PKK, Kimin Silahını Bıraksın?

Londra’nın sisli bir sabahında bir taksiye binmiştik. Tesadüf, şoför Urfalı çıktı. 10 yıldır buradaymış, çoluk çocuk Londra’ya yerleşmişler. Bir süre özel şoförlük yapmış. Sonra meşhur kara taksi şoförlüğü için sınavlara girip kazanmış. Çok zor bir sınavmış, bütün Londra’yı canlı bir navigasyon gibi ezberlemek gerekiyormuş. Yol uzundu, trafikte vardı ve işine aşık Urfalı şoförümüzü dinliyorduk. Derken ‘abi Türkiye’de neler oluyor, ben pek takip etmiyorum. Dün bir müşterimden azar işittim, dedi. Açılım veya çözüm süreci zamanıydı. Ne azarı, hayırdır, Türkiye’yle ne alakası var derken, anlatmaya başladı: ‘Birkaç yıldır her gün evinden alıp işyerine götürdüğüm zengin bir Yunan müşterim var. Beni çok sever, bende Yorgo amca derim ona, çok iyi bir adam. Her sabah sohbet ederdik. Dün biraz asabiydi. Elinde her sabah aldığı gazetelerle geçip oturdu, gazeteleri karıştırdı. Yine trafik vardı, pek konuşmuyordu, sonra birden elindeki gazeteleri dürüp aramızdaki cama vurmaya başladı, siz ne yapıyorsunuz, kime sordunuz, nasıl silah bırakırsınız diye? Hem vurup hem öfkeyle bağırıyordu. Ben ne olduğunu anlamadım. Yorgo amca, ne oldu, bir kusur mu işledim dedim. Daha ne olsun dedi, öfkeyle, silah bırakıyormuşsunuz, ulan bu silahları biz verdik, bize sormadan nasıl bırakırsınız? Kimin silahını bırakıyorsunuz lan? Dedi. Ben hala anlamamıştım. O beyefendi amca hiç böyle argo konuşmazdı. Ne silahı amca kim nereye bırakıyormuş, dedim. Elindeki gazetelerden birini açıp bir haber gösterdi. PKK ile çözüm anlaşması, silah bırakma ve Apo’nun bir açıklamasından bahsediyordu. Meğer Yorgo amca bundan bahsediyormuş. Hiç ilgilenmediğim siyasi konulardı ve gerçekten bir şeyden haberim yoktu. Trafik yavaşladığında dönüp dedim ki, amca valla benim bir ilgim yok o konularla, ekmeğimin peşindeyim, bana niye kızıyorsun ki? Öfkeyle bağırdı, ne demek ilgin yok, Kürt değil misin, Kürt’sün diye seni seçmiştim, yıllarca verdiğimiz desteği götürüp Türklere sattınız, artık bir daha sen gelme. Başka bir şoför bulacağım, dedi. İşyerine kadar bir daha konuşmadı ve sonra aynı öfkeyle selam bile vermeden parasını ödeyip indi gitti. O değil de abi dedi bizim şoför, ‘bu Yunanlara ne oluyor anlamadım. Kürtleri bu kadar sevdiklerini de bilmiyordum’. Bizim Urfalı cidden bayağı saftı, daha doğrusu temiz bir Anadolu çocuğuydu. Yorgo amcasından yediği fırçadan sadece iyi bir müşteriyi kaybetmenin üzüntüsü kalmıştı.

