Schrödinger’in Ölmeyen Kedisi

Schrödinger’in kedisinin tuhaf paradoksu kalıcı bir popülerlik kazanmıştır. Peki bu, kuantum fiziğinin geleceği için ne anlama geliyor?

1935 yılında Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger, kuantum mekaniği adı verilen görece yeni teori hakkında “mevcut durum” başlığıyla oldukça eleştirel üç bölümlük bir inceleme yayımladı. Schrödinger’in Almanca kaleme aldığı bu inceleme, büyük ölçüde kuru ve teknik bir dille yazılmıştı ve kuantum fiziğinin dar akademik çevresi dışında kimsenin ilgisini çekecek türden bir metin değildi. Ancak ironik bir üslupla yazdığı kısa bir paragrafta, 90 yıl sonra hâlâ popüler kültürde yankılanan bir hayal gücünü serbest bıraktı. Bu paragraf, Schrödinger’in adını taşıyan meşhur kedisiyle ilgiliydi. Matematiksel olarak karmaşık ve oldukça kafa karıştırıcı bir fizik teorisine ilişkin dar bir akademik tartışma, nasıl oldu da halkın bilincine insan ruhuna dair olağanüstü bir sorgulama biçiminde kazındı? Bu makale işte bu hikâyeyi anlatıyor.

Schrödinger’in yazdığı şey şuydu (John D. Trimmer’ın İngilizce çevirisine göre):

Oldukça saçma durumlar bile tasarlanabilir. Bir kedi, aşağıda tarif edilen şeytani düzenekle birlikte (kedinin doğrudan müdahalesine karşı güvenceye alınmış bir şekilde) çelik bir odaya kapatılır: Bir Geiger sayacının içinde çok küçük bir miktarda radyoaktif madde bulunur —öylesine azdır ki, belki bir saat içinde bu [radyoaktif] atomlardan biri bozunabilir; ama aynı olasılıkla hiçbiri de bozunmayabilir. Eğer bozunma gerçekleşirse, sayaç tüpü boşalır ve bir röle aracılığıyla küçük bir hidrojen siyanür şişesini kıran bir çekiç serbest bırakılır. Bu sistem bir saat boyunca kendi haline bırakıldığında ve bu sürede hiçbir atom bozunmamışsa, kedinin hâlâ hayatta olduğunu söyleriz. Ancak ilk atom bozunması kediyi zehirlemiş olurdu. Tüm sistemin [kuantum dalga fonksiyonu (quantum wavefunction)], canlı ve ölü kediyi (ifadeyi bağışlayın) eşit biçimde karışmış ya da uzaya yayılmış bir süperpozisyon hâlinde temsil eder.

Bu yalnızca bir “düşünce deneyi” olsa da, Schrödinger’in kedisi paradoksu, Pavlov’un köpeğiyle birlikte bilimin tuhaf yaratıklar galerisine katılmaya mahkûmdu.

Schrödinger’in ne demek istediğini tam olarak anlayabilmek için meseleyi biraz açmamız gerekiyor. Schrödinger’in bu “şeytani düzenek”ten kastettiği şeyin yapısı, aslında ortaya koyduğu argüman açısından esaslı bir önem taşımaz. Bu düzenekteki amaç yalnızca atomik ölçekte gerçekleşen bir olayı —yani bir radyoaktif atomun bozunmasını— büyüterek çelik bir kutuya kapatılmış canlı bir kedi gibi daha makroskobik, daha tanıdık bir ölçeğe taşımaktır.

Atomlar ve elektronlar gibi atom altı parçacıklar düzeyinde meydana gelen olayları açıklayan teori, kuantum mekaniğidir. Ancak bu teoride, atomlar ve atom altı parçacıklar uzayda hareket eden küçük, bağımsız nesneler olarak betimlenmez. Bunun yerine, gözlemlendiklerinde sergiledikleri son derece tuhaf davranışları yakalayan kuantum dalga fonksiyonlarıyla (quantum wavefunctions) tanımlanırlar. Belirli koşullar altında bu parçacıklar, aynı zamanda birer dalga gibi davranabilir.

