Roosevelt-İbn Suud Paktı’nın 80. Yılında ABD-Suudi İlişkileri

14 Şubat 1945’te Kızıldeniz’deki Quincy zırhlısında, Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz bin Suud ile dönemin ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt arasında mutabık kalınan ve tarihe “petrol karşılığı güvenlik” olarak geçen zımni paktın sekseninci yılında bir başka ABD başkanı Riyad’da ağırlanacak. Üstelik bu ziyaret ilk döneminde olduğu gibi Trump’ın ilk yurt dışı ziyareti. Roosevelt-İbn Suud Paktı ile ABD, Suudi Arabistan’ın rejim güvenliği ve toprak bütünlüğü garantisi karşılığında bölge petrol kaynaklarına serbest erişim elde etmişti. 2000’li yılların başlarına kadar taraflar arasında istikrarlı bir şekilde sürdürülen bu pakt, son dönemde çeşitli zorluklarla karşı karşıya bulunuyor.

Bu yazının amacı, sekseninci yılına giren Roosevelt-İbn Suud Paktı’nı değerlendirerek, iki aktör arasındaki gelecekteki ilişkilere dair bir perspektif sunmaktır. Yazının temel argümanı, iki ülke arasındaki mevcut güvensizlik ortamının derinleşerek süreceği yönündedir. Bu güvensizliğin temel kaynağı, ABD’nin özellikle Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer ülkelerin güvenlik hassasiyetlerini göz ardı eden tek taraflı politikalarla geçmişte sağladığı fiili güvenlik garantilerinden sıyrılma girişimleridir. ABD’nin bu tutumunun doğurduğu güvensizlik, başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkelerini dış politikada daha fazla otonomi arayışına yöneltmiştir.

Roosvelt-İbn Suud Paktı ve ABDSuudi stratejik ortaklığın doğuşu

İki savaş arası dönemde İngiltere’nin himayesi altında olan Suudi Arabistan, II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin zayıflayarak bölge güvenlik mimarisindeki başat aktörlük rolünü kaybetmesiyle yeni bir ittifak arayışına girdi. Aynı dönemde, küresel siyasette yükselen bir profil çizen ve Orta Doğu ile kurduğu ilişkiler üzerinden küresel hegemonya tesis etmeyi hedefleyen ABD’nin bölgeye olan ilgisi belirgin bir şekilde artmıştı. Bu gelişmeler, Suudi Arabistan ve ABD’yi ortak bir zeminde buluşturan temel dinamikleri oluşturdu. 14 Şubat 1945’te Kızıldeniz’de demirleyen Quincy zırhlısında gerçekleştirilen Roosevelt-İbn Suud görüşmesi, “petrol karşılığı güvenlik” esasına dayanan zımni bir paktın ortaya çıkmasını sağladı.

Savaş sonrası dönemde Suudileri ABD’ye yönelmeye teşvik eden beş temel faktörden bahsedilebilir. İlk olarak, savaş sırasında büyük ölçüde zayıflayan İngiltere’nin bölgeden kademeli olarak çekilme eğilimi, bölgede ciddi güç ve güvenlik boşluklarına yol açmıştı. Suudiler, bu boşluğun yarattığı belirsizlikten ve ülke güvenliğine yönelik risklerden önemli ölçüde rahatsızlık duydular. İkinci olarak, savaş sonrası dönemde Rusya’nın Orta Doğu’ya yönelik revizyonist eğilimleri Riyad’da derin bir güvensizlik hissine yol açtı. Üçüncü olarak, İngiltere himayesinde kurulan Ürdün ve Irak’taki Haşimi monarşileri ile Suudi hanedanı arasındaki rekabet, Suudileri uluslararası destek arayışına itti. Dördüncü olarak, Suudi Arabistan’ın iç politikada istikrar arayışı, ABD ile ilişkilerin önemli bir motivasyon kaynağı oldu. Petrol endüstrisinden elde edilecek yeni gelir kaynakları, yönetimi güçlü bir ekonomik temele kavuşturarak iç politik istikrarın sağlanmasında kritik bir rol oynayabilirdi. Son olarak, Suudiler, ABD ile kurulacak ittifak sayesinde, Basra Körfezi’nde İngiliz himayesi altında bulunan Bahreyn, Katar, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük şeyhlikler üzerindeki Suudi hâkimiyetini güçlendirmek istedi.