Yorgo amca gibi, aynı yaşlarda bir Ermeni amcayla Ermenistan’da yaşadığım bir muhabbeti hatırlamıştım. Erivan sanat pazarında resim yapıp satıyordu. Vanlı bir ailenin Erivan’a göçmüş tek çocuğuydu. Kevork amca, Türkiye’den geldiğimizi öğrenince özel bir ilgi gösterdi, çocuklarını çağırıp tanıştırdı, eskilerden anlatıyordu, sonra bizi evine davet etti. Yozgatlı eşi, bize nefis Yozgat yemekleri yapmıştı. Tam bir Anadolu ailesiydi ve Erivan’da olduğumuzu unutmuştuk. Kevork amcanın kütüphanesinde Abdullah Öcalan’ın kitapları da vardı. Biraz takılmak için, amca bakıyorum bir Kürt’ün kitaplarını okuyorsun, dedim. Güldü, yahu ne diyor, ne savunuyor, merak etmiştim bir ara, dedi. Bizimkileri de doldurdu örgüte, bakalım nereye uçuracak, dedi. Kim sizinkiler dedim, safça, yahu bizim eski köyler, dedi. ‘Onların bir kısmı işte. Bazıları otobüslere dolup Erivan’a geliyorlar arada, kilisede vaftiz olmak için. Bizim aslımız Ermeni’ymiş diyorlar. En son bizim papazlar kızdı, Türkiye’yi kızdıracaksınız bir daha gelmeyin’ dedi. Şimdi kesildi. Bir de Ezidiler geliyor buraya. Kürtlerden boşalan köylere yerleşmişler. Onlarda gelirken Kürt’üz diyor burada Ezidiyiz diyorlar’. Kevork amca, anlatıp duruyordu. Gelin size Ararat’ı göstereyim dedi. Oğlunun arabasına doluşup Ağrı dağına doğru gidiyorduk. Erivan’ın her yerinde, her meydanda, anıtta, büyük binada hatta elektrik direklerinde 1915 yazıyordu. Yol boyu sohbet ederken, bir ara, Kevork amca, dedim, çekinerek, bir şey sorabilir miyim, buyur dedi. Her yerde 1915 yazısı görüyorum. Türkiye Ermeni açılımı başlattı, Abdullah gül buraya geldi, Erdoğan ‘acımız ortak, bu husumeti bitirelim’, dedi. Nasıl bitecek bu 1915, dedim. Önce dönüp yola baktı, uzun uzun, sonra bana döndü ve Mehmet emin Yurdakul’un ‘Bırak beni haykırayım’ şiirini, tane tane ve vurgulayarak okudu. *

Sonra yüzünü çevirdi ve sustu. Gidene kadarda konuşmadı. Bende sustum. Ağrı dağını seyredip, Ermeni mitolojisindeki yerini anlattı oğlu. Nuh’un gemiden inen ilk nesli Ermenilermiş ve Ararat, onların kutsal dağıymış. Kevork amcayla dönene kadar bu mevzulara girmedik. Ama oğlu, ‘bizim yaşlılar için bu konu kapanmaz bir yaradır, dedi.

Kapanmaz bir başka yara ile Paris’te karşılaşmıştım. Bir metro durağından çıkışta İstanbul kebap yazan bir lokanta görünce hemen dalmıştık. İstanbul’dan geldik deyince hem sahipleri hem garsonlar güler yüzle özel bir ilgi göstermişlerdi. Allah var, kebapları da nefisti. Biraz muhabbet sonrası lokantanın sahiplerinin Mardin’den göçme Keldani bir aile olduğunu öğrendik. Garsonlar ise Mardin, Diyarbakır ve Şırnaklı Kürt gençlerdi. Bize çok yardımcı oldular. Hatta Diyarbakırlı genç izin alıp bizi birkaç yere rehber gibi götürdü. Sanırım dağdan buraya kaçmıştı. Namaz kılıyordu. O günde annesinin ruhu için oruç adamıştı ve oruçluydu. Patronlarından memnundu. ‘Burada çoğu işyeri Ermeni, Keldani veya Süryanilerin, dedi. Bize sahip çıkıyorlar. İş veriyorlar, oturum vb işlerimizi de hallediyorlar, bizim Hristiyanlara-Süryani, Keldani ve Ermenilere Fransa özel davranıyor, bir çok imkan veriyor abi’, dedi. Ertesi gün yine uğradığımızda lokantanın sahipleriyle sohbet etmiştik. Küçük kardeşi heyecanlı bir şekilde Keldaniliği anlattı. Arada, ‘Kürtler barbar, Türkler yağmacı, Araplar çöl maymunu’ gibi cümleler serpiştiriyor, sonra toparlayıp, ‘aslında hepimiz Keldaniyiz, hepimiz Hz. İbrahim evladıyız’ yani, diyordu. Hızını alamayıp, ‘Müslümanlık ve Yahudilik yakında bitecek, herkes Keldani olacak’, dedi. Araya girip, niye Türkleri, Kürtleri, Arapları sevmiyorsun dedim. Boş bulundum. Başladı bin yılın tarihini anlattı. Arapların, Kürtlerin, Türklerin bin yıldır Keldanileri, Asurileri, Süryanileri, Ezidileri nasıl kestiğini, ne zulümler işlediklerini, soykırım yaptıklarını anlattı. Ezberlemiş gibi kesintisiz konuşuyordu. Sabırla dinledik. En son, işte böyle abicim, dedi, bizim yara derin ve asla kapanmayacak.