Bu zıt davranışlar daha net ya da daha bariz biçimde uyuşmaz olamazdı. Parçacıkların kütlesi vardır. Doğaları gereği “buradadırlar”; uzayda belirli bir konumda yer alırlar ve bir yerden başka bir yere hareket ettiklerinde bu konumları belirli kalır. Birçok parçacığı dar bir alana bırakırsanız, misketler gibi birbirlerine çarpar, çeşitli yönlere sekerek dağılırlar.

Öte yandan, dalgalar uzay boyunca yayılır — “yerel” değildirler (non-local). Onları dar bir yarıktan geçirmeye zorladığınızda, bir liman duvarındaki aralıktan geçen deniz dalgaları gibi ötesine yayılırlar. Fizikçiler bu olaya kırınım (diffraction) adını verir. Farklı dalgaları bir araya getirirseniz, bunlar birleşerek fizikçilerin süperpozisyon (superposition) adını verdiği durumu oluştururlar. Farklı dalgaların tüm tepe ve çukur noktaları birbirine eklenir: Tepe tepeyle buluştuğunda daha büyük bir tepe ortaya çıkar. Çukur çukurla buluştuğunda daha derin bir çukur meydana gelir. Tepe çukurla karşılaştığında ise her ikisi de zayıflar; eğer yükseklik ve derinlikleri eşitse, birbirlerini tamamen yok ederler. Fizikçiler buna girişim (interference) adını verir.

1935 yılına gelindiğinde, kuantum mekaniğinin matematiksel yapısı görece olgunlaşmıştı ve çoğu fizikçi tarafından bireysel kuantum nesneleri ve olayları için eksiksiz bir teori olarak kabul ediliyordu. Ancak bu teori, kuantum dünyasındaki tuhaflıkların tam olarak nerede sona ermesi gerektiğini söylemez. Radyoaktif bir atoma uygulandığında kuantum teorisi, bir saat sonra atomun dalga fonksiyonunun bozunmuş ve bozunmamış atomların eşit oranlı bir karışımı —yani bir süperpozisyon (superposition)— olarak temsil edileceğini öngörür.

Peki, kedi ölü mü, diri mi? Kutunun kapağını kaldırıp içine bakana kadar bunu bilmemizin bir yolu yoktur.

Burada durmayı seçebiliriz, ancak radyoaktif atom ile o şeytani düzenek arasındaki etkileşimin de —en azından ilk aşamalarda— kuantum mekaniği ile tanımlanması gerektiğini biliyoruz. Eğer teoriyi harfiyen, yani gerçekliğe dair iddia ettiği biçimde ciddiye alırsak, denklemleri tüm sistemi kapsayacak şekilde genişletmemiz gerekir. Bu da dalga fonksiyonunun; bozunmuş atom, tetiklenmiş düzenek ve buna bağlı sonuç ile; bozunmamış atom, tetiklenmemiş düzenek ve karşıt sonuçtan oluşan bir süperpozisyona dönüşeceği anlamına gelir. Schrödinger, bu durumu tanımlamak için “dolaşıklık” (entanglement) terimini ilk kez bu incelemesinde kullanmıştır. Böylece, radyoaktif atom düzenekle dolaşık hale gelir.

Bu dolaşıklığı mantıksal olarak düzenekten öteye taşıyıp kediyi de sisteme dahil edersek —Schrödinger’in açıkladığı gibi— şu sonuca varırız: elimizdeki dalga fonksiyonu, bozunmuş bir atom, tetiklenmiş bir düzenek ve ölü bir kediden oluşan süperpozisyon ile; bozunmamış bir atom, tetiklenmemiş bir düzenek ve canlı bir kediden oluşan süperpozisyonun birleşimidir. Bu durumda canlı ve ölü kedi, ifadesi mazur görülerek söylenirse, dalga fonksiyonu içinde eşit şekilde karışmış ve uzaya yayılmış hâlde görünür.

