Ortadoğu’da Başat Aktör Değişim Zamanı mı?
Son iki yüzyılda Ortadoğu siyasetinde iki önemli başat aktör değişimi yaşandı. Bu dönüşümlerden ilki, 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü yitirmesiyle başladı. Bu süreçte İngiltere ve Fransa, bölge siyasetinde belirleyici bir konuma yükseldi. İkinci değişim ise, II. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa’nın küresel etkisinin azalmasıyla ortaya çıkan güç boşluğunun ABD tarafından doldurulmasıyla gerçekleşti. Böylece ABD, Ortadoğu’nun yeni başat aktörü haline gelerek bölgenin siyasi dengelerini yeniden şekillendirmeye başladı.
Bölgede başat aktör değişimini analiz eden çalışmalarda, bu dönüşümlerin askeri kapasiteyle kurduğu güçlü ilişki sıkça vurgulanır. Bu yaklaşıma göre, askeri kapasitesini artırabilen aktörler, bölgesel siyasette lider konuma yükselme konusunda belirgin bir üstünlük elde eder. Nitekim bölgede başat aktör haline gelen devletler, bölgesel kaynaklara erişim imkânını da genişletir. Zira Ortadoğu, bir küresel aktörü süper güç statüsüne taşıyabilecek jeopolitik, teopolitik ve jeoekonomik imkânları barındıran bir coğrafyadır. Bununla birlikte, askeri kapasitenin başat aktör olma hedefindeki etkisi tartışmasız olsa da, dönüşümü yalnızca bu eksene indirgemek yetersizdir. Zira sürecin yumuşak güç boyutu, askeri kapasite kadar belirleyici olmasa da, analizi tamamlayan ve ihmal edilemeyecek derecede önemli bir çerçeve sunmaktadır.
Başat aktör değişiminin politik psikolojik boyutu
Yumuşak güç kavramı, bir aktörün (devlet, ulusüstü yapı ya da büyük şirket) başkalarının tercihlerini zorlayıcı araçlar kullanmadan, cazibe ve ikna yoluyla şekillendirme kapasitesi olarak tanımlanır. Joseph S. Nye tarafından kavramsallaştırılan bu güç türü, üç temel kaynaktan beslenir: kültür (iç ve dış kamuoyunda çekicilik üreten değer ve pratikler), siyasi değerler ve kurumlar (hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları gibi normatif çekim), dış politika tarzı (meşruiyet, tutarlılık ve çok taraflılık). Yumuşak güç, sert güçten farklı olarak askeri ve ekonomik zorlamaya değil, meşruiyet, güven ve itibar inşasına dayanır. Son kertede yumuşak güç, rıza üretme ve gündem belirleme kabiliyeti sayesinde uluslararası rekabette aktörlere sürdürülebilir etki sağlar.
Yaklaşık dört asır boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalan Ortadoğu bölgesine, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci güçlerin girişi doğrudan askeri güç projeksiyonu üzerinden gerçekleşmedi. Osmanlı yönetiminin zayıflamasıyla ortaya çıkan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar ile toplumsal huzursuzluklara karşın, bu ülkeler bölgeye ekonomik kalkınma, siyasi istikrar ve toplumsal refah vadederek geliştirildikleri yumuşak güç üzerinden önemli bir nüfuz elde ettiler. Özellikle Osmanlı çağının sonlarına doğru ortaya çıkan Osmanlı karşıtı milliyetçi hareketler, İngiltere ve Fransa’nın temsil ettiği değerlerin bölgenin geleceğine “benzersiz katkılar” sağlayacağına inanarak bu ülkelere yönelmeye başladı.
1920 yılındaki San Remo ve Paris konferanslarıyla kurumsallaşan İngiliz ve Fransız manda rejimleri, söz konusu toplumsal talepleri karşılamanın bu sistemler için mümkün olmadığını açıkça gösterdi. İngiltere’nin Mısır, Irak, Ürdün ve Filistin’de; Fransa’nın ise Suriye ve Lübnan’da uyguladığı sömürgeci yönetim tarzları, Arap Ortadoğu’sunda bu ülkelere karşı belirgin bir öfke ve tepki doğurdu. 1920’li yıllar boyunca başta Suriye ve Irak olmak üzere manda yönetimlerine yönelik isyanlar bu rahatsızlığın dışavurumuydu.
Aynı dönemde Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nin yaydığı sosyalist ilkeler bölgedeki entelektüel ve siyasal çevrelerde dikkat çekti. Bölgenin önemli ülkeleri bağımsızlığını kazanır kazanmaz Sovyet nüfuzuna yönelmeye başladı. Aynı zamanda sosyalizmin anti-emperyal söylemleri bölgede ciddi bir toplumsal karşılık da buldu. Bu eğilim, manda idarelerine karşı birikmiş rahatsızlığın doğrudan bir yansımasıydı. Kitlelerin sosyalist ideolojiye yönelmesinde henüz bölgede sömürgeci bir güç olmayan Sovyetlerin “temiz sicili” de etkili olmuştu. Ancak bölgede sosyalist ideolojinin geniş bir toplumsal taban bulmasına ve birçok rejimin Sovyetler’e belirgin bir yönelim göstermesine karşın, Sovyetler bölgede kalıcı ve güçlü bir nüfuz tesis etmekte başarılı olamadı.