Yara derindi. Nereye gitsek başka bir derin yarayla yüzleşiyorduk. Bulgaristan’da, rehberimiz Bulgar göçmeni bir arkadaştı, o anlatmıştı. 1988 yılında o zamanki komünist Todor Jivkov rejimi birdenbire Bulgaristan Türklerine düşmanlığa başlamış, Türkçeyi yasaklamış, Türk isimlerini değiştirmeye Bulgar isimleri almaya zorlamıştı. O tarihe kadar bir arada yaşayan hatta karma evlilikler yapan Türk azınlık ne olduğunu anlamadan sürgüne gönderilme veya Belene gibi kamplara alınma seçeneği ile karşı karşıya kalmıştı. İşte o arkadaşta bu dönemde Türkiye’ye gelmek zorunda kalan yüzbinlerce Türk’ten biriydi. Daha çocukmuş o zamanlar. ‘Aynı apartmanda oturduğumuz Bulgar bir aile vardı. Annem eşiyle, ben çocuklarıyla arkadaştım. Hiçbir sorunumuz yoktu, diye anlatmıştı. ‘O kadar yakındık ki, bir birimizin evine teklifsiz girerdik, babalarımızda aynı okul mezunu yakın dosttu. Jivkov’un bu politikası başlayınca biz çocuktuk ama büyükler biraz tedirgin olmuşlardı. Yine de hayatımıza devam ediyor, komşularımızda aynı şekilde yaşıyorduk. Bir akşam, haberlerde Türkçe yasağı ilan edildi ve artık Türkçe isimlerin kullanılamayacağı, herkesin Bulgar ismi alması gerektiği söyleniyordu. Sofradaydık ve annemle babam şaşkınlıkla haber dinliyordu. Biraz sonra kapı zili çaldı, ben koşup açtım. Karşı komşumuz Todor amcaydı. Elinde bir tüfek var-abartmıyorum gerçekten bir tüfek vardı- diye vurguladı arkadaş. Bende buyur amca içeri gel dedim. Sertçe babanı çağır çabuk dedi. Onu hiç böyle görmemiştim. Biraz korkuyla babamı çağırdım. O da Todor’u görünce her zamanki samimiyetle oo komşu buyur gel dedi. Todor amca, tüfeğini bize doğrultmuştu, sertçe, ‘gelmeyeceğim, bana bak Jivkof’u dinledin, şu zildeki ismini hemen kaldır. Yarından itibaren de bütün ailenin isimlerini değiştir. Yoksa kötü olur, ona göre’, dedi ve babamın cevabını bile dinlemeden dönüp karşıdaki evine girdi. Kapıyı sertçe çarptı. Babam annem kardeşlerim kapıda öyle kalmıştık. Şaka mıydı bu, Todor amca bu saçma kararla böyle dalgamı geçiyordu. Babam şakadır dedi. Ama ertesi gün ve sonraki günler, şaka olmadığını anlamıştık. Todor amca da apartmandaki diğer Bulgar komşular da mahalledekiler de birden tavır almış ve o yılların iç içe geçmiş komşuluklarını dostluklarını bir kenara bırakıp açıktan düşmanca davranmaya başlamıştı. İhbar edenler, bizzat tehdit edenler, selamı kesenler giderek artıyordu. Ben çocuktum ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ama büyüklerimizdeki şaşkınlık ve korkuyu asla unutmayacağım. Yılların tanıdığı dostu arkadaşı komşusu hatta akrabası olan bu insanların bir gecede bu kadar sert ve kindar bir tavra bürünmesini de hala anlamış değilim. Sürekli Osmanlının öcünü alacağız diyorlardı. Biz Osmanlıyı unutmuştuk oysa, o gece yüreğimde açılan yarayı ise hala unutmuyorum…