ABD açısından Suudilerle ittifak kurmanın da önemli stratejik gerekçeleri bulunmaktaydı. İlk olarak, Roosevelt, savaş sonrası dönemde İngiltere’nin bölgeden çekilmeye başlamasıyla oluşan güç ve güvenlik boşluklarının Rusya tarafından doldurulmasını engellemek istedi. Bölgedeki güçlü bir Rus varlığı, ABD’nin küresel hegemonyası önündeki en büyük tehdit olarak görülüyordu. İkinci olarak, ABD uzun süredir küresel petrol piyasalarında söz sahibi olmayı hedeflemekteydi. Savaş sonrası dönemde Irak petrollerinin yarısından fazlası ve İran petrollerinin dörtte üçü İngiltere kontrolündeydi. Suudi Arabistan ise zengin petrol rezervlerine sahip olmasına rağmen henüz gelişmiş bir petrol endüstrisine sahip değildi. ABD, Suudi Arabistan’la kurduğu ittifak sayesinde petrol piyasalarındaki liderliği İngiltere’nin elinden almayı hedeflemişti. Son olarak, Altın Standardı olarak bilinen Bretton Woods sisteminin işleyişi, petrol piyasalarındaki hâkimiyetle yakından ilişkiliydi. Petrolün dolarla alınıp satılmasını sağlamak, doların hem rezerv para birimi hem de uluslararası değişim aracı olarak kabul edilmesinde kritik bir rol oynamıştır. Bu da ABD’nin küresel finansal gücünü pekiştiren önemli bir adım oldu.

Roosvelt-İbn Suud Paktı’nın tabi tutulduğu testler

1945 yılında başlayan bu temasla birlikte ABD-Suudi ilişkileri zamanla güçlü bir ittifaka dönüşmüş, Suudi Arabistan’ın petrol rezervlerine serbest erişim karşılığında ABD, krallığın rejim güvenliği ve toprak bütünlüğünün en önemli garantörü haline geldi. Yarım asrı aşkın bir süre tartışmasız bir şekilde devam eden bu fiili güvenlik garantileri, Suudi Arabistan’ı hem iç hem de dış tehditlere karşı korumayı başardı.

Riyad için ilk tehdit, 1962 yılında Yemen’de monarşinin yıkılması ve sosyalist bir cumhuriyetin kurulmasıydı. Mısır lideri Nasır’ın devrim ihracı politikası çerçevesinde Yemen iç savaşına dâhil olması, Yemen’de yaklaşık yetmiş bin Mısır askerinin konuşlanması ve Suudi yerleşim yerlerine yönelik hava saldırıları Riyad’daki güvensizliği artırdı. Bu dönemde ABD, Suudi Arabistan’a güvenlik garantileri, silah ve mühimmat desteği sağladı, ayrıca Zahran ve Asir’de konuşlandırdığı savaş uçaklarıyla Yemen’den gelen tehdidi bertaraf etti.

Riyad için en önemli ikinci tehdit, İran İslam Devrimi ve Humeyni’nin devrim ihracı politikası oldu. Şah döneminde dünyanın en güçlü beşinci ordusuna sahip olan İran’ın modern silahları, devrim sonrasında Humeyni’nin kontrolüne geçmişti. Humeyni’nin, bölgedeki Şiiler üzerinde kurduğu ideolojik ve politik nüfuz sayesinde onları rejimlere karşı kışkırtma gücü devrim ihracı politikasıyla birleşince bölgede çeşitli ayaklanmalar patlak verdi. Bu ayaklanmaların en tehlikelisi, Suudi Arabistan’ın petrol zengini Doğu Vilayeti’nde meydana geldi. Riyad yönetimi, ABD’nin aktif desteği sayesinde bu devrimci dalgayı bastırmayı başardı.

İran Devrimi ile aynı döneme denk gelen Cuheyman el-Uteybi olayı, ABD-Suudi ittifakı için önemli bir sınav niteliği taşıyordu. 20 Kasım 1979’da Suudi Ulusal Muhafızları komutanı Cuheyman el-Uteybi, beraberindeki bir grup silahlı militanla Kâbe’yi basarak mescidin kontrolünü ele geçirmişti. Cuheyman, Suudi rejiminin yolsuzluklarını eleştirerek krallığın devrilmesi çağrısında bulundu. İsyanın Hicaz bölgesinde yayılma eğilimi göstermesi ve Suudi toplumunda güçlü bir destek bulması, Riyad yönetimi için ciddi bir tehdit oluşturdu. Bu isyan, ABD’nin sağladığı güçlü destek sayesinde bastırılarak Suudi rejiminin istikrarı garanti altına alınabilmişti.

