Özerkliğimizi Makinelere Devretmenin Toplumsal Yansımaları

Julian Jaynes, insan psikolojisinin evrimine dair çığır açıcı eseri İki Odacıklı Zihnin Çöküşünde Bilincin Kökeni (The Origin of Consciousness in the Breakdown of the Bicameral Mind, 1976) adlı kitabında, insanların Bronz Çağı’nın sonlarına ve sonrasına kadar, kafalarının içindeki “sesleri” tanrıların ya da yarı tanrıların sesi olarak — kafatasını delen dışsal güçlerin ifadeleri olarak — yorumladıklarını öne sürer. Jaynes’e göre, çoğunlukla tutarlı, içine kapalı, “ben” sesiyle konuşan bir benlik fikri ise oldukça geç ortaya çıkmıştır; bu, teknolojilerin, toplumsal normların, felsefenin ve edebiyatın ürünüdür — ancak zor bela dengede duran bir istikrar fikrinin sonucudur. Erken uygarlıkların parçalanmış, şizofrenik zihni; farklı dürtülerine isim verir, kendi kendine tanrıyla konuşuyormuş gibi konuşur ve bu zihinsel yapı, belki de, kendi içsel gevezeliğini sadece kendisine ait sanan, adı-soyadı olan ve terapi koltuğunda oturan modern benlikten daha doğaldır.

Son zamanlarda Jaynes’in tezini, birbiriyle örtüşen iki geniş gelişmeyle ilişkilendirerek düşünüyorum: (1) Büyük Dil Modelleri (LLM’ler) ile kurduğumuz yakınlık; (2) Slack gibi grup sohbetleri ve iş sohbetleri aracılığıyla birbirimizle kurduğumuz yakınlık. Ölçülmesi zor ama yine de anlamlı bir düzeyde, Batı dünyası farkında olmadan Jaynes’in teorileştirdiği Bronz Çağı bilincine — farklı seslerin iki odacıklı bir zihin içinde nabız gibi atıp birbirine karışmaya çalıştığı o bilinç haline — geri dönüyor. Geçtiğimiz günlerde X’te (eski Twitter) dört ayaklı bir yaratıktan homo sapiens’e, oradan da bir grup homo sapiens’e evrimsel gelişimi gösteren bir reklam gördüm.

Bu görselin (veya internet mizahının), sosyal psikolojimizde (1) doğru bir eğilimi ve aynı zamanda (2) oldukça endişe verici bir eğilimi temsil ettiğini savunmak istiyorum. Betimleyici olarak bakıldığında, davranışlarımız sessizlikten, mahremiyetten, içsel tefekkürden ve içsel tutarlılığın ustalığından (ki bu pratik gerektirir) uzaklaşıp benliğin gruplara devredilmesine doğru kayıyor. Bu gruplar, kısmen insan, kısmen sentetik yapılardan oluşuyor — örneğin, herkesin yapay zekâyla beslediği grup sohbetlerini düşünün. Bu eğilim yalnızca LLM’lerle konuşmanın şizofrenik kırılmalara yol açabilmesi nedeniyle zararlı değil (örneğin, insanların modelin bilinçli, âşık, en iyi arkadaşları ya da iblisleri olduğuna inanması gibi); aynı zamanda karar alma ve yaratıcılığın her türlüsünde AI’ya alışkanlıkla başvurmanın yol açtığı bilişsel özerklik, derinlik ve beceri kaybının ahlaki ve politik sonuçları bakımından da son derece sakıncalı.

Dolayısıyla, bu yeni bilişsel rejim altında yalnızca küçük bir kullanıcı kitlesi, LLM’lerle bağlantılı sanrılı fanteziler yaşayarak “aklını yitirecek”. Ancak çok daha fazlası başka bir anlamda aklını yitirecek: Zihinleri artık kendilerine ait olmayacak, içinde bulundukları dijital kalabalıkların ürettiği görüşlere, halk inançlarına ve dopamin yollarına tâbi hale gelecek.