Böyle anlatmıştı arkadaş. Ailece İstanbul’a yerleşmişler ve bizim arkadaşta bu çocukluk travmasıyla okulda en çok Türkçe derslerine önem vermiş sonunda üniversite tercihini de Türk dili ve edebiyatı bölümünü seçmiş. Mezun olunca 1990’larda askere gitmiş. Şırnak’ta yedek subay olarak askerlik yapmış.  Bir gün askerlik anılarını anlatırken, kulağıma eğilip fısıltıyla, ‘çok Kürt öldürdük’ demişti. Ben de ‘nasıl yani?’ dedim. ‘Askerde birçok operasyona katıldım. Kürt öldürüp kulaklarını kesiyorduk, komutanlar bizi ödüllendiriyordu’ dedi. Bende kendisinin Todor amcasının karşısındaki şaşkınlığı gibi, ‘ne diyorsun sen, Kürt öldürmek ne demek, PKK’lı desene’ dedim. Yok dedi, ‘o bölgeyi iyi bilirim, hepsi PKK’lı, zaten Türkçe bile bilmiyorlar’, dedi. Bende kendi hikayesini hatırlattım, bizim devlette aynı Bulgar devleti gibi oradaki insanların Kürdüm demesini, anadilleri olan Kürtçe konuşmasını yasaklamış, o örgüt işte bu bahaneyle dağa çıkmış, bilmiyor musun dedim. Ne alakası var dedi. Hiçbir alaka kurmamıştı. Türkçe dışında bir dil konuşmak, anadilini konuşmak ve Türkçe öğrenmemek, öldürmek için geçerli bir nedendi ve asla empati yapmamıştı. En iyi Kürt ölü Kürt’tü ve bunun dışında bir cümle duymak bile istemiyordu. Hatta Bulgarlara bile bu kadar kin duymuyordu. ‘Ben Atatürkçüyüm arkadaş, Atatürk’ün bize emanet ettiği vatanı böldürmeyiz, demişti. Atatürk’ten Balkanlı hemşerisi gibi bahsediyordu ve vatan da bu hemşerilerin kendi başlarına kurtarıp kurduğu sadece onlara ait tapulu bir bahçeydi. Ne Anadolu’dan ne Ortadoğu’dan, ne milli mücadeleden ne de Cumhuriyetin nasıl kurulduğundan haberi vardı. daha doğrusu kendisine ezberletilmiş olanı hiç sorgulamamıştı. Kendisine kucak açmış bir ülkeyi ve milleti sahiplenirken, boğmaya-bölmeye çalıştığının farkında değildi. Todor Jivkov, sadece Türkçeyi yasaklamamış, Türk gibi düşünmeyi de yasaklamıştı. Bir başkasının doğuştan gelen özelliklerini yasaklamak bir yana bunu düşünmek bile, hiçbir Türkün aklına gelmezdi. Ki, bunu yine aynı günlerde o arkadaşın tercümanlığında bir kafede emekli bir Bulgar polisi söylemişti. Yan masadan bizi biraz süzdükten sonra Türkiyeden mi geldiniz?, demişti. Evet deyince, ‘keşke siz buralara bir daha gelseniz, dedi. ‘Osmanlı bizim ne dinimize ne dilimize karışmadı, Türkler sayesinde kimliğimizi yüzyıllarca koruduk. Sonra Ruslar bizi komünist yaptı dinimizden etti, şimdi de Avrupalılar bizi bütün kültürümüzü siliyor, Dedelerimiz halt etmiş Osmanlıya isyan edip Türkleri kovmuş ‘ dedi. Bulgar göçmeni tercümanımız gururla çeviriyordu, en son, işte dedim, sana bunu anlatmaya çalışıyordum, Türklük, başka bir kimliği koruduğu ve adaletle yönettiği için tarihte var oldu. Bu istidadını terk edince senin gibi, istediği kadar Türküm desin, Türk olamıyor.’ Arkadaş yine anlamadı tabi. Kemalist zehir, tabii Türk olana değil, müslümanım ve osmanlıyım dememek için uydurduğu tuhaf bir ‘Türküm diyene’ başka bir gömlek giydirmiş ve giymeyenleri yok etmeyi devlete varlık ve beka siyaseti diye yedirmişti. Varlık ve beka, bu nedenle hep tehdit altına girmişti.