1.Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa’nın zayıflamasıyla ve Sovyetlerin bölgede kalıcı bir nüfuz oluşturamamasıyla oluşan güç boşluğunu ABD’nin doldurması da “temiz sicil” algısıyla yakından ilişkilidir. İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci geçmişine karşılık ABD, başlangıçta bölge devletlerinin iç işlerine karışmama söylemi ve petrol gelirlerinde bölge ülkelerine daha adil pay verme yaklaşımıyla öne çıktı. Bu tutum, ABD’nin Ortadoğu’daki siyasi nüfuzunu güçlendiren önemli bir gerekçe ve meşruiyet zemini işlevi gördü. Nitekim İngiliz ve Fransız manda yönetimlerinin yerini, II. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığına kavuşan bölge devletleri ile ABD arasında kurulan “eşit” ilişkiler almaya başladı.
2.Dünya Savaşı sonrasında bölgede zorlayıcı araçlardan çok, ABD’nin yumuşak gücüne dayanan köklü bir nüfuz inşası öne çıktı. Bu dönemde ABD, kültür, sinema, spor, dış politika söylemi ve yaşam tarzı gibi yumuşak güç unsurları üzerinden Ortadoğu toplumlarının zihin dünyasına nüfuz ederek kalıcı bir etki alanı oluşturdu. ABD’nin etkisinin genişlemesi, bölge ülkelerinde Sovyet karşıtı bloklaşmayı teşvik etti ve giderek tüm bölge genelinde ABD’yi neredeyse rakipsiz kılan bir siyasi atmosfer ortaya çıktı.
1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan gibi Müslüman bir ülkeyi işgali, bölgede Sovyet karşıtı eğilimleri güçlendirdi. Bölgede Sovyet karşıtı eğilimler zaten ABD tarafından da desteklenmekteydi. ABD, bu süreçte kendisini Sovyet işgaline karşı Müslüman ülkeleri koruyan “güvenilir bir müttefik” olarak konumlandırarak bölgedeki meşruiyetini ve çekiciliğini artırdı. Böylece yumuşak gücünü, stratejik iletişim ve ittifak yönetimiyle pekiştirip bölgesel nüfuzunu derinleştirmeyi başardı.
ABD’nin bölgedeki yumuşak gücünün aşınması uzun sürmedi ve 2000’li yılların başında bu durum daha da belirginleşti. 11 Eylül saldırıları sonrasında Irak ve Afganistan’ın işgali, bölgede derin siyasi ve ekonomik krizleri tetikledi. Bu durum bölgedeki siyasi elitlerde ve toplumlarda yeni denge ve ortak arayışlarını teşvik etti. Bu bağlamda Çin ve Rusya ile yakınlaşma eğilimleri, söz konusu arayışların doğal bir uzantısı olarak ortaya çıktı.
Ne var ki 2010’lu yıllarda bölge geneline yayılan sokak isyanları ve İran’ın ideolojik ve politik nüfuzunu genişleten hamleleri, bölgesel istikrar açısından ABD ile ilişkilerin önemini yeniden artırdı. Bölge ülkeleri, içeriden yükselen isyan dalgası ve İran’ın maksimalist, revizyonist politikaları karşısında ABD’yi güvenilir bir dengeleyici ve müttefik olarak yeniden konumlandırdı. Bu eğilim toplumsal düzeyde de karşılık buldu. Bölgedeki etnik ve mezhepsel ayrımların bu eğilimin toplumsal düzeyde destek bulmasına yol açtığı söylenebilir. Irak ve Afganistan işgallerine rağmen, ABD’nin bölgede kültürel çekim gücü ve güvenlik sağlayıcı rolüne dair algısı belirli bir eşiğin üzerinde kalmaya devam etti. Sonuç olarak, ABD’nin yumuşak gücü 2000’lerin başında ciddi bir aşınma yaşasa da, 2010’larda ortaya çıkan iç türbülans ve İran kaynaklı bölgesel rekabet dinamikleri, ABD ile işbirliğini hem siyasal elitler nezdinde hem de toplum düzeyinde yeniden rasyonel ve cazip bir seçenek haline getirdi.
