Özgür İrade’nin Geleceği

Kaynak:The New York Review of Books

Tercüme: Ali Karakuş

Dublin Teslis Üniversitesi’nde Nörogenetik alanında Doçent olan Kevin Mitchell, Free Agents: How Evolution Gave Us Free Will adlı kitabında insanın özgür iradesinin varlığına ilişkin bilimsel bir tez öne sürüyor.

Bu makaleyi okumaya başladığınızda kimse kafanıza silah dayamamıştı. Bir seçim yaptınız. Herhalde en azından öyle hissettiniz. Bir irade, hareketlerimiz ve mütemadi karar alma süreçlerimiz üzerinde bir kontrol duygusu an be an, gün be gün insanoğlunun tecrübesinin ayrılmaz bir parçasıdır.  Doğru, kimi zaman robotlar ya da zombiler gibi sürükleniriz ama çoğu zaman kollarımızı sıvar irademizi ortaya koyarız. David Hume, neredeyse üç yüzyıl önce iradeyi şöyle tanımlamıştı: “Kasıtlı bir şekilde bedenimizin yeni bir hareket sürecine girmesine ya da zihnimizin yeni bir şekilde algılamasına neden olduğumuzda hissettiğimiz ve farkında olduğumuz içsel izlenim.” Bu duygu o zamanlar evrenseldi ve şimdi de öyle.

Fakat bilimlerin durumuna ilişkin yirmi birinci yüzyılın başlarında tuhaf bir gerçek olarak birçok otorite -fizikçiler, sinirbilimciler ve hatta filozoflar- size bu irade/istem hissinin bir yanılsama olduğunu söyleyecektir. Bunu ifade eden uzmanlar günlük yaşamlarında; giyecekleri kıyafetleri belirlerler, duvar kağıdını seçerler ve restoran menülerinden sipariş verirlerdi ancak profesyonel anlamda bu konuyu incelediklerinde tercihlerini özgürce belirleyip belirlemediklerinden şüphe duyarlardı. “Özgür irade”yi insanların sahip olduğu bir his olarak anlıyorlar fakat bundan fazlası olduğunu düşünmüyorlardı.

Fizikçilere göre biz de evrendeki her parçacık ve gezegen gibi maddeden ibaretiz ve madde fiziksel yasalarla yönetilir. Fizikçi ve en çok satan yazarlardan biri olan Brian Greene’e göre, “Özgür irade hissinin gerçekliğini kabul etme ihtiyacımıza karşın fiziksel ilerleyişi kontrol eden yasalara üstün gelme kapasitesi anlamında bir kapasitenin varlığı gerçek değildir.” Biz herhangi bir şey yapmıyoruz ve herhangi bir şeye neden olmuyoruz. Biz maruz kalıyoruz. “Seçimlerimiz beynimiz boyunca bir taraftan diğer tarafa akan parçacıklarımızın sonucudur” diye yazar.

Eylemlerimiz, beynimizde veya bedenlerimiz boyunca  bu parçacıkların bir yönden başka bir yöne hareket etmesinin sonucudur ve tüm parçacık hareketi -ister bir beyinde, ister bir bedende, ister bir beyzbol topunda olsun -fizik tarafından kontrol edilir ve bu nedenle tamamen matematiksel hükümlerle belirlenir.

Ders katı ve nihaidir: “Biz, kozmozun duygusuz kuralları tarafından öteye beriye çarpılan oyuncaklarından başka bir şey değiliz.” Burada görecek bir şey yok. Oyalanmayın!

Beyin uzmanları da özgür iradeden şüphe duyar ve davranışın altında yatan kök nedenleri yani zihin dediğimiz şeyin maddi alt yapısındaki mekanizmaları ararlar. Bu indirgemeciliktir: tıpkı fizikçilerin en aşağıdan, temel parçacıklardan başladıkları gibi beyin uzmanları da nöronlara bakarlar. Fizikçilerle aynı sonuca varma eğilimindedirler: İrade, sebep değil elektriksel ve kimyasal bir aktivite zincirinin sonucudur. Arzularımız, niyetlerimiz ve planlarımız asıl işlerin yapıldığı beyin sistemlerinin, makine dairesinin üzerinde dalgalanır.

Bazı insanlar fiziğin argümanlarına inatçı bir inançla direnirler ve onları suçlamak zor. Matematik filozofu Martin Gardner, “her nasıl oluyorsa, bizim kavrayışımızın çok ötesinde bir şekilde, sen ve ben özgür irade dediğimiz o anlaşılmaz güce sahibiz” diye ikna olmuştu, ama nasıl bir şey olduğunu açıklamaya çalışmaktan vazgeçti. “Zaman mefhumu gibi, onunla bağlantılı olan özgür iradeyi de en iyisi – aslında başka türlü yapabileceğimize inanmıyorum  anlaşılmaz bir gizem olarak bırakmaktır. Nasıl çalıştığını sormayın çünkü dünyada kimse bunu size söyleyemez.”