Ben, yüksek modern dönemin benliğini — Montaigne’de ya da daha sonra Thomas Mann’ın romanlarında karşımıza çıkan, kendini denetleyebilen, insan merkezli benliği — örnek vermek gerekirse, Bronz Çağı’nın şizoid şiddetiyle yapay zekâ yüklü akıllı telefon arasında sıkışmış hâliyle dahi, hem öncüllerine hem ardıllarına kıyasla daha değerli bulduğumu öne sürmek isterim. Yalnızca özerk, kendi kaderini belirleyebilen bir özne; liberal yönetimin, hoşgörünün, mahremiyetin ve nezaketin temeli olabilir. Medenilik, yalnızca neden ilgi ya da özen gösterdiğinizi anladığınızda mümkündür — azarlayıcı seslerden oluşan kafa karıştırıcı bir kakofoniye tepki verdiğinizde değil.

Gözlemlediğim kadarıyla, günümüzde birçok genç, aşkla, işle ya da yaratıcılıkla ilgili kararları, telefonlarında “yaşayan” gruplara ve LLM’lere (Büyük Dil Modelleri) danışmadan veremiyor. Benlikle dünya arasında anlamlı bir sınır ya da eşik fikri artık neredeyse imkânsız görünüyor. Grup sohbetleri yalnızca bilgi paylaşımı için pasif ortamlar değil; bireysel üyelerini izleyen, dönüştüren, azarlayan ve grup normlarını uygulayan aktif bir kolektif zeka (hivemind) işlevi görüyor. Artık biriyle randevuya çıkmak bile zorlaştı; bugün bir randevuya yalnızca o kişiyle değil, onun çevresinde dolanan daha geniş bir dünyayla çıkıyor gibiyiz. Kur yapma eylemi hiçbir zaman toplumsal bir boşlukta gerçekleşmemiştir; her zaman toplumsal spekülasyonların — belki de en başta dedikodunun — bir nesnesi olmuştur. Ancak grup sohbetlerinin ya da sosyal medya akışlarının bu sürekli ve her yerde hazır bulunan anlık yapısı, bir derece farkından ziyade, bir tür farkına işaret ediyor. Aydınlanma dönemi öznesi, gerçek hayatta kendini raporlamamaya, gözlem ve yorumlara direnmeye çabalar. Ancak telefon her an elinizin altındayken, zihin telefonun “ne düşündüğüyle” meşgul olur; zihin, grup sohbetinin kolektif ahlaki yargılarını, Bronz Çağı zihninin tanrıların sesini simüle etmesi gibi simüle eder — diye tahmin ediyorum.

Her etkileşim bu endişeli farkındalıkla — sosyal bulutun ne düşüneceği ya da nasıl tepki vereceği kaygısıyla — kuşatıldığında, arkadaş olmak, birlikte çalışmak, ortak üretim yapmak zor, çok zor, hatta pratik dışı hale geliyor. En azından Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle de benim yaşadığım New York’ta durum bu. Bu davranışların teknolojiyle birlikte yayılmasını, nevrotik bir kıyı eliti zihniyetinin ve statü takıntısının, bu tür etkilere karşı bağışıklık geliştirmemiş bölgelere sirayet etmesi olarak düşünebiliriz. Z kuşağı medya elit adaylarının parçalanmış, iki odacıklı zihni — özellikle telefonların ikinci doğa, beynin bir uzantısı haline geldiği toplumlarda — hiçbir düşüncenin gerçekten bize ait olmadığı daha geniş bir eğilimin habercisidir.

Üstelik, modern benlik zamanında itiraf, sosyal kulüpler, loncalar, salonlar gibi özel kurumlarla şekillendirilmişti — genellikle bu ortamlarda daha yaşlı ve bilge kişiler arabulucu roller üstlenirdi. Oysa günümüz benliği, aynı yaştaki akranlar tarafından şekillendiriliyor; fikirler artık insanların işine yarayıp yaramadığına göre test edilerek değil, tekrar tekrar dolaşıma sokularak güç kazanıyor — bu güç, pratik yararlarından değil, ekranda iyi hissettiren, dopamin üreten ama son derece pratik dışı bir etki yaratmalarından geliyor.

