Politikasızlığın Konforu: Terörsüz Siyasetin Çıplak Gerçeği

Türkiye’de siyaset uzun yıllardır kimlik ve dolayısıyla da kutuplaşmaya neden olacak bir zemin üzerinden sürdürülüyor. Her seçim döneminde güvenlik merkezli söylemlerle şekillenen kampanyalar, bu kutuplaşmayı daha da pekiştirdi. Kutuplaşmanın merkezindeki en etkili başlıklardan biri ise hiç kuşkusuz “terör” meselesi. PKK’nın silahlı varlığı, sadece güvenlik açısından değil, siyasetin biçimlenişi açısından da Türkiye’nin en belirleyici olgularından, sorunlarından birisi olarak siyaset etme tarzını biçimlendirdi.

Burada asıl sorun, bu durumun ortaya çıkardığı çarpıklığın uzun zamandır gözden kaçırılıyor olması. Siyasi partiler, özellikle merkezde konumlanan aktörler, silahlı terörün oluşturduğu atmosfer sayesinde rahat, konforlu ve içeriği zayıf bir siyaset tarzını tercih etmişlerdi. Bu konforlu siyaset biçimi, sadece iktidar partisine değil, muhalefetteki merkez partilere de sirayet etmişti. Biraz retorik, biraz hamaset yeterliydi.

Peki ya PKK tam olarak silah bırakırsa ne olacak?

Toplumun alışık olduğu siyasal reflekslerin, kutuplaştırıcı dilin ve güvenlik temelli gündemlerin ortadan kalkması, hem siyaseti hem de toplumsal algıyı yeniden inşa etmeyi gerektirecek. PKK’nın silah bırakması, ilk başta güvenlik risklerinin azalması ve toplumsal huzurun güçlenmesi açısından olumlu bir gelişme olarak algılanacak. Elbette bu durum, başlı başına büyük bir değişim olacak. Ne var ki bu gelişme, Türkiye’deki siyasetin büyük kısmını ‘çıplak’ ve ‘hazırlıksız’ bırakma potansiyeline de sahip. Çünkü siyaset, büyük oranda, çatışmanın ürettiği refleksler üzerine kurulmuş durumda. İçeriğe değil pozisyona, vizyona değil karşıtlığa yaslanıyor.

Terörün Gölgesinde Kurulan Siyasi Konfor

Türkiye’deki siyasal pozisyonların, uzun zamandır “biz” ve “onlar” ekseninde belirlendiğini biliyoruz. PKK, bu denklemde hem iktidar hem muhalefet için işlevselleşmiş bir unsura dönüşmüştü. Dillendirilmese de, partiler tarafından faydalı görülen bu denklem, AK Parti’nin ilk yıllarındaki deneyimleriyle yıkılmıştı. Bir yandan terör ve Kürt meselesi ayrımı yapıldı, tüm topluma ve Kürtlere de hitap eden genel bir demokratikleşme perspektifi hayata geçirildi. Öte yandan örgüt tarafından yürütülen terör faaliyetlerine karşı da mücadele edildi. Özgün politik tutumlar geliştirildi ve bu durum ciddiye alınacak olumlu sonuçlar verdi.

Ancak Ankara’nın, yani eski müesses düzenin en temel özelliğinin, farklıklarıyla var olmak isteyen siyasi anlayışları, partileri ve siyasetçileri dönüştürme, aynılaştırılma kapasitesi olduğu unutuldu. Tüm partilerin, sahici siyaset yapmak yerine var olan konforlu alana uygun bir dil ve tutum tercih etmeleri istenir. Bu konforlu siyaset tarzı, yalnızca içerik eksikliğiyle değil, aynı zamanda kurumsal reflekslerin zayıflığıyla da kendini gösterir. Siyasi partilerin araştırma birimlerini, politika üretim mekanizmalarını ve entelektüel kadrolarını âtıl hale getirir. Ankara’nın bu yönü ve kapasitesi ciddiye alınmadığında, farklı dünya görüşlerinden partilerin benzer bir çizgiye çekildiği, sahici politika üretmek yerine güvenli ama sığ pozisyonlara yönelindiği net bir biçimde görülür. Bu duruma ilişkin birçok gerekçe de üretilebilir.

