Rusya’nın İran ile Arası Neden Açıldı?

On yıl kadar önce, yorumcular Rusya ve İran’ı dünyanın “yeni güç çifti” olarak selamlıyordu. İkili, birlikte, Soğuk Savaş sonrası dönemin Amerikan hegemonyasının yerine geçecek bir “çok kutuplu dünya”nın habercisi gibi görünüyordu. Gelişmekte olan ülkelerdeki pek çok ulus, “uluslararası kurallara dayalı düzen”in — ki bu ifade genellikle Washington’un canı ne isterse onu yaptığı anlamında küçümseyici bir terim olarak kullanılır — sona ereceği günü sabırsızlıkla bekliyordu.

2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik tam kapsamlı işgalinden bu yana, İran ile Rusya arasındaki ilişkiler daha da derinleşmiş görünüyordu. Özellikle İran’ın, Rus ordusunun Kiev’e karşı yürüttüğü hava harekâtına destek olarak binlerce Shahed tipi insansız hava aracı göndermesiyle birlikte, askeri taahhütler artmıştı. Geçtiğimiz yıl Tahran’ın BRICS grubuna katılmasıyla ekonomik bağlar da güçlendi. Daha bu Ocak ayında, Putin ve Pezeşkiyan yeni bir Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması imzaladı. Bu gelişmeler üzerine analistler, tarafların “çok kutuplu bir dünya” inşa etme konusundaki ortak kararlılıklarını yeniden teyit ettiler. 2025’te Donald Trump’ın yeniden başkanlığa yükselmesiyle birlikte, Washington’un bu dünyanın serpilmesine göz yumacağı düşünülüyordu.

Altı ay sonra, “çok kutuplu dünya”ya kendini adamış olanların o sıcak ilişkisi adeta yerle bir oldu — tabii işler baştan beri göründüğü kadar pembe idiyse. Moskova–Tahran ilişkisini temelinden sarsan iki gelişme yaşandı: İlki, Vladimir Putin’in İsrail ve Amerika’nın İran’a yönelik bombardımanına karşı kayıtsız kalışı; ikincisi ise, Rusya’nın yürüttüğü geniş çaplı bir casusluk operasyonunu ve sözde müttefikler arasındaki derin güvensizliği ortaya koyan iç yazışmaların sızdırılması. Özetle: Rusya İran’a güvenmiyor ve müttefikine askeri destek vermeye niyetli görünmüyor; öte yandan İran, Rusya’nın nükleer sırlarına ulaşmak için yanıp tutuşurken, Putin’in gerçek niyetlerinden hâlâ şüphe duyuyor.

Moskova’daki iç çevreler, ABD’nin İran’daki nükleer tesislere düzenlediği saldırı karşısında hazırlıksız yakalanmış olabilir. Ancak Vladimir Putin’in askeri destek vermesi zaten hiçbir zaman gerçekçi bir seçenek değildi. Rus ordusu, Ukrayna’da uğradığı büyük kayıplar nedeniyle yorgun düşmüş durumda. Kapasite bulunsa bile, Putin uzun süredir İsrail’i provoke etmekten özenle kaçınıyor; zira İsrail’de bir milyondan fazla Rusça konuşan insan yaşıyor. Ayrıca Rusya’nın askeri üretim kapasitesi geliştikçe, İran’ın drone teknolojisine olan bağımlılığı da azaldı. Putin’in İran’a askeri yardım sunacak olsa bile, bu hamleden ciddi bir çıkar elde etmesi pek olası değil. Putin ve Pezeşkiyan basın toplantılarında büyük laflar etse de — nitekim Dmitri Medvedev, İran’a nükleer silah verileceğine dair sosyal medyada imalı bir tehdit savurduktan sonra hızla geri adım attı — verdikleri taahhütler hiçbir zaman “niyet beyanı”nın ötesine geçmedi.

Zor zamanlar geldiğinde — tıpkı bu yılın başlarında Putin’in Suriye’den hızlıca çekilmesinde olduğu gibi — “çok kutuplu dünya”nın ne olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı: Ortak bir ideolojik vizyona sahip olmayan, birbirine askeri destek sunacak ne gücü ne de iradesi bulunan, yalnızca iyi gün dostlarından oluşan dişsiz bir ittifak. Bu dünyada, Çin gibi ekonomik ve askeri olarak baskın güçler — ki bu ülkenin Rusya ve İran’a yönelik taahhütleri tamamen kendi çıkarına dayanmaktadır — kolaylıkla üstünlük sağlayabilir.

Buna rağmen “çok kutuplu dünya” yaratma hedefi, Vladimir Putin’in çeyrek asrı bulan iktidarının en başından beri dış politikasının merkezinde yer aldı. Ocak 2000’de, NATO’nun Kosova’yı bombalamasının ardından — ki bu olay Rus milliyetçilerini öfkelendirmişti — yayımlanan yeni Ulusal Güvenlik Konsepti, ABD’nin “askeri güç kullanımını” sert bir dille eleştiriyordu. Putin bu temaya tekrar tekrar geri döndü. 2007’de şöyle demişti: “Bir devlet — elbette ki öncelikle Amerika Birleşik Devletleri — ulusal sınırlarını her şekilde aşmıştır.” 2022’ye gelindiğinde ise, “çok kutuplu dünya”nın, Batı tarafından “yağmalanan… ve aşağılanan”ların “hak ettikleri zenginlik payını geri almaları” için bir araç olduğunu iddia etti.