İsrail Soykırımının Gölgesinde ABD Nüfuzu
ABD’nin yumuşak gücündeki aşınma, 2010’lu yılların sonlarında yeniden görünür hâle geldi. Bu dönemde Arap Baharı olarak anılan toplumsal hareketler ve değişim talepleri karşısında ABD’nin statükocu aktörlere verdiği destek, söz konusu erozyonun temel nedenlerinden biri oldu. 7 Ekim sonrasında benimsenen tutum ise bu süreci belirgin biçimde hızlandırdı. ABD, bu süreçte İsrail’in maksimalist taleplerine ve İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma neredeyse koşulsuz siyasi ve askeri destek sundu. Gazze ve Batı Şeria’daki yıkıcı operasyonlara verilen bu desteğin yanı sıra, Irak, Suriye, Lübnan, İran ve Yemen’e yönelik uluslararası hukuka aykırı olarak değerlendirilen saldırılara da fiilen onay verdi hatta zaman zaman bu saldırıları İsrail’le birlikte gerçekleştirdi.
Bu yaklaşım, ABD’nin bölgedeki normatif meşruiyetini ve yumuşak gücünü ciddi biçimde aşındırdı. Son çeyrek asırda biriken olumsuz tecrübeler ABD’nin “sicilini” daha da tartışmalı kılarken, bölgede ABD karşıtı eğilimlerin güçlenmesine zemin hazırladı. Özellikle çok sayıdaki ateşkes girişiminin başarısızlığı ve 9 Ekim’de ilan edilen ateşkese rağmen İsrail’in Gazze’ye saldırıları sürdürmesi, ABD’ye duyulan güveni derin şekilde sarstı. Neticede, ABD’nin bölge politikasında izlediği bu çizgi, yumuşak gücündeki erozyonu hem hızlandırdı hem de kalıcılaştırdı.
ABD’nin siyasi, ekonomik, diplomatik ve askeri desteğini arkasına alan İsrail’in Gazze’deki soykırımı ve bölge geneline yayılan saldırıları, ABD’nin bölgedeki normatif meşruiyetini ve yumuşak gücünü gözle görülür biçimde aşındırırken; Çin’in “barış içinde bir arada yaşama” eksenli pragmatik söylemi ve çatışma dışı konumlanışı, Ortadoğu’da yumuşak güç dengesini kaydıran yeni bir moment üretti.
Gazze sonrasında ABD’nin meşruiyetinde hızlanan aşınma ile Çin’in müdahalesiz, fayda odaklı pragmatizmi birlikte değerlendirildiğinde, “sert güvenlik” yerine “istikrar ve kalkınma”yı önceleyen bir tercih mimarisinin öne çıktığı görülüyor. Bu eğilim, bölge ülkelerinin dengeleme kapasitesini artırırken yumuşak güç dengesinde kademeli olarak Çin lehine bir kaymaya işaret ediyor. Ancak bu durumun, ABD’nin yerini bütünüyle Çin’in aldığı sıfır-toplamlı bir dönüşüme evirilip everilmeyeceği hâlâ tartışmalı bir mesele olarak duruyor.
Nitekim son dönemde yaşanan gelişmeler, iki farklı yaklaşımın somut örneklerini sunuyor. ABD’nin, İsrail’in doğrudan İran’a ve İran vekili unsurlara yönelik saldırılarını destekleyen çizgisi güvenlik-merkezli ve taraflı bir pozisyonu pekiştirirken; Çin, 2024 Mart’ında Pekin’de İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilimi diplomatik kanallarla yumuşatmayı başararak “arabulucu, müdahalesiz ve fayda-odaklı” profilini güçlendirdi.
Ortadoğu’da yaşanan güç dönüşümü, klasik askeri rekabetten ziyade yumuşak gücün şekillendirdiği yeni bir jeopolitik gerçekliğe işaret ediyor. Bölge, tarih boyunca küresel aktörlerin meşruiyet ve cazibe sınavına sahne olmuştur. 20. yüzyılın ikinci yarısında ABD, demokratik değerler ve kalkınma vaadiyle oluşturduğu yumuşak güç çerçevesi sayesinde başat aktör konumuna yükselmişti. Ancak son yıllarda, özellikle Gazze soykırımı sonrasında izlediği politikalar bu meşruiyetin ciddi biçimde aşınmasına yol açtı. ABD artık bölgede güvenlik sağlayıcı değil, krizi derinleştiren bir aktör olarak algılanıyor. Buna karşılık Çin, “barış içinde bir arada yaşama”, “müdahalesizlik” ve “karşılıklı fayda” söylemleriyle bölge ülkeleri nezdinde dikkat çekici bir cazibe merkezi hâline geliyor. Çin’in Suudi Arabistan-İran uzlaşmasındaki rolü, bu yumuşak güç stratejisinin somut bir örneğidir. Yakın gelecekte Çin’in ABD’yi tamamen ikame etmesi olası görünmese de, bölge siyasetinde dengeleyici gücünün artacağı öngörülebilir. Dolayısıyla Ortadoğu, artık tek kutuplu değil; çok merkezli bir güç mücadelesinin mekânına dönüşmektedir. Bu yeni dönemde, yumuşak gücü en etkin kullanan aktör, bölgenin siyasal geleceğini şekillendirme kapasitesine sahip olacaktır.
[*] Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı., [email protected].