bıraktığı topraklardan alacağı pek bir şey yok. İnsanlık adına ne çıkacaksa Türkiye’den, buradan çıkacak. Tabi ben Türk sağı ve müzik ilişkisine kafa yoruyorum ve malzeme topluyorum epeydir. Yazdım bunları biraz Sosyoloji Divanı dergisinde, farklı yerlerde. Türk milliyetçiliğinin kurucu ismi Ziya Gökalp meşhur metni Türkçülüğün Esasları’nda mesela bizim bugün Klasik Türk Müziği dediğimiz form için “hastalıklı” der. Acem ve Bizans “kırması” olduğunu öne sürüp küçümser. Ben bütün bunlarla yüzleşilmeden kendi mahallende müzik yapmayı anlamsız bulurum. Weber’in müzikle organik ilişkisi var. Zaten müzik sosyolojisin de kurucusu. Gökalp’in böyle bir teması yok müzikle.
-Bugün peki bu müziğin durumu nedir sizce?
“İslamcı müzik” -tabi bu tanımları hep konuşmamız gerekli- politik olarak iktidarda. Yani protesto edecek bir durum yok onun için. İtiraz ettiğin çoğu şey karşılanmış. Şunu söylemeye çalışıyorum; yaptığın müziği politik argümanların yedeğine indirgersen, gerekçeler ortadan kalktığı vakit, üretimin de buharlaşır. Bak, bu durum Türk solu için de geçerli. Solun da eleştirdiği tarihsel meselelerin çoğu artık yok. İnsanlar kendi dillerinde konuşuyor, demokratik seçimle meclise giriyor, “Beyaz Toros” artık yok vs. Belki başka muhalefet gerekçelerinden bahsedebilir sol kendi mevzisinden. Ama hiçbiri ne 80’ler, ne 90’lar kadar toplumun genelini ikna edici değil artık. Zaten Soğuk Savaş döneminin sağ-sol mevzileri de kalmadı.
‘Türk milliyetçiliği ve ülkücülük adına 28 Şubat darbesi günlerinde Yazıcıoğlu’ndan başka kimse yoktur ortalarda’
-28 Şubat’ın en netameli günlerinde Çankaya köşkünün önünde “Türkiye İran olmaz, Cezayir de olamaz. Suriye yapılmasına da biz müsaade etmeyeceğiz.” diyen Yazıcıoğlu ile özellikle o dönemde çok yakın çalışıyordunuz. Bugün “O Suriye’nin nasıl bir yıkım yaptığını da net bir şekilde herkes görebiliyor.. Neler söylersiniz Suriye ve “içimizdeki Baasçılar” için?
Ben kuruluşundan itibaren -hatta daha da evvel- rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun düşüncelerine kendimi yakın hissederek, adresimi belirlemiştim zaten. 1993’ten 2000’e kadar çok yoğun biçimde kendisinin başkanlığındaki politik yapı içerisinde sevgili Hasan Sağındık ile birlikte konser organizasyonlarında sahne aldım. Açıkçası ben, o ve arkadaşlarının önerdiği Milli Mutabakat Metni’ni çok önemsediğimi söylemeliyim. Hatta daha yolun başındaki siyasi karar kurultayında salona dağıtılan darbe karşıtı bir bildiri var. Gelenlere “Pasif İtaatsizlik Eylem Planı” başlıklı bir bildiri veriliyor. Bir askeri darbe olursa ne yapılacak, toplum nasıl bilinçlendirilecek ve nasıl direniş gösterilecek, maddeler halinde anlatılıyor. Bunun bir örneği yok siyaset tarihimizde. Aslında 12 Eylül’de büyük travma yaşamış ülkücülerden bir grubun statüko ile geciken bir hesaplaşma çabası bu. Muhsin Yazıcıoğlu ve onun çevresinde toplanan ülkücüler 28 Şubat’ta bu direnişin demokratik örneğini verdiler. Türk milliyetçiliği ve ülkücülük adına 28 Şubat darbesi günlerinde Yazıcıoğlu’ndan başka kimse yoktur ortalarda.
’15 Temmuz’a giderken orduyu, seçimle gelmiş iktidara karşı sokağa davet eden İslamcı ve ülkücü geçmişi bulunan isimleri de gördük’
Ha, şunu da söyleyeyim; Baasçı zihin kodları taşıyanlar Türkiye’de birbirinden farklı birçok yapıda mevcut bence. Bunu ülke kritik bir aşamaya gelince gözlemlemek mümkün. Hatta, yıllarca darbe karşıtı yazılar yazıp, 15 Temmuz’a giderken orduyu, seçimle gelmiş iktidara karşı sokağa davet eden İslamcı ve ülkücü geçmişi bulunan isimleri de gördük. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi biri tefsir, diğeri roman yazıyor herhalde.