“Özgür irade” teriminin çok fazla bagajı vardır; doğanın ve çevre koşullarının organizmayı belirleme kapasitesinden kaynaklanan engeller genlerimiz ve bilinçsiz alışkanlıklarımız, aile geçmişlerimiz ve sosyal koşullarımız, davranışımızı belirlemeye yardımcı olur ancak bizi tamamen özgür olmaktan alıkoyarlar. Burada daha genel olan terim ise “istemdir yani amaçlı eylem kapasitesi. Terminolojiye  bağlı kalmaksızın, bir dereceye kadar özgürce hareket ettiğimiz inancı sadece kişisel düşüncelerimizde değil, toplumsal yaşamımızda da önemli bir öğe olarak göze çarpmaktadır. Yasal kurumlar, hükümet teorileri ve ekonomik sistemler, insanların seçimler yaptıkları ve başkalarının seçimlerini etkilemeye çalıştıkları varsayımı üzerine inşa edilmiştir. Bir tür özgür irade olmadan, politikanın bir anlamı yoktur. Sporun da. Ya da aslında hiçbir şeyin.

Bununla birlikte 2012 yılında Özgür İrade adlı popular bir kitap yazan nörobilimci ve filozof Sam Harris, özgür iradenin bir yanılsama olduğunu ve özgür irade mefhumunun “kavramsal olarak anlaşılır bir hale getirilemeyeceğini” ısrarla savundu. Bunu bir meydan okuma olarak kabul edin: “Hiç kimse asla böylesi bir özgürlüğün varlığına işaret edecek şekilde zihinsel ve fiziksel süreçlerin ortaya çıkabileceği bir hali tarif edemedi.

Kevin J. Mitchell, “Free Agents: How Evolution Gave Us Free Will” adlı eserinde bu meydan okumaya tam olarak cevap veriyor. Dublin Teslis Üniversitesi’nde bir nörobilimci ve genetikçi olan Mitchell, sezgi yoluyla kavrayabildiğimiz irade duygumuzu karmaşa bulutundan kurtararak anlaşılabilir kılmaya girişiyor. Evet, diyor, özgür irade vardır. Bu varlık ne bir yanılsama ne de sadece mecazi bir ifadedir. O, bizim temel, tanımlayıcı niteliğimizdir ve bu nedenle anlaşılabilir olmayı bizden talep ediyor. “Biz kararlar alırız, seçeriz, eyleme geçeriz,” diye ilan ediyor.

Bunlar varlığımızın temel gerçekleri ve hayatlarımızın en temel gözle görülebilir görüntüleridir. Eğer bilim aksi bir şey öneriyor gibi görünüyorsa doğru cevap; teslim olarak ellerimizi havaya kaldırıp “Peki, demek ki varlığımızla ilgili düşündüğümüz her şey gülünç bir yanılsamaymış,” demek değildir. Bunun yerine, çözülecek derin bir gizemin var olduğunu kabul etmeli ve fiziksel evrenin görünürdeki cebriliği ile özgür iradenin açık bir şekilde varlığı arasında uyum sağlamak istiyorsak, bilimsel yaklaşımımızın felsefi temelini sorgulamamız gerekebileceğini fark etmeliyiz.

İstem/irade, bakterileri bile cansız evrenden/cemadattan ayırır. Mitchell, yaşayan varlıklar “amaçla donatılmışlardır ve kendi sınırları çerçevesinde hareket edebilirler,” diyor. İstemin/iradenin evrimini ve ardından yeterli karmaşıklığa sahip canlılarda bilinçli özgür iradenin evrimini anlamadan bütün karmaşık ihtişamıyla yaşam tarihini anlamamızın imkanı yoktur diyerek güçlü bir tez ileri surer.

Mitchell, indirgemeciliğe karşı bir panzehir olarak karmaşık sistemler perspektifini savunan yeni nesil bir biyologtur. Filizoflardan, bilim adamlarının ölçülebilir olmadıklarından çoğunlukla kaçındıkları amaç, neden ve anlam gibi kelimelerin iadesini istemektedir. Çoğunlukla  teknik dilden/jargondan kaçınır. Bu kitap, lafını sakınmayan  bir kitaptır. Biyoloji ve nörobilim konularında biraz teknikleşir, ancak metodik ve net bir argüman kurar ve yılların tartışmalarını pamuk şekerini kesen bir bıçak gibi kolaylıkla anlaşılır kılar. Mitchell, “Sen eylemde bulunabilen, kararlar alabilen, dünyada süreçleri başlatma kapasitesine sahip nedensel bir güç olabilen bir türsün: Sen bir iradesin” diyerek tezini savunur.

Eğer özgür iradenin inkarı bir hata olmuşsa, bu zararsız bir hata olmamıştır. Mesajı kasvetli ve yıpratıcıdır. Bize ve çağdaşımız canlı yaratıklara ilişkin duygumuzdan amacı ve asaleti silip götürmüştür. Bizi sorumluluktan kurtarmış ancak bize pasif nesneler gibi, bilardo topları veya düşen yapraklar gibi davranmıştır.