Aynı sonuçsuz tartışmayı İsviçre’de bir Türk kahvesinde tesadüfen tanışıp lafladığım bir PKK’lıyla da yaşamıştım. ‘ne mutlu Türküm diyene, yerine o da ne mutlu Kürdüm diyordu. Aynı köke yabancılaşmışlık, aynı yapay kimlik gömleği, aynı idraksizlikti karşımdaki. Doğal kimliklerin isimleri birer put kavramlara indirgenmiş ve bu kelimelere tapan etnikçi bir cahiliye kuşağı yaratılmıştı. ‘İşgalci TC Kürdistanı yüzyıllardır sömürgeleştirmiş, Kürtlere soykırım uygulamış, Kürtlerde kendi vatanlarını işgalcilere karşı savunuyormuş. Dört parçalı Kürdistan’da, sömürgeci Türk, Arap ve Acem emperyalistlere karşı ulusal kurtuluş savaşı verip birleşik büyük Kürdistan kurulana kadar savaş sürecekmiş. Kürtler, Sümerlerden beri Kürdistan’ın sahibiymiş. 60 milyon devletsiz Kürt varmış. Hem yüzyıllardır hakları gasp edilmiş, ezilmişler, hem de daima onurla direnen asil savaşçılarmış’. Sabırla dinlemiştim. Müthiş konforlu bir hikayeydi. Her şeyi bir çırpıda açıklıyordu. Batılı dergilerin kapağında son derece yakışıklı Kürt gençleri ve güzel Kürt kızlarının gerilla kıyafetli silahlı dağ kartalı resimleri gibiydi. İnsanın bir koşu dağa çıkası geliyordu. Bulgar göçmeni arkadaş gibi, bu da Kürtlerden yaşadığı her yerin tapulu sahipleri gibi bahsediyordu. Osmanlı tarlasının mirasını paylaşırken kendilerine kardeşlerinin kazık atıp haklarını yediğini anlatıyordu sanki. Mevzuyu Kürtlere dönük inkâr-asimilasyon ve baskılardan buralara kadar getirmişti. ‘Bir cetvel al da Kürtlerin paylarını ayır istersen dedim. Ama bak size düşmeyen tarlalara bir daha girmek yok ona göre.. Ha birde ilerde çocuklarımız tercüman vasıtasıyla konuşacaksa tercüme parası sizden ha, dedim. Savunduğu hiçbir şeyin mantıki sonuçlarını düşünmemişti. Zaten en son Stalin’in ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ve İsmail Beşikçi kitapları okumuştu.

Sohbet ilerledikçe daha normal mevzulara dalmıştık. İsviçre’de, Kürt olarak zulüm gördüğü için iltica hakkı kazanmış. Karşılığında İsviçre polisine bazan yardımcı oluyormuş. Özellikle uyuşturucu mafyasının kontrolü işlerinde. Davaları düşünce Türkiye’de yatırım yapmış. Bodrumda yazlığı varmış. Yazları tatile geliyormuş. Çocuklarını özel okulda okutuyormuş. Fiyatlar çok pahalıymış. Eşi çok para harcıyormuş. Bu yaz tatile başka yere gitmek istiyormuş. Annesi çok dindarmış, niye namaz kılmıyorsun, içki içiyorsun diye her gördüğünde kızıyormuş. Türkiye’ye her geldiğinde köyüne gidip nostalji yapıyormuş. Belki bir ev yaptırırmış. Avrupa artık yaşanmaz olmuş. Çocuklar oyun bağımlısıymış. Ellerinden telefon düşmüyormuş. Normal hayatın sorunlarına gelince gayet rasyonel olan arkadaş, on yıllar boyu dört koldan üretilip ezberletilen hayali Kürdistan mevzularında irrasyonelleşiyor, asla konuşulamaz biri oluyordu. Gerçek dünyada olmayacak hedefler için ve belki olmayacağını hissettiği için, fantezi dünyasında devlet kurup bütün detaylarıyla, tarihiyle, kültürüyle, siyasetiyle yönetiyordu. Herkesin devleti var bizim niye yok? Diyordu. ‘Türkiye, herkesin devleti zaten, Kimimiz tarihte yer alamamanın, kimimiz de tarihteki yeri elinden alınmış olmanın ıstırabını çekiyor’ dedim. Tabii ki anlamadı.

Bir tür yapay zekayla beyninde bir Kürdistan kurmuş, Türkiye’yle Suriye’yle Irakla Batıyla İsrail’le İran’la Rusya’yla ilişkilerini tartışıyordu. Konuşacak reel bir zeminimiz yoktu. Bu kendi içine kapanıp kendi kurgularıyla sürekli kendini doğrulayıp duran totolojik dilemmayı, İrlanda’da bir eski İRA liderine sormuştum. Siz bu totolojiden nasıl çıktınız, yüz yıllık bir direnişi nasıl bıraktınız, silahları ne yaptınız, demiştim. 1981’de cezaevinde ölüm orucu direnişinde ölen Boby Sands’ın arkadaşıydı ve o da direnişe katılmıştı. İngiliz devletiyle müzakereleri yürüten heyette yer almıştı ve şimdi cezaevinden çıkan militanların rehabilitasyonuyla ilgili çalışmalar yapıyordu. ‘Savaş, amaç değildir, demişti sakince, ‘savaş politikanın aracıdır. Silah başka çare kalmayınca ele alınır. Başka yollar açılırsa silah, çözümlere bu defa engel olur. Yani derdiniz çözümse bu böyledir.’ Sonra Meksika Sandinistalar, Kolombiya ELN ve İspanya ETA deneyimlerinden bahsetmişti. Soruyu neden sorduğumu anlamış gibiydi devam etti: ‘sizin Kürt meselesini silahsız çözmeniz lazım. Silah, sadece tutanları değil, gelecek nesilleri de zehirliyor. Biz şu an hala bu sonuçlarla uğraşıyoruz. Devletiniz de örgütte milliyetçiliği bırakmalı. Özgürlük ve demokrasi, bir toplum için milliyetçilikten daha güçlü ilaçlardır. Böyle bir iklim oluşursa katı olan her şey buharlaşır. Kelimeler, silah seslerinden daha iyi bir konuşma aracıdır.’