Ankara, bu kapasitesini uzun zamandır terör faaliyetleri denklemi üzerinden işletiyor. Örgütün yürüttüğü terör faaliyetleri, temel bir gerekçe olarak işlevsel. Dolayısıyla terörün gölgesinde siyaset yapmak, strateji geliştirmeyi, sorunlara çözüm üretmeyi, toplumsal barışı tahkim etmeyi değil, kriz yönetimi odaklı çalışmayı önceler. Bu da siyasal alanın üretken olmasını değil, kısırlaşmasını beraberinde getirdi. Oysa gerçek siyaset, yalnızca seçim kazanmayı değil, dünyanın hızla değiştiği bu atmosferde toplumu dönüştürecek hedefler inşa etmeyi gerektirir.

Ancak Ankara, partilerin toplumsal zeminini dahi, bahsettiğimiz denklem üzerinden hareketle konsolide eder. Sorunları sahiplenmek, gündeme almak, çözüm üretmek yerine siyasal bir çekingenliğe savrulmayı ‘dayatır’. Pozisyon almanın çoğu zaman kısa vadede güvenli olduğu görülse de, uzun vadede bu tercihler tüm partiler için içerik üretme kapasitesini zayıflatabilir. Halbuki, güvenli gibi görülen bu alan, aynı zamanda bir ‘sorumsuzluk’ alanıdır. Partilerin büyük bir kısmı, ülkenin temel sorunları konusunda kapsayıcı, ikna edici, detaylandırılmış bir vizyon ortaya koyma ihtiyacı duymaz. Bu durum, terör faaliyetleri ve öncelikler üzerinden de meşrulaştırılır. Silahların konuştuğu atmosfer, siyaset üzerinde ortak bir baskı oluşturur. Bu da partileri, çözüm üretmektense susmak ve pozisyon almakla yetinmeye sevk eder.

Silah Bırakmanın Açığa Çıkaracağı Boşluk

PKK’nın silah bırakması hem Ankara’ya, yani eski müesses düzene ilişkin bahsettiğim denklemin çökmesi anlamına gelir hem de konforlu siyasetin sonu olabilir. Çünkü artık terör faaliyetleri üzerinden seçmeni konsolide etme ve siyaset yapma dönemi kapanacak. Politikacılar çözüm önerileriyle, ekonomik ve sosyal projeleriyle, kültürel kapsayıcılıklarıyla var olmak zorunda kalacaklar. İşte bu olduğunda siyaset hem sahicileşecek hem de zorlaşacak. Ezberlenmiş retorikten başka bir şey bilmeyen siyasetçilerin dönemi kapanacak. Yapay, kişisel gelişim tezgâhlarından geçmiş isimler değil, sahici isimler ön plana çıkacak. Siyasal mücadelenin kendisi de sahici bir zemine oturmak zorunda kalacak.

Dahası, silahsız bir dönemde sadece merkez partiler değil, tüm partiler farklı bir sınavla karşı karşıya kalacak. Silahın devrede olmadığı ortam, ideolojik ve kimlik siyaseti yapan partileri de dönüştürecek. Mesela, DEM Parti veya onun çizgisini sürdürme olasılığı olan yeni temsil mekanizmaları da bu yeni süreçte siyaset yapma biçimlerini gözden geçirmek zorunda kalacak. Bahsettiğimiz yeni siyasal iklim, kimlik siyaseti yapan partilere demokratik zeminde meşruiyet iddialarını güçlendirme fırsatı sunacak. Bu fırsat, yalnızca örgüt çizgisindeki partiler için değil, milliyetçi, muhafazakâr ya da seküler kimlik siyaseti yapan aktörler için de geçerlidir. Terörün yokluğu, kimliklerin yeniden tanımlanmasını ve temsil biçimlerinin sivil temelde dönüşmesini zorunlu kılacaktır.

Bahsettiğimiz durum, yalnızca politik pozisyon alma meselesi değil, demokratik siyaset içinde yeni bir kimlik ve dil inşa etme süreci olacaktır. Tüm taraflar için sahici olanla göstermelik ve sembolik olanın ayrışacağı bir döneme girilecek. Dolayısıyla yalnızca merkez partiler değil, ideolojik, etnik ve kimlik temelli siyaseti önceleyen aktörler de bu yeni dönemin gereklilikleriyle yüzleşmek durumunda kalacaklar.