“Hayat Nedir?” kitabı; kuantum fiziğinin öncülerinden biri olan Erwin Schrödinger’in 1943’te Dublin’de verdiği derslerden derlenen küçük etkili bir kitaptır. Bir şeyin canlı olduğunu ne zaman söyleyebiliriz? Schrödinger bu soruya şaşırtıcı bir cevap vermiştir:

“Bir şey yapmaya” devam ettiğinde, hareket ettiğinde, çevresiyle madde alışverişi yaptığında vb. ve bunu benzer koşullarda cansız bir madde parçasının “varlığını devam ettirmesini” beklediğimizden çok daha uzun süre boyunca sürdüğünde” o şeyin canlı olduğunu söyleyebiliriz.

Zaman vurgusuna dikkat edin. Öncelikle canlı bir organizmanın varlığını devam ettirmesi gerekir. Canlı olarak varlığını devam ettirme ısrarını evrenin ve içindekilerin karşı konulamaz bir şekilde düzensizliğe eğilimli oldukları şeklindeki termodinamiğin ikinci yasasına meydan okuyarak gösterir. Yalnız bırakılan bir kumdan kale kum yığınına dönüşür. Krema kahvenin içinde dağılır. Kapalı bir sistemde her şey aynı sıcaklığa ulaşır, çünkü dağınım düzensizliği aynı zamanda dengeyi de ima eder. Canlı organizma bu evrensel eğilime karşı direnir. Düzensizlikten düzen emer.

“Organizma bir maddeler örüntüsü değildir,” der Mitchell; “o, etkileşimli süreçlerin bir örüntüsüdür ve benlik, bu örüntünün kalıcı olmasıdır.” Tek hücreli organizmalara ilişkin olarak 1953 yılında James Watson ve Francis Crick tarafından anlatılan meşhur replikasyon mekanizması teorisinin yerini ham maddeler teorisi zaten almıştı. Nükleik asitler -RNA ve DNA – kodlu bir silsileyle bilgi depolayan karmaşık makromoleküller olarak şablon işlevi görürler. DNA’daki kod kimyasal olarak stabildir, RNA molekülleri ise bu stabil bilgiyi okur ve bu stabil bilgiyi tekrar üretir. Hücreler kendilerinin kopyalarını üreterek bölünebilir. Sonra evrimleşebilirler.

Bu hikayenin bu kısmı iyi bilinir. Mikroorganizma popülasyonları kaynaklar için rekabet eder. Kopyalama sürecinde meydana gelen rastgele hatalar mutasyonlara neden olur. Bazı organizmalar diğerlerine göre daha etkili rekabet eder ve bu nedenle tabiat, en uygunlarını hayatta kalmak üzere seçer. Bu faaliyetlere katılan tüm temel parçacıkların hareket yasalarına uyduğunu belirtmekte fayda var, ancak bizim ilgimizi çeken süreç-metabolizma, üreme, mutasyon – farklı bir karmaşıklık ve soyutlama düzleminde gerçekleşir. Paradoksal görünebilir, ancak fizik yasalarının her şeye uygulanması, bu yasaların her şeyi açıkladıkları anlamına gelmez. Basit bir ifadeyle kimi zaman bu yasalar doğru araç olmayabiliyorlar. Parçacık fizikçilerinin denklemleri, evrilmeyi açıklamadığı gibi genleri ya da salgınları da açıklayamazlar.

Biyolojik varlıklar zamanla gelişir ve bunu yaparken bilgi depolar ve değiş tokuş ederler. “Zamanla ortaya çıkan bu genişleme pek çok fiziksel süreçte görülmeyen yeni bir illiyet türü üretir” der Mitchell, “geçmiş olaylara ilişkin bilginin şimdiki zamanda nedensel bir rol oynamaya devam ettiği bir illiyet türü.” Hatta bir tek hücreli organizma içinde, hücre duvarlarındakiındaki proteinler bile dışarıdaki değişen koşullara kimyasal olarak tepki verir ve böylece sensör işlevi görürler. İçeride, proteinler biyokimyasal reaksiyonlarla aktive edilir ve deaktivasyona uğrar, ve organizma kendi metabolik yollarını hayatta kalmak için yeniden yapılandırır. Bu yollar, bir bilgisayardaki mantık kapıları gibi hareket edebilir: Eğer koşullar X ise, A’yı yap.

“Tabii ki bunu düşünmüyorlar,” der Mitchell, “ama sonuç bu ve molekülün tasarımına doğrudan yerleştirilmiş.” Organizmalar daha karmaşık hale geldikçe, bu mantıksal yollar da karmaşık hale gelir. Pozitif ve negative geri bildirim mekanizmaları, oluştururlar. Moleküler saatler oluştururlar, güneş döngüsüne tepki verirler ve ardından onu taklit ederler. Artan bir şekilde, içinde yaşadıkları dünyanın bilgisini bünyelerinde toplarlar.

En küçük mikroorganizmalar da şekillerini değiştirerek ya da titreyen küçük kıllar olan silia ve flagella’yı kullanarak hareket etme yöntemleri geliştirdiler. Çevreyi algılama yeteneğiyle birleşen hareket yeteneği, doğal seçilimle sürekli güçlendirilen yiyecek aramak, tehlikelerden kaçmak gibi yeni olasılıklar yarattı. Organizmaların üzerlerinde hareket ettikleri çevrelerinden bilgi çıkardığını ve bu bilgiyi gelecek için yeniden ürettiğini görmeye başlıyoruz. “Bu nedenle bilgi sistemde nedensel bir güce sahiptir,” der  Mitchell, “ve irade sahibi olana dünyada nedensel bir güç verir.”