Peki, kedi ölü mü, diri mi? Kutunun kapağını açıp içine bakana kadar bunu bilmemizin hiçbir yolu yok. Kuantum teorisini kediyi de kapsayacak şekilde genişletmeye devam edersek, dalga fonksiyonunun “çökmesi” (collapse) —ve kedinin ya canlı ya da ölü olarak bulunması— sözde kapağı kaldırdığımız anda gerçekleşir. Ancak burada küçük gibi görünen fakat büyük sonuçlar doğuran bir sorun vardır: Kuantum mekaniğinin matematiksel formülasyonunda bu çöküşü tanımlayan hiçbir denklem yoktur. Bu çöküşün gerçekleştiğini sadece varsaymak zorunda kalırız.

Peki, kapağı kaldırmadan önce en azından kedinin kaderini tahmin edebilir miyiz? Kuantum teorisi bu soruya net bir şekilde “hayır” yanıtını verir. Kabul gören yoruma göre, iki olasılığın oluşturduğu süperpozisyon (superposition), bu sonuçlardan birinin gerçekleşme ihtimaline karşılık gelen göreli olasılıkları temsil eder. Ancak bu olasılıklar, yalnızca dalga fonksiyonunun (wavefunction) çöktüğü varsayıldığında —yani bu iki olasılıktan birinin tek bir gerçekliğe dönüştüğü anda— somut bir sonuca dönüşür. Görünüşe göre, bakma eylemi kelimenin tam anlamıyla kediyi öldürür… ya da öldürmez.

Bu sıradan bir mesele değil; aksine son derece önemli bir noktadır. Bu durum, adil bir madeni para atıp yazı ya da tura gelmesini eşit olasılıkla beklemeye benzemez. Normalde, havadayken dönen bir madeni parayı aynı anda hem yazı hem de tura halinde bir süperpozisyonda olarak tanımlamayı tercih etmeyiz —gerçi bunu yapmamıza engel olan hiçbir şey yoktur. Ama bunu yapmayız, çünkü gayet iyi biliriz ki madeni parayı havaya attığımızda ve yere düşene kadar döndüğü sürece her iki yüzü de değişmeden varlığını sürdürür. Oysa kuantum mekaniği böyle işlemez.

Bugün artık pek çok kuantum deneyi göstermiştir ki; atomlar ya da elektronlar gibi nesnelerin, gözlemlenmeden önce belirli bir durumda bulunduklarını varsaymak, hem kuantum teorisinin öngörüleriyle hem de deney sonuçlarıyla çelişir. Süperpozisyondan ya da olasılıklardan vazgeçemeyiz. Bu tuhaflığa ihtiyacımız var.

Her ne kadar fizikçilerin büyük çoğunluğu, kuantum mekaniğinin bireysel kuantum nesneleri ve olaylarını açıklamada eksiksiz bir teori sunduğu görüşünü benimsemiş görünse de, bu yaklaşıma itiraz eden bazı önemli isimler vardı. Albert Einstein, kuantum teorisinin nedensellik ilkesine getirdiği zayıflatıcı etkilere ve olasılıklara dayanmasına hiçbir zaman sıcak bakmadı; ünlü ifadesiyle, Tanrı’nın “zar atmadığını” ilan etti.

1935 yılının başlarında Einstein, Princeton’daki meslektaşları Boris Podolsky ve Nathan Rosen ile birlikte, kuantum mekaniğinin eksiksiz bir teori olarak kabul edilemeyeceğini öne süren, çığır açıcı nitelikte bir makale yayımladı. Onlara göre, derin bir şey eksikti. Ayrıntılarda farklı görüşlere sahip olsalar da, Einstein ile Schrödinger ortak bir kaygıda birleşiyorlardı ve 1935 yazı boyunca süren yazışmaları, Schrödinger’i meşhur kedi paradoksunu geliştirmeye yöneltti.

Schrödinger, kedisinin hiçbir koşulda aynı anda hem canlı hem de ölü olamayacağını açıkça anlamıştı. Ona göre bu paradoks, kuantum teorisinin doğrudan “canlı ve ölü bir kedinin aynı anda var olabileceğini” söylediği için değil, tam tersine, teorinin bu konuda sessiz kalmasının mantıksal bir saçmalığa yol açması nedeniyle kuantum teorisinin absürtlüğünü ortaya koyuyordu. Einstein ona şu sözlerle yanıt verdi: “… kedin, bizim tamamen aynı fikirde olduğumuzu gösteriyor.”

