Tercüme: Ali Karakuş
25 Kasım 2024, Yuen Yuen Ang*
“Çoklu kriz” terimi, 2020’lerin moda kelimesi haline geldi. Kavram küresel ısınmadan pandemilere, aşırı eşitsizlikten demokratik aşınım ve silahlı çatışmalara kadar insanlığın bugün karşı karşıya olduğu tehditlerin birbirine bağlı doğasına atıfta bulunuyor. Bu sorunlara sunulan çok az çözüm önerisinin aksine uzmanlar ve politika yapıcılar bu krizler birleşimine büyük oranda korku ve çaresizlikle tepki verdiler.
Çoklu krize verilen tipik tepkilerden biri; pek çok problemimizden dolayı yakınmak, dünyanın nasıl çökebileceğini tasvir eden süslü diyagramlar çizmek ve muğlâk bir şekilde, “korkunç bir gelecek” öngörülerine rağmen amacın kaderci bir bakış açısı sunmak olmadığı sonucuna varmak şeklindedir.
Alt üst olmuş bir dünyanın sistemsel değişikliklere ihtiyaç duyduğundan çok az şüphe edilmesine karşın seçkin kuruluşlar ve bağışçılar sorunun bir bölümünü çözen yani parçacı çözüm önerilerini ödüllendiriyorlar. 2019’da Nobel Ekonomi Ödülü, küresel yoksulluğu her seferinde bir mikro müdahaleyle çözülebilecek “daha küçük, daha yönetilebilir” sorunlara ayırma yöntemlerini öneren üç ekonomiste verildi.
Çoklu kriz hakkında yapılan tartışmaların genellikle çözümlere değil bir çıkmaza girmesinin nedeni açıktır: bu sorunları konuşanların, bizi bu krizlere sokan en başat nedenin endüstriyel-kolonyal paradigma olduğunu kabul etme konusunda ikna olmamış olmalarıdır.
Çoklu kriz konusunda uyarıda bulunan Dünya Ekonomik Forumu, zengin dünyanın elitlerinin uykularını kaçıran “En Önemli On Riski” sıraladı. Bu çerçeve, endüstriyel zihniyetin “risk” (potansiyel bir gelecek sorunu) ve kontrol anlayışını pekiştiriyor. Ancak karşı karşıya olduğumuz şey, riskten farklı bir kavram olan belirsizliktir (iyi ya da kötü olabilecek bilinmeyen olasılıklar) – ve bu durum korkuyu ve çaresizliği değil, uyum ve öğrenmeyi motive etmelidir.
Aynı şekilde, bu zihniyetten kaynaklanan geleneksel anlayışın; elitist, Batı merkezli doğası göz önüne alındığında, bu anlayışın savunucuları, seçkin olmayanlardan ve Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki yerlerde ortaya çıkan çözümleri hayal dahi edemiyorlar. Çin yenilenebilir enerjide dünyaya liderlik ediyor. Afrikalı firmalar sınırlı kaynaklarla “gözetim altında dahi yenilik” yapıyorlar. Yerli aktivistler, sömürücü kapitalizm mantığını, karşılıklılık değeriyle değiştirerek zarar görmüş ekolojik ve sosyal sistemleri iyileştirmenin yollarını gösteriyorlar.
Ortodoks kalkınma düşüncesinde, İngiltere’deki Sanayi Devrimi ile başlayan dönem, daha önce hayal bile edilemeyen düzeylerde milyarlarca insanın yaşam standartlarını yükselten bir İlerleme Çağı olarak görülür. Ancak modern bilim ve teknolojinin tüm övgüye değer başarılarına rağmen, “ilerleme”nin ne olduğu tanımlanmalıdır. Her şeye rağmen bir cennette değiliz ve hem sanayileşme (insanın doğa üzerindeki hakimiyeti) hem de sömürgecilik (Batı’nın diğer herkes üzerindeki hakimiyeti) ile tanımlanan bir Hakimiyet Çağı’nın mirasçılarıyız.
Çoklu krizler, küresel elitlere korku aşılıyor çünkü hem bu güçlerin hem de onların arkasındaki zihinsel modellerin sınırlılığını ortaya koyuyorlar. Sanayileşme, Esther Duflo’nun (2019 Nobel ödüllü ekonomistlerden biri) “makine gibi düşünmek” olarak adlandırdığı mekanik bir dünya görüşünü teşvik etti. Bu şekilde bakıldığında, karmaşık, dinamik doğal ve sosyal sistemlere bile mekanik nesneler (bir ekmek kızartma makinesi gibi) muamelesi yapılır; bu da sonuçların yalnızca “makineyi çalıştıracak düğme” (sorunun tekil temel nedeni) bulunarak belirlenebileceği anlamına gelir. Karmaşık sistemlerin (ormanlar gibi) doğasında bulunan uyarlanabilir, çok nedenli hususiyetler, temizlenmesi gereken sinir bozucu komplikasyonlar olarak kabul edilir.
Makine modu düşünce tarzı, tarıma uygulandığında, üretim, tekdüzelik ve verimlilik yoluyla arttırıldı; ancak uzun vadede biyolojik çeşitliliğin kaybı ve zararlı kimyasalların aşırı kullanımı, küresel ısınmayı hızlandıran yaygın “orman ölümleri” dahil olmak üzere ciddi ekolojik zararlara neden oldu. Aslında, iklim krizi, doğayı basit mekanik modellere indirgememizin mümkün olmadığını hatırlatan nihai hatırlatıcıdır.