Amacı konuşmaya başlayabiliriz. Öncelikle, organizmalar bekalarını garantilemek için mücadele ederler. Kalıcı olmaya ve ardından üremeye çalışırlar. Doğal seçilim bunu sağlar. Mitchell “Evrenin bir amacı yok, ama yaşamın var,” der.

Günlük yaşamımızda etrafımızı saran ve bir amaçları olan veya en azından bir amaca hizmet eden tasarlanmış makineler ve cihazlardan farklı olarak, canlı organizmalar sadece bir şey için kendilerini uyarlamışlardır: kendileri. Bu, evrene yeni bir şey katar: bir referans çerçevesi, bir özne. Bir amacın varlığı, cisimlere bu amaca ilişkin daha önce asla var olmamış, özellikler aşılar: işlev, mana ve değer.

Hal böyle iken bir terliksiyi düşündüğümüzde etkilensek de onun kendiliğinden hareketli kıllarla kaplı dikdörtgen tek hücresiyle iyon reseptörlerinin gönderdiği elektrik sinyallerine yanıt olarak suyun içinde spiraller çizerek hareket etmesine, yiyecek toplamasına ve engellerden kaçınmasına  ve hatta diğer organizmalarla simbiyotik ilişkiler kurmasına karşın – onun , özgür ya da başka türlü bir iradesi, olduğunu kimse söylemezdi.

Bir determinist, her ne oluyorsa olması gerektiği için olduğuna inanır. Doğa yasaları, tıpkı dişlilerin inatçı bir makineyi ya da bir bilgisayarın ardışık hesaplarını ilerletmesi gibi şimdiyi geleceğe taşır. Fizikçilerin determinizme neden yakın durduklarını anlamak zor değildir. Doğa yasaları onların ekmek kapısıdır. Bilimsel determinizmin kanonik/kutsal ifadesi, Newton’un ateşli bir takipçisi olan Pierre-Simon Laplace’dan gelir:

“Bir akıl, evrendeki tüm şeylerin anlık pozisyonlarını bildiği gibi doğada belirli bir anda hareket eden tüm kuvvetleri bilseydi dünyadaki en küçük atomların olduğu kadar en büyük cisimlerin hareketlerini bir formülle kavrayabilirdi zekasının verilerin tümünü analize tabi tutabilecek kadar güçlü olması şartıyla; ona hiçbir şey belirsiz kalmaz, gelecek ve geçmiş gözlerinin önünde olurdu.”

Hareket denklemleri açısından bakıldığında, gelecek ve geçmiş aynı görünür. Einstein, bu resmi Pierre-Simon de Laplace’ten iki yüzyıl sonra, evreni dört boyutlu bir uzay-zaman sürekliliği olarak tasavvur ettiğinde resmileştirdi. “Her şey belirlenmiştir” dedi,

“Son olduğu kadar başlangıç ta kontrol edemediğimiz kuvvetler tarafından belirlenmiştir. Böcekler için olduğu kadar , yıldızlar için de belirlenmiştir. İnsanlar, sebzeler ya da kozmik toz, hepimiz uzaktan gizemli bir oyuncu tarafından çalınan görünmez bir melodinin ritmine göre dans ediyoruz.”

Dişlilerde patinaj için bir alan yok mu? Fiilen olageldiği gibi, var. Fizikçiler Laplace’ın programını uygulamaya çalıştıklarında, en küçük, en basit parçacığın durumunu bile mükemmel bir şekilde belirleyemediklerini keşfederler. Bu, ünlü belirsizlik ilkesidir: Werner Heisenberg, 1920’lerde bir parçacığın konumunu ne kadar hassas bir şekilde belirlersek, momentumunu o kadar az belirleyebileceğimizi belirledi. Bu bazen bir gözlemcinin neyi bilebileceğinin yani epistemolojinin meselesi olarak tartışılır, ancak sorun daha temeldir. Kimse donuk bir resmin parçası olmaya ihtiyaç duymuyor. Belirsizlik, evrenin dillerinden bir dildir.

Teorisyenler bu rahatsız edici keşfi, Newton mekaniğini yeni bir matematik sistemiyle değiştirerek idare ettiler. Kuantum mekaniği, Schrödinger’in oluşturduğu bir denklemi kullanarak parçacıkları bir olasılık dalgası olarak dalga fonksiyonu aracılığıyla ele alır. Schrödinger denklemi, şaşırtıcı bir başarıyla bir kuantum sisteminin zaman içinde nasıl evrileceğini hesaplamada fizikçilere olanak tanır. Newton’un hareket yasaları gibi, Schrödingerin denklemi de biçim olarak deterministiktir. Fizikçiler hesaplamayı yeniden yaptıklarında zorunlu olarak  her zaman aynı cevabı alırlar. Bir kez daha kuantum mekaniğinde evrenin mevcut durumu, bir sonraki durumu belirler gibi görünmektedir.