28 Şubat’a dönersek, Hasan Sağındık dışında darbeye karşı söylem üreten bir tek ülkücü, milliyetçi sanatçı bulamazsınız. Sağındık o yüzden sadece ürettikleri ile bir estetik eşik ortaya koymamıştır. Bizatihi demokratik tavrı bakımından da sivil bir fotoğrafın öznesidir. Ama ben şunu biliyorum mesela; aradan yıllar geçti, kendilerine darbe yapılan İslamcı arkadaşlar iktidar oldular, belediyeler kazandılar, konser organizasyonu söz konusu olduğu vakit “Sağındık çok radikal bir isim, onu çağırmayalım” denildi maalesef. Türk Dünyası üzerine eğer bu topraklarda bir farkındalıktan söz edilecekse yine onda Sağındık’ın 90’ların başında söylediği “Güzel Türkistan” ve “Anayurt” şarkılarının büyük tesiri vardır. Ama TRT-Avaz’da Sağındık’ın klibi bile yayınlanmamıştır.
-Siz neye bağlıyorsunuz peki bunu?
TRT-Avaz’da mesela bir dönem ta bizim Nizam-ı Alem Ocakları döneminden bir arkadaşımız vardı, etkin bir pozisyonda. O vakit bile Sağındık görülmedi. Tabi Hasan abi bir sanatçı duyarlılığı ve dünyaya karşı samimi duruşundan dolayı kimi eleştirilerini yapmaktan çekinmeyen bir isim. Ama en azından kliplerine yer verilebilirdi. TRT-Avaz’ın, TİKA’nın, Yunus Emre Enstitüsü’nün ruh köklerinde Sağındık gibi isimlerin söylediği şarkılar vardır halbuki.
-Bu dönemde sizi de TRT’de hiç göremedik.
Yani arkadaşlarımızın 20 yılı aşkın iktidarları sürecinde TRT-Müzik vs gibi kanallara hiç davet edilmedim. Selda Bağcan’dan Sağındık’a, Aykut Kuşkaya’dan Eşref Ziya’ya birçok sanatçı bestelerimi albümlerine okumuştur. Çok uzun yıllardır sadece müzik üretmiyorum, bizatihi müzik meseleleri üzerine kafa yoruyorum. TYB mesela 2018 yılında çıkan bu alandaki kitabıma Yılın Müzik Kitabı Ödülünü verdi vs. Bizleri dinleyerek dünyaya ilişkin duruşları biçimlenmiş bir sürü insan bugün farklı kurumlarda önemli pozisyonlardalar. Ama periferiden gelen bu çocuklar bir an evvel yüce devletimizin makamlarında mukim hale gelebilmek için arkalarına bakacak vakit bulamadılar! Bunun tabi ekonomik, sosyolojik öyküsü söz konusu. Ben şahsen arkama bakmayı önemsiyorum. Kendilerinden feyz aldığım bütün isimlerin önünde eğildim, onları unutmadım. Abdurrahim Karakoç’tan Hilmi Şahballı’ya, Sağındık’a kadar bu isimler üzerine birden fazla yazı kaleme alarak onların -kendimce- Türkiye’de neyi temsil ettiğini tarihe not düşmeye çalıştım. Bireysel olarak elimdeki tek imkan olan yazı yazmak ve şarkı okumakla sınırlı yapabileceğim şeyleri tekrarlayarak bir vefa borcu biçiminde ortaya koydum.
‘Kimse için ve hatta hiçbir kurum, düşünce sistematiği için müzik yapmadım.’
Arkalarına bakmayan bu bahsettiğim çocuklara kırgın mıyım? Böyle bir soruya cevap vermem. Ben kimse için ve hatta hiçbir kurum, düşünce sistematiği için müzik yapmadım. Kendim için şarkı söyledim, ortaya koyduğum kitapları kendim için yazdım. Vaktiyle bu pandemi döneminde müzik camiasına katkı sağlamak maksadıyla düzenlenen bir konser serisine davet etmek için aradılar beni. Bu aramadan haylice rahatsız oldum. Çünkü arayan çocuk(!) ben operacı mıyım, tavernacı mı, arabesk mi okurum, caz mı söylerim, bilmediği gibi umurunda da değil. Bu çok belli. Ben böyle bir ticaretin nesnesi olmayacak kadar dünyaya geliş nedenimin farkındayım. Ki, hele vergiler toplanarak millete okul, hastane yapan devletimizin imkanlarına böyle bir iki şarkı söylenecek diye yaklaşmam. Müziği ticari kaygılar için yapmadım hiç. Çok daha ihtiyacı olanlar vardır muhakkak. Ben, nazikçe kabul edemeyeceğimi bildirdim. 20 yıl geçmiş, televizyonu bırak, radyosunda bile bir kez şarkıları çalınmamış birisi şimdi niye aranıyor, bu bana sorunlu geldi. Bir tavrım tercihim olacaksa, bunu bilerek ve kendi irademle yapmayı dilerim.