Sömürgeci dünya görüşü mekanik zihniyetle el ele gider. Resmi koloniler artık var olmasa da, küresel kurumlar onların olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Yirminci yüzyıl, Amerikalıların ve Avrupalıların küresel düzenin kurallarını tasarlamada ve entelektüel kanunları belirlemede tekel gücü kullandığı bir Batı hâkimiyeti dönemiydi. Kalkınma çevrelerinde, Batılı kapitalist demokrasilerin insan evriminin nihai noktası olduğu ve dünyanın geri kalanının ise sadece bu demokrasilere “yetişmeye” ve kurallarını özümsemeye ihtiyaç duyduğu varsayımı tek hakim faraziyeydi.
Bu tür bir asimilasyon, Dünya Bankası gibi Batı liderliğindeki uluslararası kuruluşlar tarafından desteklenen tek tip “iyi yönetişim” reformlarıyla organize edildi. Ancak, sanayi tarımı yoluyla ormanları tek tipleştirmenin onların çeşitliliğini ve dayanıklılığını yok ettiği gibi, ekonomist Lant Pritchett ve sosyolog Michael Woolcock’a göre, “belirli bir ‘Danimarka’nın organizasyonel formlarını basitçe taklit etmek (veya sömürge mirası yoluyla benimsemek) aslında kalkınmakta olan ülkelerde karşılaşılan derin sorunların temel nedenidir.”
Yeni bir düşünce, araştırma ve eylem için üç fırsat görüyorum. İlk olarak, makine modu düşüncesini “uyarlanabilir bir siyasi ekonomi” paradigmasıyla değiştirmeliyiz. Bu yaklaşım, doğal ve sosyal dünyaların tost makinesi gibi karmaşıklaştırılmış objeler değil ormanlar gibi karmaşık sistemler olduğu temel gerçeğini kabul eder. Karmaşık sistemler, ortaya çıkan daha büyük bir düzen bağlamında sürekli olarak uyum sağlayan, öğrenen ve birbiriyle bağlantı kuran birçok hareketli parçadan oluşur. Böyle sistemlere mekanik modeller dayatmak yanıltıcıdır, hatta yıkıcı olabilir.
Özellikle Küresel Güney’de olmak üzere, karmaşık sistemlerin nasıl çalıştığını incelemek, makine fetişizminin ve Batı’nın büyümesine ilişkin içinden çıkılmaz efsanelerin çarpıttığı bir dünyada yeni anlayışlar ve çözümler elde etmemize yardımcı olabilir. Çin ve Nijerya’da ekonomik kalkınmayı doğrusal olmayan (eş-evrimsel) bir süreç olarak inceleyen kendi çalışmalarım, kalkınmanın erken aşamasına uygun kurumların genellikle olgun ekonomilere uygun olanlardan farklı göründüğünü ve işlediğini ortaya koyuyor. İnsanlar, ancak ve ancak ana akım ekonomide baş tacı edilen tek tip çözüme bağlı kalmadıkları takdirde, normatif olarak “zayıf” kurumları yeni pazarlar oluşturmak için yeniden düzenleyebilir.
İkincisi, uyarlanabilir bir paradigma kapsayıcı olmalı ve ahlaki bir boyut içermelidir. Bu, sömürgeci asimilasyon mantığını “elindekini kullan” özdeyişiyle değiştirmek anlamına gelir. Gelişmekte olan ülkelerde insanlar, her gün ellerinde olanı yaratıcı bir şekilde kullanarak sorunları çözmek için doğaçlama yapıyorlar. Çiftçi Aba Hawi, toprağı yeniden canlandırmak için geçmişte kullanılan geleneksel koruma tekniklerini yeniden canlandırarak Etiyopya’da yeni bir toplumsal harekete ilham verdi. Benzer şekilde, Çin’in 1980’lerden bu yana kalkınması, Mao döneminde feci şekilde başarısız olan yukarıdan aşağıya planlamadan ziyade, “yönlendirilmiş doğaçlama”nın bir sonucuydu.
Üçüncüsü, yirmi birinci yüzyılda hükümetler, sınırsız piyasa ekonomileri ile komuta-kontrol ekonomileri arasındaki iki uç arasında gidip gelmek yerine, uyarlanabilir süreçleri yönlendirilmelidirler. Bu, merkezi olmayan bir aktörler ağını koordine etmeyi ve motive etmeyi, başarılı sonuçları önceden belirlemek yerine keşfetmeyi ve geleneksel sanayi politikalarının kapsamını aşan deneme ve tabandan gelen geri bildirimlerden bolca yararlanmayı içerir.
“Çoklu kriz,” yalnızca mekanik ve sömürgeci düşüncenin eski düzenine bağlı olanlar için sersemletici bir etkiye sahiptir. Çoklu kriz, söz konusu eski düzene bağlı olmayanlar için ise; kalkınma, çözümlerin kaynakları ve devletin rolleri hakkındaki anlayışımızı tersine çevirecek yeni paradigmaları mümkün kılmak için “çoklu fırsat” sunmaktadır.
*Yuen Yuen Ang
2010’dan beri Project Syndicate için yazıyor.
Yuen Yuen Ang, Johns Hopkins Üniversitesi’nde Siyasi Ekonomi Profesörüdür ve How China Escaped the Poverty Trap (Cornell University Press, 2016) ve China’s Gilded Age (Cambridge University Press, 2020) kitaplarının yazarıdır.