Bu nedenle, modern fizikçilerin çoğu felsefi determinizmi benimsemeye devam eder. Esasında kullandıkları usul dolayısıyla teorileri deterministiktir. Evrene kanunuların hükmettiğini söyleriz ancak bu bir metafordur, neyin bilindiğini kanunlar belirler demek daha doğrudur. Hata, “kanunlar” kelimesiyle ortaya çıkmış gibi görünüyor. Kanunlar tabiatın uymak zorunda olduğu emirler değildir. Dünya’nın fizik tarafından “kontrol  edildiğini” veya her şeyin matematik tarafından “belirlendiğini” söylemek arabayı atın önüne koşmaktır. Doğa önce gelir. Yasalar bir modeldir, karmaşık bir gerçekliğin basitleştirilmiş bir tarifini oluştururlar. Ne kadar başarılı olursa olsunlar, zorunlu olarak eksik ve geçicidirler.

Dahası, dalga fonksiyonlarının kuantum hesaplamaları olasılık dağılımları dışında spesifik bir sonuç üretmez. Bu yüzden Schrödinger’in talihsiz kedisi, dalga fonksiyonu “çökene” kadar ne ölü ne de diridir. Bazı fizikçiler, belirsizliğin süpürülüp atılamayacağını ve her seviyede kalıcı olduğunu kabul eder. “Bu görüşlerin sonucunda, gelecek açıktır: Aslında, onu gelecek yapan da budur,” diye yazar Mitchell.

“Çünkü biz sadece şimdiki zamanı yaşarız, bu belirsizliği kaynağından, aracısız deneyimlemeyiz…. Eğer geleceği gerçekten kısacık ta olsa görebilseydik, bulanık bir dünya görürdük. Önceden seçilmek üzere bekleyen, düzgün bir şekilde döşenmiş ayrı yollar değil – sadece geleceğe doğru ne kadar ileriye bakarsanız o kadar bulanıklaşacak ve titrekliği artacak  bulanık, titrek bir resim

Katı fiziksel determinizm rejimi ile özgür iradenin naif hissi arasında, birçok önde gelen filozofu bulduğumuz huzursuz bir bölge vardır. Peki ya, determinizm ile uyumlu bir özgür irade versiyonunu veya özgür irade benzeri bir şeyi tanımlayabiliriz diye sorarlarsa?  Bu yaklaşım, uyumculuk olarak adlandırılır. Uyumcular, geleceğin nasıl olacağı zaten sabitlenmiştir fikrini  kabul etsek bile, yine de ahlaki sorumluluk benzeri kavramları koruyacak bir şekilde psikolojik özgürlük hakkında konuşabileceklerini ileri sürerler.

Daniel Dennett, modern uyumculuk tezini 1984 yılında yayımlanan “Elbow Room: The Varieties of Free Will Worth Wanting” adlı kitabında sundu– kendi ifadesiyle “engelleri ortadan kaldırırken günlük özgür irade kavramını ilgilendiren her şeyi kurtarıyordu. (2014’te “Elbow Room”’u güncellerken, hiç bitmeyen tartışmalardan biraz hayal kırıklığı duyduğunu ifade etti: “1980’lerde çürütmeye ve itibarsızlaştırmaya çalıştığım bazı fikirlerin kalıcılığını hafife aldığımı söylemek adil olur.”) Uyumculuk pek çok farklı çeşniyle ortaya çıkabilir, ancak temel nokta, fiziğin determinizmini gündemimizden çıkarıp sessizce bir köşeye bırakarak insanların özgür iradelerini gösterme usullerini, özgür iradenin temas ettiği derin soruları, davranış ve ahlak için sonuçlarını çalışmalıyız- kısacası, evrende böyle bir şey varmış gibi özgür irade araştırmasını sürdürmeliyiz.

Mitchell, argümanını bir uyumculuk argümanı yapabilirdi. Dennett, 2017’de yayımlanan “From Bacteria to Bach and Back: The Evolution of Minds” adlı kitabında, birçok benzer temayı araştırarak, buna benzer bir şey yaptı. Ancak Mitchell, “kendimizi içinde bulduğumuz metafizik delikten kurtarmak için ihtiyaç duyduğumuz tek şey bakış açısı değişikliğiymiş” gibi davranmanın tatmin edici olmadığını farketti. Evet, maddi bir evrende yaşıyoruz; evet, fizik yasaları geçerlidir; yine de gelecek henüz yazılmamış ve canlılar onu değiştirme gücüne sahiptir.

İndirgemeci görüşü reddetmek bir ruh veya bir hayalet gibi fiziksel olmayan bazı ekstraları önererek ruh-beden düalizmine başvurmak anlamına gelmez. Bu makinede bir hayalet yok. Mitchell “Zihinlerimiz, fiziksel beyinlerimizin üzerinde oturan ekstra bir katman değildir,” der. Onlar, sürekli, dinamik, dağılmış etkinliğin bütüncül toplamıdır.