1980’lerin başından itibaren artan Irak kaynaklı tehdit, ABD-Suudi ilişkileri açısından diğer bir sınav oldu. 1979 yılında Camp David Anlaşması’nı imzalayan Mısır’ın Arap dünyasında tecrit edilmesi ve aynı dönemde İran’da Şah rejiminin devrilmesi, iki önemli bölgesel aktörün zayıflamasına ve bölgesel güç denkleminden çekilmesine yol açmıştı. Bu güç boşluğunu doldurma çabası ve Saddam Hüseyin’in bölgesel liderlik iddiaları, Riyad için yeni bir güvenlik sorunu olarak ön plana çıkmıştı. Saddam’ın İran’a saldırarak zengin petrol rezervlerine sahip Huzistan bölgesini ele geçirme girişimi, sekiz yıl sürecek olan İran-Irak Savaşı’nı başlattı. 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgali, Irak ordusunun bir sonraki hedefinin Suudi toprakları olabileceği yönündeki spekülasyonlara neden oldu ve Riyad’da derin bir güvensizlik duygusuna yol açtı. ABD’nin aktif müdahalesi ve Saddam rejiminin etkisizleştirilmesi sayesinde Suudi Arabistan’ın rejim güvenliği ve toprak bütünlüğü korundu.

Sonuç olarak, 1945 yılında mutabık kalınan ve “petrol karşılığı güvenlik” olarak adlandırılan Roosevelt-İbn Suud Paktı, yarım asrı aşkın bir süre boyunca güçlü bir şekilde varlığını sürdürdü. Bu süreçte ABD, Suudi petrol endüstrisine serbest erişim karşılığında Suudi Arabistan’ın rejim güvenliği ve toprak bütünlüğünün garantörü oldu.

ABD-Suudi ilişkilerinin geleceği

2000’li yılların başlarına kadar geçerliliğini koruyan Roosevelt-İbn Suud Paktı’nın geçerliliği, 2010’lu yıllardan itibaren sorgulanmaya başlandı. ABD’nin Arap Baharı sürecinde Mısır’daki Mübarek rejimi başta olmak üzere Tunus, Yemen ve Bahreyn gibi Suudi yanlısı statükocu yönetimlerin görevden ayrılmasını destekleyen tutumu, Suudi Arabistan’da zamanı geldiğinde Suudi kralına da benzer bir uygulamanın yapılacağına dair endişelere yol açtı. Bu süreçte Riyad, savunma ve güvenlik konularında ABD’ye olan bağımlılığı azaltma ve güvenlik politikalarını çeşitlendirme adımlarına yöneldi. Rusya ve Çin gibi küresel aktörlerle geliştirilen yakın iş birliği, yerli ve milli bir savunma sanayii inşa etme çabaları ve ekonomide petrole bağımlılığı sona erdirmeyi hedefleyen “Vizyon 2030” planı, Suudi dış politikasının daha fazla otonomi arayışında olduğunun somut göstergeleri olarak değerlendirilebilir.

Yarım yüzyılı aşkın süre sarsılmadan devam eden Roosevelt-İbn Suud Paktı’nı zorlayan üç temel faktörden bahsedilebilir. İlk olarak, küresel enerji piyasalarında yaşanan köklü dönüşümler, ABD’nin bölge petrollerine olan bağımlılığını sona erdirdiği gibi ABD’yi önemli bir petrol ihracatçısı haline de getirdi. Kaya gazı devrimi sayesinde ABD, büyük bir enerji üreticisine dönüşerek Orta Doğu’ya olan ilgisini kaybetmeye başladı. İkinci olarak, yükselen Çin tehdidini dengelemek amacıyla ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine odaklanması, ABD-Suudi ilişkilerinin zayıflamasına neden oldu. Son olarak, Rusya ve Çin gibi aktörlerin Orta Doğu’ya artan ilgisi, Riyad için alternatif seçeneklerin çoğalmasına yol açtı. Özellikle 2010’lu yılların başından itibaren küresel ölçekte yükselen ekonomik koridor rekabeti, bölgenin jeopolitik önemini artırarak Suudi Arabistan’a yeni manevra alanları sağladı.