Ve mesele bir süreliğine orada kaldı. Kedi paradoksu, uzun bir inceleme yazısında yalnızca bir paragrafla sınırlı kalmıştı ve Schrödinger’in itirazı, kuantum teorisinin anlamı üzerine düşünen fizikçiler dahil olmak üzere geniş çevreler üzerinde pek bir etki yaratmadı. Paradoks, Einstein ile Schrödinger arasında 1950’lerin başlarına kadar süren mektuplaşmalarda varlığını sürdürdü ve 1957’de İngiltere’nin Bristol kentinde düzenlenen bir fizikçi ve filozoflar konferansında yeniden gündeme geldi.

Bu kez şeytani mekanizma, kedinin elektrikle öldürülmesini (ya da öldürülmemesini) içeriyordu.

Konferans tutanaklarında yer alan bir tartışmada, Amerikalı fizikçi David Bohm, Schrödinger’in kedisini yeniden gündeme getirdi. Bu noktada paradoks evrim geçirmişti; artık, yarı gümüş kaplı (ya da “tek yönlü”) bir aynadan geçen (ya da geçmeyen) tek bir fotona —yani bir ışık parçacığına— dayanıyordu. Radyoaktif atomda olduğu gibi, fotonun da aynadan geçme ya da yansıtılma olasılığı %50’ydi. Fotonun geçişi, kedinin bir tabanca ile öldürülmesini sağlayan yeni bir şeytani mekanizmayı tetikliyordu.

Paradoks, 1965 yılında Amerikalı filozof Hilary Putnam’ın “Bir Filozof Kuantum Mekaniğine Bakıyor” başlıklı makalesinde yeniden gündeme geldi. Foton ve yarı gümüş kaplı ayna yine yerini koruyordu; ancak bu kez şeytani mekanizma, kedinin elektrikle öldürülmesini (ya da öldürülmemesini) içeriyordu. Putnam şu sonuca vardı: “Bugün kuantum mekaniğinin tatmin edici bir yorumu yoktur.”

Sonrasında yaşananlar oldukça ilgi çekicidir. 1972 yılı civarında, yazmakta olduğu bir kitap için Einstein’ın özel görelilik teorisi üzerine araştırma yaparken, Amerikalı bilimkurgu yazarı Ursula K. Le Guin, Schrödinger’in kedisine dair bir referansla karşılaştı. Filozof Robert Crease’in 2024 tarihli bir makalesinde ifade ettiğine göre, Le Guin “ima edilen belirsizliklerden anında büyülenmiş ve Schrödinger’in imgesinin fantastik doğasını derinlemesine takdir etmişti.”

Le Guin çok geniş bir okuma yelpazesine sahipti ancak sistematik not tutmadığı için olayların kesin zamanlamasını belirlemek mümkün değil. Bu nedenle, şu anda Le Guin’in yetkili biyografisini kaleme almakta olan Julie Phillips’in açıklamaları “en güçlü tahmin” olarak kabul ediliyor. Le Guin’in, Phillips’ten kendisini “akbabalardan kurtarmasını” rica etmesinin ardından, ikili 2018’deki vefatından önce çok sayıda derinlemesine söyleşi gerçekleştirmişti. Aralarındaki anlaşmaya göre biyografi, Le Guin’in ölümünden sonra yayımlanacaktı.

Le Guin, 1974 tarihli kısa öyküsü “Schrödinger’in Kedisi”nde, foton, yarı gümüş kaplı ayna ve tabancadan oluşan Bohm’un versiyonunu işler. İsimsiz anlatıcı ile Rover adlı bir köpek arasında geçen bir diyalogda Le Guin şöyle yazar:

“… Fotonun davranışını tahmin edemeyiz ve dolayısıyla bu davranış sergilendiğinde belirlediği sistemin durumunu da tahmin edemeyiz. Tahmin edemeyiz! Tanrı dünyayla zar oynuyor! Böylece, kesinlik —her ne tür olursa olsun— istiyorsanız, onu kendiniz yaratmak zorundasınız; bu çok güzel bir şekilde gösterilmiş oluyor!”

“Nasıl?”