Beyin maddidir ve beynin bölümleri giderek daha iyi anlaşılmaktadır. İlk organizmalarda en temel türden bilgi işlemi gerçekleştiren protein sensörleri ve iyon yolları yerine, bizde de milyonlarca sütun ve levhadan oluşan ve elektrik sinyalleri göndererek benzerlerini harekete geçiren veya engelleyen Mitchell’in ifadesiyle “kademeler ve içinde bilginin işlendiği, ayrıştırılarak incelendiği ve bir kortikal bölgeden diğerine transfer edildiği aşamalar” şeklindeki nöron ağları vardı. Koku ve dokunmayla ilgili bilginin zirvesinde işitsel ve görsel kortekslerden artan bir şekilde karmaşıklaşan sinyaller gelir. Bu girdiler birleştirilir ve daha yüksek değerdeki ilişkileri ortaya çıkaracak şekilde katmanlaştırılır ve bu şekilde organizmalar, dış dünyanın içsel modellerini oluştururlar.

Bu yine de sadece kimya ve elektriktir fakat beynin bir an içindeki hali karşı konulamaz bir şekilde sonraki hale götürmez. Mitchell, sistemin doğasında var olan gürültüyü “ıslak, salınan ve sürekli titreşim halinde olan inanılmaz derecede küçük bileşenlerin” meclisinde gerçekleşen az veya çok rastgele gelişen içkin bir gürültü olarak vurgular. Gürültünün sadece kaçınılmaz değil, aynı zamanda faydalı olduğuna inanır. Bu gürültünün, nihayetinde değişim ve sürprizlere maruz kalan bir ortamda yaşayan organizmalar için uyumlulaştırıcı bir değeri vardır. “Organizmaların karşılaştığı zorlukların anbean değiştiğini” not eder  “ve sinir sistemi bu değişkenlikle başa çıkmak zorundadır: bu tam olarak sinir sisteminin kendisinin uzmanlaştığı şeydir. Ancak, deterministik bir makineye sadece rastgelelik eklemek, özgür irade diyebileceğimiz bir şey üretmez.

Etkinlik tercihinden/isteminden farklı olarak özgür irade; bilinç ve öz yansıtmayı ima eder. Yine de yaptığımız pek çok şey istemsizdir. Nörologların bir çoğu istemsiz davranışı norm olarak görür ve istem hissini bazen yardımcı olan ek bir unsur olarak kabul eder. Tekrar tekrar dile getirdikleri, hareketin istemden kopuk olmadığına ilişkin örneklerin bol olduğu bir teraneye sahipler. Bir an bile düşünmeden nefes alırız, göz kırparız, hayallere dalarız, kaşınırız, kızarırız, bir bardağa uzanırız, uykuya dalarız (kendimizi uyumaya zorlamaktan daha kolaydır), aynı tanıdık yolu yürürüz. Anılar, davetsiz bir şekilde ortaya çıkar. Daniel M. Wegner, 2002 tarihinde yayınladığı etkili The Illusion of Conscious Will adlı kitabını, Stanley Kubrick’in filminde Peter Sellers tarafından canlandırılan Dr. Strangelove’un Nazi selamı vermek için siyah eldivenli sağ elini istemsiz olarak kaldırdığı bir resmiyle süsledi. “Yabancı el sendromu,” der Wegner, “kendi beyni varmış gibi hareket eden bir elin tecrübe edildiği” bir bozukluktur. El, hastanın bilinçli niyetine aykırı hareket eder, en azından hasta tarafından böyle algılanır.

Eylemin iradeyle örtüşmesinin normal olduğunu düşünebiliriz, ancak Wegner aksini savunur:

“Beyin içinde farklı sistemler tarafından üretilmiş olabileceklerini düşündürecek kadar sıklıkla bir birlerinden ayrı düşerler… İstemin bir eylemi gerçekleştiren kişinin deneyimi olarak anlaşılması gerektiği fikrini kabul eder etmez, bilinçli iradenin eyleme içkin olmadığını fark ederiz – isteme sahip eylemler olduğu gibi olmayan eylemler de vardır.

İnsanlar birden fazla “kişiliğe” sahiptir. “İkiye bölündüm,” derler. Bir omuzlarında bir melek, diğer omuzlarında bir şeytan vardır.

Özgür irade inkarcılarına haklarını vermek gerekirse; tüm bu usullerle ve daha fazlasıyla, bilinçli benliğimizin kaderimizin güvenilir ve becerikli bir ustası – kokpitteki bir pilot – olduğu düşüncesi kötü bir şekilde yıpranmıştır. En iyi günlerimizde bile aldanma ve kafa karışıklığına maruz kalıyoruz. Düşünmeden, alışkanlık, refleks ya da iç güdü  ile hareket ediyoruz. Anlaşılabilir herhangi bir gerekçesi olmaksızın düşünmeden davranıyoruz. Fakat bilinçsiz karar verme yine de, karar vermedir. Ve bazen düşünürüz. Düşünür, ölçüp tartarız, ikilemde kalırız, alternatifleri uzun süre tartarız ve sonra harekete geçmeye karar veririz.