Merkez partilerinin, uzun süredir gerçek siyaset üretmekten uzak durduklarını hepimiz gözlüyoruz. Bu eğilim, yalnızca iktidarda olan partilere değil, uzun süredir merkez siyasette etkili olan tüm partilere yayılmış durumda. Bunun sonucu olarak her partinin farklı zaafları ortaya çıkmaya başladı. Yerel hizmetler, sosyal yardımlar ve geleneksel değerler üzerinden siyasal aidiyet kuran ancak demokratik dönüşüm, özgürlükler ve çok kültürlülük gibi konularda zayıf olanlar… Şehirli ve seküler seçmenlere hitap etmekte başarılı olan ama yeni bir ekonomik vizyon ya da kapsayıcı bir kimlik politikası inşa etmede henüz yeterli derinliğe ulaşamayan partiler… Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Aslında bu durumun ortaya çıkmasında, siyasi partilerin sahici politik mücadele yerine, ‘etkinlik’ odaklı faaliyetleri tercih etmelerinin de etkili olduğu söylenebilir.

Steril Seçmen ve Vizyon Sorunu

Ülkedeki siyasal mücadele dikkatlice incelenirse, seçmen davranışının da giderek sterilleştiği görülür. Steril seçmen, siyasal tercihini büyük ölçüde kimliksel aidiyetler üzerinden belirleyen ve siyasal içerikten ziyade sembolik temsiliyeti önceleyen bir profil olarak ortaya çıkıyor. Bu durum, partiler açısından hesap verebilirlik ve politik yenilenme baskısını azaltır. Bu ise partilerin kendilerini sorgulamasını ve sahici politik mücadelenin tarafı olmalarını kısıtlar. Oysa terörün olmadığı bir siyasal iklimde seçmen, partilerden daha fazla şey talep etmeye başlayacak. Eğitim meselesi, eşit yurttaşlık vizyonu, bölgeler arası kalkınma farklarını giderecek planlar, demokratikleşme hedefleri, medya özgürlüğü, ifade hürriyeti, yargı reformu… Yani, tam demokrasi.

Böyle bir zeminde “hangi faaliyeti yapıyor, beldemize geliyorlar mı” türü değerlendirmeler değil, “ülkeye ilişkin vizyonu ve ne düşündüğü” sorulan bir siyasi partiler düzenine ihtiyaç duyulacak. Siyasi partilerin seçmeni dönüştürmek gibi bir sorumluluğu da var. Seçmenin sadece taleplerini karşılamak değil, aynı zamanda ona daha adil, daha özgür ve daha eşitlikçi bir gelecek hayal ettirmek de siyasal vizyonun parçasıdır. Ve işte bu durum, mevcut partileri en çok zorlayacak bir konuya dönüşecek.

Gerçek Siyasetle Yüzleşme Zamanı

PKK’nın silah bırakması, Türkiye için tarihi bir fırsat olacaktır. Ama bu fırsat, sadece silahların susmasıyla değil, siyasetin konuşmasıyla değerli hale gelecektir. Siyasi partiler ve özellikle merkez partiler için bu, yukarıda bahsettiğimiz konfor alanlarının sona ermesidir. Hiçbir şeyin arkasına saklanmadan, yalnızca faaliyet değil, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren sahici politikalar üretmeleri gerekecek, ki bu yalnızca iktidar partisi için değil, uzun süredir merkezde konumlanan tüm partiler için geçerlidir.

Terörsüz bir Türkiye, siyasi partileri aynanın karşısına oturtacak. Kim vizyoner, kim tepkisel, kim kapsayıcı, kim içe kapalı, kim politika üretiyor, kim sadece konum alıyor sorularına cevap verecek. İşte bu aynaya bakmak cesaret ister. Ama artık aynaya bakmak zorundayız. Çünkü siyaset, sadece terörle mücadele değil, adaletle, refahla, eşitlikle ve ortak bir gelecek vizyonuyla da yapılmak zorunda.

Terörün sona ermesiyle siyasetin bahanesi kalmayacak. Sadece siyasetin değil, medya, akademi ve sivil toplumun da bu yeni döneme hazırlıklı olması gerekiyor. Türkiye’nin kronik meseleleri, artık içi boş tartışmalarla değil, ortak akıl ve ortak zeminle aşılabilir. Şunu çok iyi biliyoruz ki gerçek siyaset, pozisyon almak değil, toplumun tüm renklerini taşıyabilecek bir gelecek inşa etmeyi zorunlu kılmaktadır.

Belki de Türkiye ilk kez terörle değil fikirle, korkuyla değil umutla, baskıyla değil toplumsal mutabakatla siyaset yapma eşiğine geliyor. Bu eşik, sadece siyasi partilerin değil, hepimizin eşiğidir.

kaynak: perspektifonline.com