-Müzik hayatınız devam ediyor. Son çalışmalarınız ve önümüzdeki dönemde planlarınız hakkında okuyucularımıza neler söylersiniz?
Biraz evvel de dediğim gibi hem şarkılar üretmeyi sürdürüyorum hem de Türkiye’yi müzik üzerinden okumaya çalıştığım metinlerim yayınlanıyor, kitaplaşıyor. Ben disiplinler arası çalışmayı önemsiyorum. Yıllardır dergi biriktiriyorum mesela. Ağırlıklı edebiyat dergisi olmakla beraber, müzik ve politik dergiler de. Muhtemelen Türkiye’nin hatırı sayılır koleksiyonerlerinden birisiyim. Dergilerle ilgili bir kitabım daha evvel çıkmıştı. Şimdi Ocak-Şubat gibi Hece Yayınlarından iki ciltlik çok geniş, kaynak eser niteliğinden bir dergiler kitabım daha yayınlanacak. 15 yılımı aldı hazırlanması.
-Sizin yüksek lisansınız da sinema üzerine değil mi?
Evet, dediğim gibi farklı alanlarda çalışıyorum. Aslında aynı özneyi başka alanlardan çözümlemeye yönelmek bunun arkasındaki motivasyon. Ben 1970’li yıllarda Devrimci Sinema, Milli Sinema arayışları varken, politik milliyetçilik ne yapıyordu sorusu ile başladım teze. Ve beni şaşırtan inanılmaz verilere ulaştım. Benim ulaştığım bu verileri neden bu zamana dek kimse görmedi, görmek istemedi onun da şaşkınlığı içindeyim. Önceki ay mesela İstanbul’da düzenlenen Milli Sinema Günlerine davetliydim yönetmen Nazif Tunç Bey tarafından. Orada yaptığım sunum herkesin ilgisini çekti. Sevgili İhsan Kabil Bey gelip özellikle tebrik etti beni aktardığım bu özel bilgiler, veriler, görseller için. Yine Ocak Şubat ayı gibi Loras Yayınlarından çıkacak bu sinema kitabım. Bu da alanda en önemli kaynak metin olacak.
‘Ülkücü Hareket 70’lerde, 1940’lardaki Türkçü Çizgisini Aşarak Toplumsal Mutabakata Ulaştı’
-2012’de yayınladığınız “Yüzleşmenin Kişisel Tarihi”nin yeni baskısı yapılmadı. Orada “Ülkücü hareketin ilk travması 12 Eylül darbesiyle şekillendi” tespitiniz var. Nasıl bir travmaydı bu?
“Yüzleşmenin Kişisel Tarihi”, içerisinde benim de tanıklıklarımın olduğu bir yakın dönem hesaplaşması. Bu mahallede olmayan bir deneyim aslında o kitap. Ben bizatihi sağcılığın yüzleşmeye elvermediğini düşünüyorum. Bunun teolojik, kültürel, toplumsal kazısını çok yaptım o metinde. Ülkücü hareket tabi Soğuk Savaş döneminin koşullarında biçimlenmiş politik bir gençlik örgütlenmesi. 70’lerin ikinci yarısında Anadolu’nun kültürel ikliminden gelen ve kentlerdeki üniversitelere dolan gençlerin müdahalesiyle 1940’lardaki Türkçü çizgisini aşarak çok daha geniş bir toplumsal mutabakata ulaşıyor. Bunu yapı içerisinde kendilerine yer bulan Kürt kökenli çocuklardan biliyoruz. Hatta metinler içerisinde “w,q” gibi harflerin yeraldığı Kon isimli ülkücü bir dergi çıkartılıyor. Alt başlığında “Alevisiyle, Sünnisiyle, Türkmeniyle, Kürdiyle bütün canlar bir olsun” ibaresini bulursunuz orada.
90’larda mesela dışlayıcı milliyetçiliğe evrilen ülkücülük karşısında 70’lerin sonundaki bu kavrayıcı ülkücülük üzerine hiç konuşulmadı. 12 Eylül hapishanelerinde çok ağır işkencelerden geçirilen, Bekir Bağ gibi isimlerine C-5’lerde ağır işkenceler yapılıp “intihar etti” tutanağı tutulan, Hüseyin Kurumahmutoğlu’na başında takke var diye dipçikle vurulup öldürülen, idamlar veren ülkücüler için tabi bu yaşadıkları tarihsel bir travmaydı. Devlet denen aygıt ile kurdukları ilişki sadece sloganlarla bürülü olan yapı, yaşadığı bu şoku çok uzun yıllar çözümleyemedi. Bunu çözümleyebilecek felsefi alt yapısı yoktu. Ben, 12 Eylül hapishanelerinde statükonun bu ağır zulmüne muhatap kalan ülkücülerden Muhsin Yazıcıoğlu etrafında toplananların 28 Şubat’ta gecikmiş bir hesaplaşma ortaya koyduklarını söylüyorum.