Sinirbilimcilerin özgür iradeden şüphelenmelerine neden olan temel ölçülerden biri, 1980’lerde Benjamin Libet tarafından yürütülen tartışmalı bir dizi deneydir. San Francisco’daki, Kaliforniya Üniversitesi’nde nörobilimci olan Libet, katılımcıların kafa derilerine elektrotlar yerleştirdi ve onlardan bir parmaklarını istedikleri zaman hareket ettirmelerini ve karar verme anını bildirmelerini istedi. Parmağın hareketi ile ilgili beyin aktivitesinin, herhangi bir kararın bilincine varılmadan önce milisaniyeler boyunca başladığını buldu. Bilinçli karar, eylemden sonra geldiğine göre nasıl birincil sebep olabilirdi? Wegner “iradenin zaman çizelgesindeki konumu, belki de irade deneyiminin, eyleme götüren nedensel zincirde bir bağlantı olduğunu önerebilirdi, ancak aslında bu bile olmayabileceğini düşündürüyor,” diye yazdı. “Belki de yalnızca–beyin ve zihinsel olaylar nedeniyle gerçekleşen hareket gibi yarım kalmış işlerden biriydi.

Ama o parmakları birileri hareket ettirdi. Kimse iplerle kontrol edildiğini öne süremez. Sam Harris, “Ben” “düşüncelerimin ve hareketlerimin bilinçli bir şahidi olarak “Ben”im kontrol ve nüfuz edemeyeceğim şekilde beynimdeki kontrol dışı faaliyetler sonucunda” tercihlerin oluştuğu düşüncesini tercih etmem diyor. Ancak beynimdeki olaylarla bilinçli tanığı birbirinden ayıran çizgi nerededir? Bunun yerine şöyle diyelim: Seçimler yaparız. Kararlar alırız. Kararlarımızın bir kısmı uzun ve düşüncelidir, bir kısmı ise spontane ve neredeyse rastgeledir. Seçimlerimizi anlayabiliriz, onları rasyonelleştirebiliriz ya da onlar gizemli ve anlaşılmaz kalabilir.

Mitchell, “doğallaştırılmış bir benlik kavramı” önerir. Sadece bilincimiz değiliz; biz bir bütün olarak ele alındığında organizmayız. Kendi geçmişlerimize dayalı nedenlerle işler yaparız ve “bu  nedenler tüm organizma düzleminde içkindir.” Kimi zaman, belki de çoğu zaman, bilinçli benliğimiz kontrol altında değildir. Fakat, vaziyet gerektirdiğinde dışa vurum/tutum alış devam ederken aklımızı toplarız. İçe doğru baktığımızda gördüğümüz belirsiz şeyler için kullandığımız metaforlar olarak anlamak, kendine çeki düzen vermek, düşüncelerini odaklamak gibi pek çok tutum alışımız vardır. Kimin aklını topladığını sormayız.

Mitchell, Libet deneyinin rastgeleliği teşvik etmek için tasarlandığını belirtir: deneklere “hareket etme dürtüsünün herhangi bir zamanda kendiliğinden ortaya çıkmasına izin verin, herhangi bir ön hazırlık yapmadan veya ne zaman hareket edeceğinize odaklanmadan” denildi. Ancak bazı kararlar iyi düşünülmemiş, spontane ya da rastgele olabilirken diğerleri dikkatli bir değerlendirme gerektirir:

“O zaman genel olarak, Libet’in deneyleri özgür irade sorusuyla çok az ilgilidir. Hiçbir şekilde düşünülmüş kararlarla ilgili değildirler…. Bunun yerine, ilk olarak, beyindeki sinirsel aktivitenin tamamen deterministik olmadığını ve ikincisi, organizmaların içkin rastlantısallığı tam zamanında ihtiyari kararlar almak için kullanabileceğini doğrularlar. Bu ikincisini farkında olmadan her zaman yapıyoruz gibi görünüyor.

Gerçekten de, Mitchell’in irade ve karar verme için önerdiği sinirsel modelin temeli bir dereceye kadar rastlantısallıktır. İki aşamalı bir model ortaya koyar: organizmaların alabilecekleri muhtemel aksiyon olarak seçeneklerin toplanması ve ardından bir seçim süreci. Bilinçli özgür iradeye sahip organizmalar olarak bizler için seçenekler, her zaman dalgalanmalara ve gürültüye maruz kalan serebral kortekste faaliyet örüntüleri olarak ortaya çıkar. Bunu, “fikirlerin kendiliğinden ‘size gelmesi’” olarak deneyimleyebiliriz. Sonra beyin bu seçenekleri “korteksler arasında dolanan bağlantı devreleri, bazal sinir düğümleri, talamus ve orta beyin” aracılığıyla “katılıyorum” ve “katılmıyorum” şeklinde değerlendirir. Seçim bu şekilde, bellekte saklanan, hala az veya çok kolaylıkla şekillenebilir deneyimlerden inşa edilen amaçlar ve inançları işe koşar.