Bir İRA militanından bizim zaten mayamızda olan bu basit nasihatleri dinlemek zorunda kalmak zoruma gitse de, İsviçre’deki çaresizliğim aklıma gelmiş, belki bu basit formüller, katılaşmış ruhları, kilitlenmiş düğümleri çözer, diye düşünmüştüm. Yasak böler, özgürlük bütünleştirir. Ama eğer devleti gaspedip elinize tutuşturulmuş farnkofon formüllerle yeni bir ulus yaratmaya kalkar, ona da özenle islamdan ve tarihten arındırılmış, kendi etno dinsel dönme yaşam tarzını Türk kimliği diye dayatırsanız, bu gömlek işte böyle dar gelir ve bizim gibilerde bu saçmalığın karşıtını da böyle ürettiği ırkçı cahiliye artıklarına makul sözler anlatmaya çalışır. Ömrümüz, bunların paranteze alıp tükettiği sorunlar yumağıyla geçti.

Cemil Meriç geldi aklıma, ‘Bu ülke Fransız ihtilalinden beri su alan bir gemi’, demişti.

‘Batan bir geminin ister serenine tırman, ister küpeştesine yan gel.. Bu ülke 1789’dan beri su alan bir gemi. 1789’da tasfiye edilen yalnız Batı aristokrasileri, yalnız derebeylik nizam-ı içtimaisi değil; 1789 burjuvazinin zaferi, ihtiyar Şark’ın da ölüm çanı.. Asırlarca krallardan baç alan Devlet-i Aliyye’nin mecalsiz avuçlarında fetih kılıcı yok artık, dilenci keşkülü var. Birbirinin gırtlağına sarılacakları mesut günü iple çeken renk, renk insan., ve nihayet çözülüş. Hasta adam hâlâ can çekişiyor.

İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendi kendine düşman insanlar haline geldik Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz. Din ölüm yatağında. İnsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı.

Cemil Meriç/ Jurnal – 1. Cilt

 Cemil Meriç doğru söylüyordu. Nihayetinde milliyetçilik, ulus devlet, ulusların kaderini tayin vb. jargon, Fransız ihtilalinin ürünüydü ve bize yansıması, Osmanlı tarlasında dini-etnik gecekondu devletçikler kurmayla sonuçlandı. Yorgo’nun, Todor’un, Kevork’un ve diğerlerinin o kapanmayan yarası, aslında batılıların gazıyla ihanet edip açtıkları kendi yaralarıydı. Haçlı istilası zamanında olduğu gibi, son haçlı seferi olan Osmanlının parçalandığı zamanlarda ellerine çiçekler, bellerine silahlar alıp İngiliz’i, Fransız’ı, Rus’u karşılamaya koşarken, bin yıl boyunca onlara asla dokunmamış yoksul Müslüman ahalinin o şaşkın, çaresiz, sahipsiz yüreklerinde açtıkları derin bir yaraydı bu. Biz ise bu asıl yaramızı onlar kadar güzel anlatamıyorduk.

Şimdi yine, bu defa Müslüman ve gerçekten saf-temiz bir dindaş-kardeş-yoldaş ahali olan Kürtlerin sırtından yeni bir gecekondu devlet talebi, üstelik hala Osmanlı düşmanı bir motivasyonla kışkırtılıyor. TC’nin Osmanlı sonrası tekrar benzer bir parçalanma yaşanmasın diye adeta baltayla göz ameliyatı yaparak yürüttüğü inkârcı politikalar sonucu çekilen acılar, yapılmış zulümler ise artık bir tövbenin, hatadan dönmenin değil, bu gecekonduyu kurabilmenin meşru gerekçesi durumunda. Oysa, Kürtler adına konuşan, savaşan, Kürtlerin hak-hukukunu silahla savunan her irade, son tahlilde Kürtlerin tarihsel varoluşunu gerçekten Kürtler lehine sağlayacak bir formül değil. Aksine Kürtleri sonsuza kadar kardeşleriyle düşmanlaştırıp, Şii-Alevi-Ermeni kimlikleri gibi, bölgenin yeni bir sorun kaynağı olan azınlığı durumuna düşürmekle sonuçlanabilir.