“Tabii ki kutunun kapağını kaldırarak,” diye yanıtladı Rover…

Ve böylece tüm kapılar ardına kadar açıldı. Bu noktadan itibaren Schrödinger’in kedisi, kurgu edebiyatta düzenli olarak boy göstermeye başladı. Üstelik yalnızca bilim kurgu türünde değil; kısa öykülerden romanlara, filmlerden tiyatro oyunlarına, televizyon dizilerinden şiir ve müziğe kadar çok çeşitli alanlarda yer buldu. 1980’li yılların başlarında fizikte yaşanan gelişmeler, John Gribbin’in Schrödinger’in Kedisinin Peşinde (1984) gibi popüler kurgu dışı eserlerin gördüğü ilgiyi de aynı anda artırdı.

Kedinin kültürel cazibesi, beraberinde getirdiği “ya eğer” sorularında yatar. Bizi, son derece insani olan seçimlerimizin sonuçları üzerine düşünmeye teşvik eder. Ya bakmamayı seçersek? Eğer bakmazsak, kedinin gerçekten var olduğunu söyleyebilir miyiz? Kapağı kaldırma kararımız, bir yol ayrımında bulunmaya benzer. Bir yol seçeriz. Amerikalı şair Robert Frost’un dediği gibi, belki de daha az tercih edilen yolu seçeriz. Ama ya diğer yolu seçmiş olsaydık?

Sliding Doors (1998) filmi, bu fikri iki paralel hikâye üzerinden anlatır: biri Helen Quilley’nin (Gwyneth Paltrow) Londra metrosunda treni kaçırmasıyla, diğeri ise trene binmeyi başarmasıyla gelişir. Quilley’nin hayatı, o kayan kapılardan geçip geçmemesine bağlı olarak tamamen farklı yönlere evrilir. Böylesine önemsiz görünen bir “kayan kapı anı”nın bile geleceğimizi kökten değiştirme potansiyeline sahip olması, insanı derinden sarsar.

Dahası da var. Le Guin’in kendi kısa öyküsünde belirttiği gibi, kutunun kapağını kaldırma eyleminin kendisinde aslında hiçbir “özel” yan yoktur ve kuantum mekaniği, olaylar zincirinde bu tuhaflığın nerede sona erdiği konusunda tamamen sessiz kalır. Şöyle yazar: “Ama kutuyu açıp içine bakmak neden sistemi yalnızca bir olasılığa —canlı kedi ya da ölü kedi olasılığına— indirger? Kutunun kapağını kaldırdığımızda neden biz de bu sisteme dahil olmuyoruz?”

Peki ya biz de kedi gibi, “gerçeklik” adını verdiğimiz çok daha büyük bir kutunun içinde kapalıysak? Eğer öyleyse, gözlemleyen kim? Ve kapağı kaldırdığında ne olacak?

Eğer kutunun içine bakma eylemi, sistemin dalga fonksiyonunu (wavefunction) çökertmiyorsa, o hâlde mantıken gözlemcinin de süperpozisyonun bir parçası haline gelmesi gerekir. Le Guin şöyle yazar: “İşte orada olurduk; hem canlı bir kediye bakarken… hem de ölü bir kediye bakarken.” Eğer bakan kişi sizseniz, bu durumda sizin iki versiyonunuzu içeren başka bir süperpozisyon daha oluşur.

Bu noktada, kuantum mekaniğine tamamen farklı bir yorum getirme eğilimine kapılabiliriz. Eğer dalga fonksiyonunun çökmesini açıklayan herhangi bir matematiksel mekanizma yoksa, neden böyle bir çöküşün gerçekleştiğini varsayalım ki? Neden, Le Guin’in önerdiği gibi, kapağı kaldırdığımızda sistemle dolaşıklık (entanglement) yaşadığımızı kabul etmeyelim?

Hiç kimse, aynı anda farklı olaylara tanıklık eden kendi paralel versiyonlarıyla bir arada bulunmanın o tuhaf, ürpertici hissini yaşamamıştır. Bu durumda, kutunun kapağını kaldırma eyleminin Evren’i iki paralel versiyona bölüp ayırdığını varsayabiliriz. Bir evrende sizin bir versiyonunuz ölü bir kediyi görürken, başka bir evrende başka bir versiyonunuz canlı bir kediyi gözlemler. Bu evrenler birbirinden ayrıldığı ve siz, diğer paralel versiyonlarınızın varlığından tamamen habersiz olduğunuz için, aynı anda birden fazla gerçekliğe tanıklık etmenin yaratacağı o ürkütücü hissi yaşamazsınız.

