Papa Leo İslam’a Karşı Duracak mı?

Onun aşırı duygusallığı, Avrupa kültürünün ölümüne yol açabilir.

Müslüman göçü Avrupa’yı çalkantıya sürüklerken, bazı Katolik piskoposlar da nihayet bu gerçeği fark etmeye başladı.

Polonyalı Piskopos Antoni Długosz, 13 Temmuz’da şöyle dedi:

“On yıllardır Avrupa’nın İslamlaşması kitlesel göç yoluyla ilerliyor,” ve ekledi: “Yasadışı göçmenler, vardıkları ülkelerde ciddi sorunlar yaratıyor.”

Kazakistan Piskoposu Athanasius Schneider ise Mart ayında çok daha açık konuştu:“Bir istilaya tanıklık ediyoruz. Bunlar mülteci değil. Bu bir istila; Avrupa’nın kitlesel İslamlaşmasıdır.”

Ancak Papa XIV. Leo bambaşka bir boyutta yaşıyor.

“Bir savaş ve adaletsizlikle kararmış dünyada… göçmenler ve mülteciler umudun elçileri olarak duruyor,” dedi Papa Leo 25 Temmuz’da.

“Onların cesareti ve direnci, gözlerimizin görebildiğinin ötesini gören ve onlara çağdaş göç yollarında ölüme meydan okuma gücü veren bir inancın kahramanca tanıklığını sergiliyor.”

Ancak Avrupa özelinde bu yaklaşım, İslam’ın ve birçok mensubunun şiddet içeren, totaliter doğasına karşı bilinçli bir körlüğü ifade ediyor.

Katolik Kilisesi’nin İslam’a yaklaşımı, 20. yüzyılın başlarında yaşamış Fransız akademisyen Louis Massignon’un fikirlerini yansıtır.

Massignon, İslam’ı “Muhammed’le yeniden canlanan İbrahim’in inancı” olarak tanımlamış ve Müslümanların, “İbrahim’in soyundan gelen tek tanrılı dinler arasında eşitlik hakkına sahip olduğunu” ileri sürmüştür.

Fransız Katolik düşünür Alain Besançon, bu yaklaşımın doğurduğu sonuçları şöyle özetler:

“Avrupa’da İslam’a sempatiyle bakan geniş bir literatür oluştu — ve bunun büyük bir kısmı, Massignon’un fikirlerinin etkisindeki Katolik rahiplerin eseridir,” diye yazar.

Besançon, bu tutumu “moderniteye ve bizim liberal, kapitalist, bireyci düzenimize duyulan derin hoşnutsuzlukla” açıklar; bu hoşnutsuzluğu ise Vatikan’ın bizzat kendisinin yansıttığını belirtir.

“Hristiyan Batı’da — özellikle de Avrupa’da — dinî inancın zayıflamasından duyulan endişeyle,” diye yazar Besançon, “Massignon’un savunucuları, Müslümanların dindarlığını hayranlıkla izlemekten kendilerini alamıyor.”

“Nasıl olsa,” diye düşünüyorlar, “hiçbir şeye inanmamaktansa bir şeye inanmak daha iyidir; ve bu Müslümanlar bir şeye inanıyorlarsa, mutlaka bizim inandığımız şeye inanıyor olmalılar.”

Katolik Kilisesi, Massignon’un fikirlerini resmen İkinci Vatikan Konsili’nde kabul etti ve bu görüşler iki resmi belgede yer aldı. Bunlardan biri olan Nostra Aetate, kilisenin Yahudilikle ilişkisine odaklansa da, İslam’a da değindi:

“Kilise, Müslümanlara saygıyla yaklaşır. Onlar tek Tanrı’ya taparlar… İslam’ın kendisiyle bağ kurmaktan mutluluk duyduğu İbrahim gibi, onlar da Tanrı’nın anlaşılmaz hükümlerine dahi tüm kalpleriyle boyun eğmeye çalışırlar. İsa’yı Tanrı olarak tanımasalar da, O’na bir peygamber olarak saygı gösterirler.”

Diğer belge olan Lumen Gentium ise şunu belirtir:

“Kurtuluş planı, Yaratıcı’yı tanıyanları da kapsar. Bu kişiler arasında öncelikli olarak, İbrahim’in inancına bağlı olduklarını ifade eden ve bizimle birlikte tek ve merhametli Tanrı’ya tapan Müslümanlar yer alır.”

Bu ifadeler Katolik Kateşizmi’ne de dâhil edilmiştir.

Ancak Besançon’un “hoşgörülü ekümenizm” (indulgent ecumenicism) olarak tanımladığı bu yaklaşım, yalnızca teorik beyanlarla sınırlı kalmamış; uygulamada da etkisini göstermiştir. II. Jean Paul’un papalığı döneminde, kilise açıkça teslimiyetçi (appeasement) bir politika benimsemiştir.

Katolik piskoposlar, az kullanılan kilise ve okulları Müslüman gruplara satmış; bu yapıların birçoğu camiye dönüştürülmüştür.