Dolayısıyla, bu sesleri içselleştirmek — daha kendi düşünceni bile düşünmeden önce grubun ya da LLM’nin ne düşüneceğini düşünmek — Jaynes’in teorileştirdiği o eski Bronz Çağı zihninin birçok özelliğini benimsemek anlamına gelir: iç ile dış arasında ayrım yapamayan bir zihin ve üstelik tanrıyla konuştuğuna inanmanın taşıdığı o yaratıcı ilkel enerji olmadan. İçinde ilahi bir sesin konuştuğuna inanmanın en azından canlandırıcı, elektrik verici bir tarafı vardır; ancak yakın çevrenizdeki cezalandırıcı, dar görüşlü sesleri içselleştirerek — yani algoritmik ahlakı tanrısallık gibi içselleştirerek — aynı olumlu yan etkiyi elde edemezsiniz. Aklın içinden konuştuğu Aydınlanma zihni, yerini mekanik, tanrısal olmayan ve banal bir gevezeliğe bırakmıştır.

Yüksek modern dönemin liberal bireyinden, internetten gelen seslerin ne söyleyebileceğinin sürekli farkında olan, “teknolojik Bronz Çağı”na ait melez bir kişiliğe evrilmek, insanların hayatlarında aynı anda hem daha fazla sıradanlık hem de daha fazla kaos bekleyebilecekleri anlamına geliyor. Çünkü kendi içsel diyaloglarını kontrol edemeyen, yapay zekâya ve grup sohbetlerine bağımlı bireyler, kendi davranışlarını bile geçerli bir şekilde öngöremez ya da tahmin edemez hale geliyor. Ve davranışları sansürcü, kolektifleşmiş, algoritmik bir görüş tarafından şekillendirildiği için, bu davranışlar giderek daha dar bir hareket alanına uyum sağlar. İşte bu, kolektif zihnin sıradanlığıdır.

Hümanistler yalnızca direnmekle kalmamalı, stratejilerini de yeniden gözden geçirmelidir. Jaynes’in yazdığı gibi, “Dil sadece bir iletişim aracı değil, bir algı organıdır.” Dili içsel olarak deneyimleme biçimimiz, dile dair bilişsel farkındalığımız, algılarımızı düzenler. Dış seslerin akışını kapatamamak, bu seslerin nüfuzuna direnememek ve onlarla kaynaşmak, algının ciddi biçimde bozulması anlamına gelir.

Görece varlıklı ve güvende olan Batılılar neden, birbirleriyle sürekli temas hâlinde olmalarına rağmen depresif ve yalnızlaşmış durumdalar? Çünkü bu temas, benlikler arasındaki sınırları, sessizlikleri ve yaratıcı boşlukları yok ediyor; düşünceler gitgide daha amaçsız şekilde ortak alana saçılıyor. Yalnız başına — gerçekten kendi başına — düşünmek, unutulmuş bir beceriye dönüştü. Pascal’ın yazdığı gibi: “İnsanlığın tüm sorunları, insanın bir odada tek başına sessizce oturamamasından kaynaklanır.”

Daha fazla terapiye, daha fazla tavsiyeye, daha fazla geri bildirime, daha fazla bilgiye değil; daha aza — çok daha aza — ihtiyacımız var. Ağ bağlantılı zihin, ruh kaybıyla doğru orantılı olarak “gelişiyor”.

Neyse ki, çareler ucuz: Aptalları görmezden gelmek, kitap okumak, yürüyüşe çıkmak, müzik dinlemek, bulutlara, ağaçlara ve su kütlelerine bakmak. Bir şey ne kadar az cevap verirse, o kadar çok şey sunar. Bilişsel ortak alanın trajedisi, insanların tek bir zihin gibi düşünmeye çalıştıklarında, sonuçta ne kadar sıradanlaştıklarıdır.

* Matthew Gasda eleştirmen, yazar ve yönetmendir. Brooklyn Tiyatro Araştırmaları Merkezi’nin kurucusudur. Romanı The Sleepers, Skyhorse Publishing tarafından yayımlanmıştır.

KAYNAK: https://cafeamericainmag.com/our-minds-are-no-longer-ours/