Bu, 1957 yılında Amerikalı fizikçi Hugh Everett III tarafından öne sürülen, literatürde “Çoklu Evren” (Many Worlds) yorumu olarak bilinen görüştür. Bize paralel olasılıklardan oluşan bir çoklu evren (multiverse) sunar. Bu yaklaşım, kayan kapı anları gibi ikili canlı/ölü türü soruların çok ötesine geçerek çok daha geniş ve karmaşık bir “ya eğer” yelpazesi açar. Ya seçimlerinizin etkileri zamanla birikerek sadece gelecekteki yaşam koşullarınızı değil, tüm kişiliğinizi dönüştürecek şekilde bir araya gelirse?

Olasılıkların çoklu evreninde, her biri bambaşka kararlar alan, farklı davranan ve farklı hayatlar yaşayan pek çok versiyonunuz olabilir mi? Belki bu evrenlerden birinde sevecen ve insancıl birisinizdir, ama evsiz kalmış, sokak köşelerinde hayatta kalmaya çalışıyorsunuzdur. Oysa başka bir evrende, empati yoksunu bir teknoloji milyarderisinizdir ve kurulu dünya düzenini altüst etme tehdidi oluşturuyorsunuzdur. Bu tür sorular, Blake Crouch’un Dark Matter (Karanlık Madde, 2016) adlı romanında çarpıcı biçimde işlenmiş ve eser geçtiğimiz yıl Apple TV+’ta televizyon dizisi olarak yayımlanmıştır.

Popüler kültürdeki Schrödinger’in kedisi, insanın doğasında var olan gizem arzusunu besler ve bizi “biz” yapan şeyleri keşfetmemize alan tanıyan cesur hayal gücü sıçramalarına imkân verir. Üstelik bunu dikkat çekici bir şekilde, bilimin adına yaptığını iddia ederek sunar — çünkü “kuantum teorisi böyle söylüyor.” Kim bilebilirdi ki fiziğin bu kadar eğlenceli olabileceğini?

Ancak bu, kedinin kelimenin tam anlamıyla aynı anda hem canlı hem de ölü olduğu anlamına gelmez.

Ne var ki, fizikçilerin çoğu bu konuya çok daha temkinli ve ölçülü bir yaklaşımla yaklaşır. 1920’ler ve 30’larda kuantum mekaniğinin kurucuları, yorumlama sorunları üzerine uzun süre düşündüler ve çoğu kişi tarafından tatmin edici kabul edilen çeşitli çözümler geliştirdiler —gerçi Einstein ve Schrödinger gibi bazı isimler, bu çözümleri oldukça yetersiz buluyordu.

Peki, süperpozisyon nedir? Daha genel olarak kuantum dalga fonksiyonu (wavefunction) neyi temsil eder? Bu konuda, Danimarkalı fizikçi Niels Bohr’la özdeşleşmiş ve genellikle “Kopenhag yorumu” (Copenhagen interpretation) olarak bilinen görüşe göre, bu yapılar yalnızca birer hesaplama aracıdır; kelimenin tam anlamıyla gerçek olarak kabul edilmemelidir. Yani gerçekliği doğrudan temsil etmezler — yalnızca sembolik ifadelerdir. Süperpozisyon, kutudaki kedi sistemine dair sahip olduğumuz bilgileri temsil eder ve biz de kuantum mekaniğinin denklemlerini kullanarak çeşitli olası sonuçların gerçekleşme olasılıklarını hesaplarız.