Ekim 2006’da Kapuçin Fransisken rahipleri, İtalya’daki İslam Toplulukları ve Kuruluşları Birliği (UCOII) ile anlaşarak, Cenova’daki bir manastırın yanına cami inşa edilmesine destek olmayı kabul etti. Hatta rahipler, caminin temellerinin atılmasına doğrudan yardım ettiler.

Ancak Müslüman Kardeşler’le bağlantılı olan UCOII, “Hristiyanların, Yahudilerin ve Batılıların yanı sıra; kendi kurallarına boyun eğmeyen kadınlar ile diğer Müslümanların da suçlu ilan edildiği, aşırıcı bir Kur’an yorumunu” savunuyor, diye yazdı İslam’dan Katolikliğe geçen gazeteci Magdi Allam, Milano’nun Corriere della Sera gazetesinde.

2006 yılında aynı grup, İslam okullarının ve bankalarının kurulmasını ve ders kitaplarının dinî merciler tarafından denetlenmesini talep etti. UCOII Başkanı Mohamed Nour Dachan, Müslümanların İtalya Anayasası’nı kabul etmesini, terörü kınamasını ve İsrail’in var olma hakkını tanımasını öngören bir belgeyi imzalamayı reddetti.

Yedi ay önce, bir Vatikan kardinali, İtalyan okullarında Katolik din derslerine ayrılan saatlerde Müslüman öğrencilere İslamî din eğitimi verilmesini dahi önermişti.

“Eğer bir okulda 100 Müslüman çocuk varsa, neden kendi dinlerini öğrenmesinler ki?” demişti merhum Kardinal Renato Martino — o dönem Papalık Adalet ve Barış Konseyi’nin başkanıydı.

“Eğer ‘hayır’ dersek ve Hristiyan azınlıkların Müslüman ülkelerde aynı muameleyi görmesini beklersek, biz de onların seviyesine inmiş oluruz.”

2008 yılında İngiltere ve Galler’deki Katolik piskoposlar, Katolik okullarında Müslüman öğrenciler için ibadet odaları tahsis edilmesini ve namazdan önce yapılan ritüel temizlik ihtiyacına göre tuvaletlerin düzenlenmesini talep etti.

Ancak teslimiyetçiliğin en uç örneği Belçika’da yaşandı.

Hükümeti af yasası çıkarmaya zorlamak amacıyla yürütülen bir kampanya kapsamında, Belçika’daki Katolik piskoposlar kiliselerini Müslüman göçmenlerin barınağına dönüştürdü — bu da göçmenleri fiilen işgalci konumuna getirdi.

Mayıs 2006’da Belçika genelinde 30’dan fazla kilise bu amaçla kullanıldı. Yaklaşık 300 Afrikalı, Anvers’teki Magdalena Şapeli’ni işgal etti. Diğer bazı kiliselerde ise 700’e kadar göçmen bulunuyordu.

Brüksel’deki Our Lady of Succor Kilisesi’nde, göçmenler Katolik yardım kuruluşları tarafından sağlanan küçük çadırlarda yaşıyor, Müslüman ibadetlerini yerine getiriyor, kürsünün yakınına bilgisayar masaları kuruyor ve hatta zaman zaman zemini ateşe veriyorlardı.

Anvers’teki Cizvit şapelinde yaşananları anlatan Rahip Herwig Arts, durumu şöyle ifade etti:

“Göçmenler kutsal sunak dolabını (tabernacle) kaldırdılar, yerine televizyon ve radyolar koydular — böylece biz, kendi şapelimizde dua etme ve ayin yapma hakkımızdan mahrum kaldık.”

Ve ardından ekledi:

“Benim için bu mekân artık kutsal değil. Artık oraya giremiyorum.”

Ancak Belçika’daki piskoposlar bu açıklamalardan hiç memnun olmadı. Arts, ülkenin önde gelen din adamları tarafından uyarıldı. O dönemde Belçika’nın baş piskoposu olan merhum Kardinal Godfried Danneels, “Dayanışma sadece kendi ulusuyla sınırlı olamaz,” demişti.

Gent Piskoposu Monsenyör Luc van Looy ise, “yasa dışı kaçakların toplumumuzda iyi bir yere sahip olmayı hak ettiğini” savunmuştu. O günden bu yana, Arts bu konuda sessizliğini koruyor.

Ancak yirmi yıl sonra Kazakistan Piskoposu Athanasius Schneider, sessiz kalmayı reddediyor:

“Bu, dünyanın güçlüleri tarafından Avrupa’yı yok etmek üzere hazırlanmış küresel bir siyasi gündemdir.”

Ve böylece Papa Leo, basit bir duygusallıkla yanıt verilemeyecek varoluşsal bir meydan okumayla karşı karşıya kalıyor:

Avrupa medeniyetinin inşasında belirleyici bir rol oynamış olan bu kilise, şimdi onun yıkımında daha da belirleyici bir rol oynamasına izin mi verecek?

 

Kaynak: https://thespectator.com/topic/will-pope-leo-stand-up-to-islam/