Tüm bu unsurların yanı sıra, Roosevelt-İbn Suud Paktı’na yönelik en büyük tehdit şüphesiz Trump faktörüdür. Trump’ın dış politikada izlediği “sığ pragmatizm”, Suudi Arabistan başta olmak üzere, bugüne kadar ABD’nin fiili güvenlik garantilerine güvenen aktörlerde ciddi bir paniğe yol açıyor. Rusya-Ukrayna savaşında Avrupa’nın güvenliğini göz ardı eden yaklaşımı, İsrail’in güvenliği uğruna Ürdün ve Mısır gibi geleneksel ABD müttefiklerini tehdit eden politikaları ve Münih Güvenlik Zirvesi’nde sergilediği tutumla Atlantik ittifakında yol açtığı derin güvensizlik, Riyad’daki endişelerin temel nedenleri arasında yer alıyor.

Son yıllarda Suudi Arabistan ile ABD arasında kapsamlı bir güvenlik paktı oluşturma yönünde yoğun müzakereler yürütülmekteydi. Trump’ın ilk döneminde bu konuda önemli adımlar atıldığına dair güçlü sinyaller ortaya çıktı. İlk yurtdışı ziyaretini Riyad’a yapan Trump, Suudi Arabistan’la yüz on milyar dolarlık bir savunma anlaşması imzalayarak krallığın askeri kapasitesini artırmaya yönelik bir politika izledi. Bu ziyaret sırasında Trump, Suudiler karşısında özerk bir dış politika izleyen Katar’ı baskı altına almak için uygulanan ablukanın da işaret fişeğini ateşlemiş oldu.

Ancak 2019 yılında Suudi ARAMCO tesislerine yapılan saldırılar, ABD’nin fiili güvenlik garantilerinin geçerliliğinin sorgulanmasına yol açtı. Bu saldırılar sonrasında Riyad, ABD’nin güvenlik desteğinden umudunu keserek yeni ittifak arayışlarına yöneldi. İran’la Pekin’de Çin arabuluculuğunda varılan normalleşme anlaşması, bu yeni dış politika stratejisinin en önemli adımlarından biri oldu. Suudiler Katar’a yönelik ablukadan, hiçbir talepleri karşılanmamış olmasına rağmen vazgeçti. Aynı dönemde Türkiye ile de ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik adımlar atıldı.

Trump’ın ikinci döneminde de ABD-Suudi ilişkilerine dair yaklaşımının stratejik ittifaktan çok “sığ pragmatizm” anlayışına dayanması, Suudi Arabistan ile ABD arasındaki gerilimlerin uzun vadeli bir sorun olarak devam edeceğine işaret ediyor. Bu yaklaşım, Suudi Arabistan’da ABD’ye olan güvenin daha da zayıflamasına neden olurken, Riyad’ı farklı küresel aktörlerle daha bağımsız ve çeşitlendirilmiş bir dış politika izlemeye yönlendirdi.

Roosevelt-Suud Paktı, 1945’te imzalanmasından itibaren yaklaşık yarım yüzyıl boyunca “petrol karşılığı güvenlik” ilkesi çerçevesinde istikrarlı bir şekilde devam etti. Ancak 21. yüzyılın başlarından itibaren değişen küresel dinamikler bu ittifakı zayıflattı. ABD’nin kaya gazı devrimiyle enerji bağımsızlığı kazanması ve Orta Doğu petrollerine olan bağımlılığının sona ermesi, bu ilişkilerin temel dayanaklarından birini sarstı. Aynı zamanda ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine ve Çin tehdidine odaklanması, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini daha otonom bir dış politika arayışına yöneltti. Rusya ve Çin gibi yeni küresel aktörlerin Körfez’e olan ilgisi, Suudi Arabistan’a alternatif güvenlik ve ekonomik iş birliği seçenekleri sundu. Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” girişimi ve küresel ekonomik koridor rekabeti, Suudi Arabistan’ın jeopolitik önemini artırarak Riyad’a yeni fırsatlar yarattı. Bu durum Riyad’ın dış politika manevra alanını genişletti.

Trump döneminde ise Suudi Arabistan’ın ABD’ye duyduğu güven, Trump’ın “sığ pragmatizm” olarak tanımlanan dış politika yaklaşımı nedeniyle ciddi şekilde sarsıldı. ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşı ve Münih Güvenlik Zirvesi’ndeki belirsiz tutumları da Riyad’da stratejik ittifakın sürdürülebilirliğine dair soru işaretleri doğurdu. Tüm bu gelişmeler ışığında, Roosevelt-İbn Suud Paktı’nın mevcut haliyle sürdürülemeyeceği gibi ABD ile Suudi Arabistan arasında Roosevelt-İbn Suud Paktı’nın yerini alabilecek kapsamlı bir güvenlik ittifakının da kurulmasının zor olduğu değerlendirilmektedir.