Bu nedenle yakın tarihte yaşanan onca acı ve çatışmadan ders almak, kapanmayan yeni yaralar açmamak, var olan yaraları da iyileştirmek, daima temel hedef olmalı. Ermeni faciası, İsrail projesi, Suriye’deki Nusayri azınlık diktası gibi deneyimlere Kürtleri de katmak isteyenler belki memnun olabilir ama artık neredeyse homojen bir kabile-örgüt adı gibi kullanılan Kürtler tabirindeki o yabancılaştırıcı-azınlık gettosu düzeyine indirici ifadelerle kurulan her cümlenin, Kürtleri tarihe çıkarmak bir yana, Ortadoğu’nun yeni kurbanı yapma ihtimalinin herkesi ürkütmesi gerekiyor.

PKK isimli örgüt, ister doğuşundaki gizli el, ister sonrasındaki Suriye İran Rusya Fransa organizasyonu, ve isterse bugünkü ABD-İngiltere-İsrail devşirmesi narko terör şebekesi olsun, ister Kürt halkının kendini koruma ve taleplerini direnerek kazanma iradesi olsun, her anlamda finalini yapıp, Kürtlerin sırtından inip, Kürt toplumunu özgür bırakmalı. Bunu, amacına silahlı mücadeleyle ulaşmanın zaferini kutlayarak veya tam ulaşamayıp silahsız devam etmenin bir etabı olarak yapabilir. Her durumda, önce Kürtlerin sırtından inmeli, Kürtler adına konuşma tekelini terk etmeli, bu aşiret ağası edasıyla başkentler arası pazarlıklar yapmak yerine, Kürt halkına normal tüm diğer halklar gibi bireysel toplumsal grupsal çeşitlilik ve harmoni içinde var olmanın yolunu açmalıdır.

Kürt halkına yüklenmiş bütün motivasyon enerjisini artık boşa akıtılan veya yabancı güçlerin tetikçiliğine tahvil edilen bir hayali uluslaşmaya harcamak yerine, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Kafkas ve Balkan halklarının, birer etnik kabileler gibi değil, tek ve çoğulcu bir millet gibi yeniden formatlanıp, Ortadoğu’nun, Avrasya’nın, Afrika’nın ve Avrupa’nın yeniden şekillendiği bir tarihin kurucu dinamiğine çevirecek yeni bir bakış ve yeni bir kavramsal paradigmaya kafa yormak daha mantıklıdır.

Türkiye, evet belki Osmanlının cesedi üzerine kurulmuş zorunlu bir varoluşla bekası adına büyük hatalar yaptı. Ama son tahlilde demokrasi deneyimi, Müslüman kalarak modernleşme, çeşitli vesayet ve iç savaş sınavlarından demokrasiyle çıkıp kansız dönüşebilme rotasıyla, hala bütün Müslüman toplumlar için örnek bir deneyim yaşıyor. Bu deneyimi daha da geliştirmek, derinleştirmek, ilerletmek mümkün ve siyaset zaten silahsız, kavgasız, kansız bir yöntem olarak, bunun için var.

Bazen, insanlar ve toplumlar bazı şeylerin kıymetini kaybedince anlar. Türkiye’nin ve bu ülkeyi var eden bütün dinamiklerin, içinde Kürtlerin de olduğu derin bir tarihsellik ve ortak bir beka mevzusu olduğunu idrak edemeyen, batıdan doğudan mandater arayan her iradenin aslında kendi kendinin mezar kazıcısı olduğu unutulmamalıdır.

PKK, 40 yıldır eline ve beynine sokuşturulmuş birçok silahı aynı anda bırakabilecek mi, bilmiyoruz. 1915’in, 1922’nin, 1925’in, 1937’nin, sürgünlerin, Diyarbakır cezaevinin, boşaltılan köylerin, dışkı yedirmelerin, kulak kesmelerin intikamı için yola çıkıp Anadolu çocuklarını öldürmek, kendi gibi olmayanları katletmek, sivilleri bombalamak, örgüt içi infazlarla binlerce kürdü bile öldürüp sahipsiz mezarlara gömmekten oluşan kanlı bir tarihi var. 1970 lerin sonunda Şam’da Rıfat Esed, Rus subaylar ve Fransız danışmanların mandaterliğinde başlayan, sonra İngiliz, İran, ABD ve İsraille devam eden, hatta Yunan, Ermeni, Sırp, keldani-Süryani vb. Türkiyeyle sorunu olan kim varsa kurduğu vekil düşmanlık ilişkilerine esir olmuş ve yola çıktığı yoldan çıkmış bir örgütü bu oyunun artık bittiğine ikna etmek çok zor. Ama imkansız değil. Çünkü kürt halkının çoğunluğu artık anlamsızlaşmış ve körleşmiş bir örgütün kurtarıcılık vesayetinden suhuletle kurtulmayı bekliyor. devletin uzattığı samimi kardeşlik elini bu defa da ısırmasın diye umutlu bir bekleyiş bu. ‘Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur.’