-O kitapta Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenazesinde Irak Kürdistan İslam Birliği Partisi Başkanı Selahaddin M.Bahaddin’in söylediği “Şahsiyeti Türkiye sınırlarını aşmıştı. Türkiye kadar Irak’ı ve Kürt kardeşlerinin sorunlarını da dert edinmişti” cümlesine vurgu yapmıştınız. Bunun anlamı neydi tam olarak?
Bir anımı anlatayım. Diyarbakır eski BBP il başkanı ile söyleşi yapmaya gitmiştim 7-8 yıl evvel. Dedi ki, “Başkan ile Bingöl‘den dönüyoruz birkaç araç. Terör örgütünün saldırılar düzenlediği bir yerden geçmek üzereyken Başkan’ın aracına arkadan telefon ettim ve dedim ki, önümüzdeki bölge riskli, ben o araca geçeyim, Başkan arkadaki araca gelsin uygun görürse”. Yani bu şu demek aslında; Kürt kökenli bir adam, ülkücü hareketin en önemli liderlerinden birisi için ölmeyi göze alıyor. Muhsin Yazıcıoğlu’nda karşılık bulan ama başka ülkücü liderlerde karşılık bulmayan bu ayrım nedir? Bu soru önemli. Bunun cevabını çözümlemeden 1980’den yakın zamanlara kadar ülkemizi acılar içinde bırakan meseleye cevap bulmak epey zor. Bahsettiğiniz anekdot beni çok etkilemişti. Yazıcıoğlu’nda temsil edilen ülkücü kimliğin Türklük algısı soy, sop ile ilgili değil, tarihsel bir pozisyon alışla açıklanabilir ancak.
‘
‘İsmet Özel’e yakın değilim’
-İsmet Özel de buna benzer bir yorum yapıyor
Yani, biz bunu ta Ahmet Arvasi’den beri böyle bilir, inanırız. Ben İsmet Beye yakın değilim. Daha çok Sezai Beyin yanında durmayı yeğlerim. Türkler Türklüklerini abartmazlar, hâl olarak yaşarlar. Ayrıca dışlayıcı ve ötekileştirici sosyal ilişkileri yoktur. İsmet Bey gibi mesela aleviler için “kılıç artığı” demez Türkler. Bu üslup Anadolu’nun tasavvuf ile yoğrulmuş mayasının tercih edemeyeceği bir dil. Benim dilim değil şahsen. Kimsenin çıkıp eleştirmemesi de ayrı bir sorun. “Yüzleşmenin Kişisel Tarihi”nde bu Türklük meselesini epeyce tartışmıştım ben. Sivas Katliamı’nda söyledikleri de şahsen benim için sorunlu cümleler. Orada insanlar otelde savunmasız biçimde ölürken meydanda toplanıp tekbir getirmenin ne Türklük ile ne de İslam ile bağını kuramayız.
-Sizin bazı temel eleştirileriniz de vardı “Yüzleşmenin Kişisel Tarihi”nde.
Aslında o kitap içeriden bir özne olarak baştan sona eleştirel bir tarih okuması. 12 Eylül hücrelerinde ağır işkenceler görmüş bir yapının sonraki yıllarda işkencenin kaldırılması başta olmak üzere insan hakları ihlalleri hususunda gözle görülür rol almamasından başlayarak birçok meseleye girdim. 2000 sonrası zaten eleştirilerimin ne kadar haklı olduğunu gördüm. Yani biraz evvel bahsettiğim 1993 yılında darbeye karşı Pasif İtaatsizlik Eylem Planı bildirisi dağıtan bir yapı nasıl oluyor da Hırant Dink’in katledilmesinde ana mekan haline geliyor. İnternette mesela şöyle paylaşımlara rastlıyorsunuz. Enver Paşa, Alpaslan Türkeş, Muhsin Yazıcıoğlu ile başlayıp ülkenin 1990’lardaki korkulu fotoğrafında ismi geçen derin öznelerle devam eden görsel kolajlar var. E, o zaman sormak gerekli, Muhsin Yazıcıoğlu neden ayrılmıştı? Bu ayrılmayı sadece ben mi yanlış anladım diye soruyorum arkadaşlara.
-Sohbet için teşekkür ederiz.