Dolayısıyla, kedinin yaşam ve ölüm hâllerinin süperpozisyonunda bulunduğundan söz ettiğimizde, bu, kedinin gerçekten aynı anda hem canlı hem de ölü olduğu anlamına gelmez. Aslında, kedinin gerçek durumunun ne olduğunu ya da onun fiziksel hâlini nasıl tanımlayacağımızı bilemiyoruz; çünkü radyoaktif atomun ne zaman bozunacağını ya da fotonun geçip geçmeyeceğini önceden kesin biçimde söyleyemeyiz. Ancak bu sistemi bir süperpozisyon (superposition) olarak temsil ettiğimizde, deneylerle tutarlı sonuçlar verecek öngörülerde bulunabileceğimizi biliyoruz. Fizikçilerin çoğu —en azından bu tür meseleler üzerine kafa yoranlar— bu yaklaşımı benimser. Belki de bu yüzden sık sık partilere davet edilmezler.

Bu noktada, olaylar zincirinde bu kuantum tuhaflığının tam olarak nerede sona erdiğini belirlemenin pek de önemli olmadığı sonucuna varabiliriz. “Heisenberg kesiti” (Heisenberg cut) olarak bilinen bu nokta —adı belirsizlik ilkesiyle tanınan Alman fizikçi Werner Heisenberg’den gelir— kuantum mekaniğini bırakıp Isaac Newton’un 300 yıldan uzun süre önce geliştirdiği klasik fizik yasalarına geçtiğimiz eşiği ifade eder. Bu, dalga fonksiyonunun çöktüğünü varsaydığımız, yani kuantum süperpozisyonundaki “ve”yi, gözlemlenebilir gerçekliğin “ya da”sına dönüştürdüğümüz noktadır.

Heisenberg, Bohr’un grubunun bir üyesiydi; ancak zaman zaman yaptığı açıklamalarda Bohr’un felsefesinden önemli ölçüde ayrılıyordu. Heisenberg’e göre, bu kesitin nereye yerleştirildiği önemli değildi. Ancak bir kedi, ne radyoaktif bir atomdur ne de bir foton. Açıkça kuantum âlemine ait değildir ve kuantum mekaniğinin denklemleri —sembolik olarak yorumlansa bile— bu ölçekte geçerli sayılmamalıdır. Bohr ise, bu kesiti, şeytani düzeneğin içerdiği “geri döndürülemez büyütme eylemi”nin başladığı noktaya yerleştirmeyi tercih etmişti. Bu süreçte tuhaflığın tam olarak nerede ya da ne zaman sona erdiğini kesin olarak belirleyemememiz, onun kediden çok daha önce sona erdiği sonucunu geçersiz kılmaz.

Schrödinger, 1935 tarihli incelemesini şu gözlemle bitirir:

Bu konuda önerilen basit yöntem… belki de nihayetinde yalnızca kullanışlı bir hesaplama aracı olabilir; ancak bugün gördüğümüz gibi, doğaya karşı temel duruşumuz üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir etki yaratmıştır.

Bir seçimle karşı karşıyayız. Kuantum mekaniğinin —tüm tuhaflığıyla birlikte— deneylerimizin olasılıklı sonuçlarını öngörmek için geliştirilmiş, tamamen sembolik bir çerçeve olduğunu kabul edebiliriz. Bu, gerçekliğe dair doğrudan bir temsil sunmayan, ancak atomik ve atom altı dünyayı başka türlü kavrayamadığımız için işe yarayan bir hesaplama aracıdır — kelimenin tam anlamıyla gerçek kabul edilmemesi gereken bir model.

Ya da, Einstein ve Schrödinger’in de savunduğu gibi, kuantum teorisinin en azından eksik ve kökten tatmin edici olmaktan uzak olduğunu kabul edebiliriz. Atomik ve atom altı dünyayı gerçekten kavrayabilecek bir teori, eğer onu arayacak iradeye ve onu bulacak zekâya sahipsek, elbette mümkündür.

İşte yol ayrımı burası. Siz hangi yolu seçeceksiniz?

*  Jim Baggott, Güney Afrika’nın Cape Town kentinde yaşayan, ödüllü bir İngiliz bilim yazarıdır. John Heilbron ile birlikte kaleme aldığı Quantum Drama: From the Bohr-Einstein Debate to the Riddle of Entanglement (2024) adlı kitabın ortak yazarıdır.

Metin düzenlemesi: Nigel Warburton

Kaynak: https://aeon.co/essays/no-schrodingers-cat-is-not-alive-and-dead-at-the-same-time