İlkel tek hücreli organizma düşünmeden hareket eder ve yer. Biz insanlar da hareket eder ve yeriz, ve bu konuda düşünürüz. Oradan (düşünmemeden) buraya (düşünmeye) kadar, doğa giderek artan bir yetenek sergileyen organizmalar ortaya çıkardı. Çok hücreli yaratıklar, bağlantılı nüronlar ve kimyasal sinyaller aracılığıyla birbirleriyle iletişim kuran gruplandırılmış kas hücreleri içeren uzmanlaşmış bir morfoloji geliştirdiler. Görme ve işitme organları, çevre hakkında bilgi toplamanın değerli araçları haline geldi. Nöronların karmaşık ağları, dünyayı ve onun parçalarını simgesel olarak temsil etme ve nihayetinde, benlik temsillerini kendi dışındaki diğer her şeyden ayırma yeteneği kazandı. Tüm bunlar oldu; bunda tartışılacak bir şey yok.

Farklı organizmaları bilişsel derinliklerine bakarak karşılaştırabiliriz. İnsanlar, takdire şayan bir derinliğe sahiptir. Mitchell, “Eğer bir iplik kurduna düşünebildiği söylenebilseydi kesinlikle çok fazla şey hakkında düşünmezdi” der.

“Bir kerede birkaç sinyali entegre edebilir ve basit öğrenme biçimlerini yapabilir, ancak dünyanın veya kendi benliğinin haritasını çıkarmaz ve herhangi bir tür uzun vadeli idrak faaliyetine girişmezdi.  Burada ve şu anda  yaşardı.”

Biz öyle değiliz ve bunu biliyoruz. Her seferinde durumlarını bir adım değiştirdiklerinden zihinsel süreçlerimiz nadiren algoritmiktir. Düşünme, sürekli geri bildirim ve kendi kendini düzeltme içerir ve bireysel bileşenler birbirinden ayrılamaz.  Mitchell şöyle yazar:

“İlgili çeşitli alt sistemler, her biri kendi kısıtlamalarını, birbirine bağlı tüm alanlardan aldığı sürekli değişen bilgi bağlamında gidermeye çalışarak, sürekli olarak birbirleriyle diyalog halindedirler.”

Bilgisayar bilimcisi Douglas Hofstadter’ın düşünme hakkında; düşünme ve nedenler hakkında akıl yürütmenin zemini olan ve geri bildirimle birlikte başka temsiliyetlerin tekrarlanan temsili anlamına gelen bilişsel döngüler, kavramını ödünç alır.

Bu yetenekler, sadece artan boyut veya hesaplama gücünden daha fazlasını gerektirmektedir. Beyinler dönüşürken sarmal bir işleme hiyerarşisi ortaya çıktı: “Kortikal tabaka genişlerken, mevcut alanların işleme hiyerarşisinin yeni seviyeleri olarak hareket edebilecek yeni alanları oluşturmak için bir ikiye bölünme eğilimi vardır.” Bu yeni seviyelerin, “bilgiyi ve yeni şeyler hakkında düşünebilme yeterliliği vardır.” Dünyaya bakarız ve kendi içimize akıl gözüyle bakarız. Yalnızca hedefler ve arzular geliştirmekle kalmaz, onları tanırız; onlar için dil geliştiririz; bunlar hakkında diğer dost yaratılmışlarla konuşuruz. Özgür iradeyi kullanırız ve şöyle deriz sosyal organizmalar olmamız hasebiyle biz de ve kültür de evriliriz.

Şu anda, bir yapay zekanın herhangi bir derecede özgür irade veya ihtiyara/isteme sahip olup olamayacağını sormak doğaldır. Aslında, yapay zeka sistemlerinde ihtiyar/istem sorusu, bilinç sorusundan daha kritik olabilir. Mitchell, eğer bir duyarlılık değilse metin üretme ve konuşma yanıtları oluşturma yeteneklerinin bir bilgi izlenimi ürettiğini belirterek, sinir ağları ve büyük dil modelleri alanlarındaki en son gelişmeleri enine boyuna değerlendirir. Aynı zamanda, modellerin sınırlılıkları da iyi bilinmektedir.  Genel yapay zekadan farklı olarak, bu modeller belirli görevler için tasarlanmışlardır. Eğitim verilerinin devasa hacimlerinde istatistiksel örüntü bulmaya dayalı olarak insan dilini olağanüstü bir beceriyle simüle ederler, ancak ürettikleri metinler nadiren gerçek dünyadaki manasıyla bağlantılıdır ve özgün durumlarda sıklıkla başarısız olurlar.  Nedensel ilişkileri anlama, bariz bir zayıflık gibi görünmektedir. Ancak, en keskin fark, pasif olmalarıdır.

İhtiyar/istem, bizi makinelerden ayıran şeydir. Biyolojik yaratıklar için akıl ve amaç, dünyada eylemde bulunmaktan ve sonuçlarını deneyimlemekten gelir. Bedensiz, kan, ter ve gözyaşlarına yabancı yapay zekalar bu tür bir fırsata sahip değildir. Eğer hedefleri varsa, bu hedefler onların üreticileri tarafından dayatılır. Onlar plan yapmazlar. Onlar çabalamazlar. En azından şimdilik.

*Kaynak: James Gleick/The New York Review of Books/Ocak 2024,

James Gleick’in son kitapları Time Travel ve The Information’dır. Gleick, telefonun tarihini konu alan bir kitap üzerinde çalışmaktadır. (Ocak 2024)

Tercüme: Ali Karakuş