Bu kirli oyun, kirli savaş sürsün diye, Avrupa’da veya diğer ülkelerde konforlu hayatları pahasına Anadolu çocuklarına gaz veren Kürtçülük istismarcıları ile onlara karşı terörle mücadele bahanesiyle bu taraftan geçinen, devlette meşru bir yer kapan, Kürt düşmanlığıyla Türkçülük yaptığını zanneden bir diğer ırk simsarları ve daha bin bir türlü yılanı çıyanı şeytanıyla zehirledikleri çocuklarımızı, tabii Türk ve tabii kürtlüğün yerine ikame edilmiş seküler ırkçı kimlikçiliğin şerrinden korumak en önemli görevdir.

Bunu kim, nasıl sağlarsa, o tarih yapan gerçek bir vatansever-milletsever irade olacaktır. Kim bir şekilde bozar veya engellerse o bu ülkenin ve bütün milletin kadim düşmanı olarak tarihe geçecektir.

Ancak o zaman artık biz de, Balkanlarda Kafkaslarda Tripoliçede katledilen, Sarıkamış’ta Çanakkale’de Sina çölünde Kutul Amare’de şehit düşen milyonlarca Müslümanın kapanmayan yarasını, Irak’ta Afganistan’da Myanmar’da Keşmir’de Sudan’da Yemen’de Filistin’de Suriye’de Gazze’de katledilen milyonlarca Müslümanın rövanşını, yani kendi yarım kalmış hesaplarımızı görmek için defterleri açar, ilk defa başkalarının dayattığı kirli savaşlar yerine kendi savaşımıza başlarız. Nasıl olsa Müslümanın canını kanını çoluk çocuğunun parçalanmış cesetlerini bizden başka sorun yapan, acıyan, üzülen yok. O halde kendi derdimizi dava edinmekten başka çaremiz yok.

Daha çok işimiz var. Eski çağ ve eski oyunlar bitti. Türk ve Kürt ve Arap Müslümanlar arık Wilson’un Stalin’in Churchill’in, Sykes-Picot’un değil, Selahaddin’in Endülüs’ün Baybars’ın Yavuz’un İdris- Bitlisî’nin nöbetini tutmalı.

PKK isimli örgütün silah bırakması, Kürtlerin değil, gavurun kılıcını bırakması demek. Sonrasında, Kürtlerin eline Yorgo’nun değil, Kürtlerin kendi silahı geçer ve o silahın namlusu artık Türkler ve Araplarla birlikte gerçek düşmanlarına doğrultulur. İşte o zaman Kürt ve Kürdistan, bambaşka bir bağlamda konuşulur, tartışılır hale gelir. Artık ülkemizde ve bölgemizde, sadece Pkk gibi Baas formatlı örgütlerin değil, Suriye’den sonra herhangi bir gavurlaşmış zalim azınlık iktidarının, Şii hilalinin münafık aparatlarının, Gazze’den sonra ise herhangi bir Siyonist devletin var olma veya yaşama ihtimali kalmadı. Yüz yıl önce kaybettiğimiz ne varsa adım adım geri alacağız, açılmış yaralarımızı sara sara ilerleyeceğiz. Bunun idraki, bütün teorilerin, ideolojilerin, politikaların üstündedir.

Kürdün onuru, Türk’ün asabiyesine, Türk’ün bölünme endişesi ise Kürd’ün namusuna ipoteklidir. Aralarına kim etnikçi-ırkçı-türkçükürtçü niyetlerle ‘ve, nokta  veya virgül’ koyarsa, o hepimizin düşmanıdır.

Şimdi Mehmet Emin Yurdakul’un şiirini haykırma zamanıdır:

 

*‘Ben en hakîr bir insanı kardeş sayan bir rûhum;
Bende esîr yaratmayan bir Tanrı’ya îman var;
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar;

Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.

Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et;
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;

Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir,
Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;
Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk! ..’

(Mehmet Emin Yurdakul, Bırak beni haykırayım)