Bu küresel düzen vizyonu, anlaşmalar ve işbirliğine değil, şikayet duygusuna ve adaletsizlik hissine dayanıyor. Nitekim İran’ın da “çok kutuplu dünya” inşasını, daha geniş kapsamlı bir “realpolitik” stratejisinin parçası olarak sürdürdüğü görülüyor. İran ile Rusya’nın ortak vizyonu, yalnızca Amerika’nın küresel egemenliği olarak algılanan düzene duyulan öfke noktasında kesişiyor. Ancak yeni “çok kutuplu dünya”da şartları kimin ve neyin belirleyeceği belirsiz kalmaya mahkûm — çünkü bu meseleyi tartışmak, uzlaştırılması mümkün olmayan farklarla yüzleşmek anlamına gelir. İran teokratik ve derin şekilde antisemitik bir devlettir; Rusya ise, eski Sovyetler Birliği topraklarında bir Avrasya uygarlığı inşa etme yönündeki ideolojik hayallerle beslenen etno-milliyetçi bir yapılanmadır. Bu iki dünya, nükleer teknoloji veya Orta Doğu’daki güç dengesi gibi konularda karşı karşıya geldiğinde, yalnızca ortak şikayet duygusu Tahran ve Moskova’ya uzun vadeli çıkarlarını teyit etme ya da aralarındaki farklılıkları çözme aracı sunamaz.

Putin, İran’a yönelik saldırılardan duyduğu rahatsızlığı “haklı gösterilemez ve affedilemez” diyerek dile getirebilir; Dmitri Medvedev sosyal medyada köpürebilir. Ancak Rusya bundan öteye pek fazla bir şey yapmayacaktır. Aynı şekilde, İran da Rusya’ya Ukrayna’daki uzak savaşında destek olmak amacıyla drone gönderebilir; ama Putin rejimi çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalsa, İran’ın müttefikine yardım etmesi pek olası değildir. Nitekim Wagner lideri Yevgeni Prigojin’in 2023’te Moskova’ya yürümesi — ki bu belki de Putin’in son yirmi yılda karşılaştığı tek gerçek tehlikeydi — sırasında Tahran’ın verdiği tepki yalnızca bir kınamadan ibaretti: olayı Batı’nın “bilişsel savaşı”nın bir parçası olarak nitelendirdi.

Son haftalarda ve aylarda yaşanan çalkantılar, “çok kutuplu dünya”nın neler getireceğini açıkça ortaya koyuyor: Sürekli ve öngörülemez şekilde tırmanan çatışmalar. İsrail İran’ı kışkırtıyor; İran karşılık veriyor; ardından Amerika devreye giriyor. Her hamle neredeyse içgüdüsel, stratejiden yoksun bir refleks gibi görünüyor ve bu da yalnızca daha fazla kaosa zemin hazırlıyor. Bu olayların öngörülemezliği, adil ve dengeli bir küresel düzenin doğmakta olduğuna dair tüm yanılsamaları yıkıyor — hele ki herhangi bir ulusun “hak ettiği zenginlik payı” fikri, yalnızca bireysel liderlerin ya da elitlerin arzuları ve inançlarına bağlı kaldığı sürece.

Gerçekte ise, otoriter liderlerin gösterişli söylemlerine ve bazı Batılı gözlemcilerin — hem sağ hem sol cephede — yanlış yere yerleştirilmiş iyimserliğine rağmen, bu sözde “çok kutuplu dünya”dan istikrar doğacağına dair hiçbir güvenilir ihtimal yoktu. Putin’in Rusyası gibi rejimler, “yakın çevre”yi kontrol etme yönündeki yeni emperyal hayallerle hareket ederken; antisemitik coşku eşliğinde nükleer tehditler savuran İran’ın teokratik yöneticileri gibi aktörler ise yalnızca kendi çıkarlarını gözetmektedir.

Şikayet siyaseti, yalnızca daha fazla şikayet doğurur. Amerika, giderek daha fazla kendine zarar veren bir rotaya giren Trump yönetimi altında etkisini yitirirken, Rusya ve İran gibi eski ortaklar arasındaki güvensizlik muhtemelen daha da derinleşecektir. Teknolojik bağlantılılık sayesinde jeopolitik sınırların eridiği, hibrit savaş ve drone teknolojileriyle askeri cephelerin yeniden şekillendiği bir ortamda, gerilim yalnızca daha da artacaktır.

Çok kutupluluk çağı, istikrar ya da adalet getirmekten çok uzak; tam tersine, daha derin bir kaos, daha yoğun bir paranoya ve dur durak bilmeyen bir güvensizlik vaat ediyor — giderek daha hızlı parçalanan, kâbusvari bir Hobbesçi dünya… Eğer Moskova, Amerika’nın İran’a müdahalesi ya da İran’ın yürüttüğü casusluk faaliyetleri karşısında şaşkına dönmüşse, buna hiç şaşırmamalıydı: Zira bu iki gelişme de, Vladimir Putin’in yirmi beş yıldır inşa etmeye çalıştığı düzenin doğrudan yansımalarıdır. Bu dünyada, Rusya’nın ve Vladimir Putin’in gücü hep daha zayıf olacak — ve “yakın çevre” üzerindeki otoriteleri, her an her yönden gelebilecek saldırı ihtimalini gözetme zorunluluğuyla sınırlı kalacaktır.

* Dr. Ian Garner, Varşova’daki Pilecki Enstitüsü’nde totalitarizm çalışmaları doçentidir. Son kitabı: Z Generation: Russia’s Fascist Youth (Hurst).

Kaynak: https://unherd.com/2025/06/why-russia-fell-out-with-iran/?us=1