Orta Doğu’da Küresel Kaos ve Kırılganlık
Teknik resesyon genellikle reel GSYH’nin iki çeyrek üst üste düşmesi olarak tanımlansa da, daha geniş ekonomik gerilemeler genellikle bir dizi ek faktörü içerir. Buna çarpıcı bir paralellik olarak, Amerika Birleşik Devletleri kendi “siyasi durgunluğu” olarak nitelendirilebilecek bir siyasi kriz döngüsüne girmiş görünüyor.
Tıpkı ekonomik durgunluğun bir ülkenin finansal sistemindeki temel zayıflıkları açığa çıkarması gibi, Trump’ın yeniden seçilmesi de Amerikan siyasi kurumlarında uzun süredir devam eden erozyonu gözler önüne serdi. Bu kriz; azalan kamu güveni, kökleşmiş kurumsal tıkanıklık, jeopolitik zorlukları ele alma konusundaki artan yetersizlik ve kendi ittifak haritasını sarsma gibi unsurlarla karakterize ediliyor—bu durum, yalnızca dönemsel bir istikrarsızlıktan ziyade sistemik bir durgunluğun belirtilerini taşıyor.
Bu istikrarsızlık yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı değil; aksine, küresel sahnede yankı buluyor. Milenyum sonrası gerçekleşen iki işgalin ardından geçen on yıllarda, daha geniş kapsamlı bir siyasi bunalım şekillendi—Amerikan siyasi çürümesine hem katkıda bulunan hem de onun tarafından şiddetlenen kapitalizmin sistemik krizi.
Bush dönemindeki iki işgalin yerini, Obama yönetiminin tutarsız politikaları aldı ve ardından Trump’ın pervasız öngörülemezliği geldi. COVID-19’un ardından kriz daha da derinleşti ve Biden’ın büyük ölçüde Obama’nın jeopolitik stratejileri ile Trump’ın küresel ekonomik ilişkilere yaklaşımının bir karışımını devralmasıyla “Amerikan sorunu” tırmanmaya devam etti. Dünya şimdi ikinci bir Trump döneminin sonuçlarına hazırlanırken, Washington’un istikrarsızlığı tüm uluslararası toplumun katlanması gereken bir yük haline geldi.
Amerika’nın iç huzursuzluğunun etkisi hiçbir yerde Orta Doğu’da olduğu kadar şiddetli hissedilmiyor. Soğuk Savaş’ın ardından bölge, 20. yüzyılın sonlarında başlayan ve 21. yüzyılda da silinmez izler bırakan ABD askeri müdahalelerinin başlıca sahnesi haline geldi. 11 Eylül’den sonra Washington dış politikasını terörle mücadeleye neredeyse tek bir odak noktasına indirgedi; bu miyop strateji hem yurt içinde hem de yurt dışında ağır bedeller ödetti.
ABD, İsrail merkezli bir jeopolitik düzeni koruma çabası içinde, aşırılıklarının yükünü daha geniş bir bölgeye yükledi. Şimdi, Amerikan sorunu küresel olarak yayılırken, Ortadoğu’daki yansımaları da yoğunlaşıyor, bölgesel kırılganlıkları daha da arttırıyor ve yeni bir belirsizlik dönemini başlatıyor.
Orta Doğu’da uzun süredir İsrail merkezli “sürdürülebilir istikrarsızlığı” ayakta tutan kırılgan düzen artık baskı altında. Amerikan jeopolitik ve güvenlik garantilerine büyük ölçüde bağımlı olan İsrail, Washington’un küresel angajmandan çekilme hızının artmasıyla kaçınılmaz olarak zorlanacaktır. Koruyucu bir şemsiye altında kalmaya devam etse bile, ABD siyasetindeki değişen dinamikler—özellikle yeni yönetimde İsrail’in destekçilerinin gösterdiği coşku—mevcut bölgesel düzenin sürdürülmesi çabalarını daha da zorlaştıracaktır.
Hızla değişen bu ortamda, Orta Doğulu aktörler jeopolitik stratejilerini rasyonalize etmek zorunda kalacaklardır. Bu zorunluluğun temelinde iki ana etken bulunmaktadır:
Birincisi, çok kutuplu bir dünyaya doğru yaşanan kaçınılmaz geçiştir. Jeopolitik harita yeniden çizilirken, Washington’un tırmanan ticaret savaşları, uzun süredir tek kutuplu düzenin istikrarına alışkın olan bölgesel güçleri ekonomik ortaklıklarını yeniden değerlendirmeye zorlayacaktır. Trump’ın korumacı politikaları nispeten kolay bir şekilde uygulamaya konulmuş olsa da, ekonomik milliyetçiliğin her yeni dalgası iş birliği çerçevelerini daha da zayıflatarak geleneksel ittifakların erozyonunu hızlandırmaktadır. Sonuç olarak, Orta Doğu ülkeleri, küresel ticaret gerilimlerinin yoğunlaştığı bir ortamda çıkarlarını korumak için jeopolitik hizalanmalarını giderek daha fazla yeniden ayarlamaya çalışacaklardır.
İkinci dönüştürücü güç, hem Tel Aviv’in hem de Şam’ın değişen yeni jeopolitik önemidir. İsrail artık sadece ABD liderliğindeki bölgesel düzenin temel taşı değil; hem bölgesel hem de küresel ölçekte daha geniş bir “İsrail sorununu” sembolize eder hale gelmiştir. Öte yandan, Suriye artık yalnızca ABD, Rusya, İran ve İsrail arasındaki vekalet çatışmalarının yaşandığı bir savaş alanı değildir. Suriye’deki değişen dinamiklerin açık faydalanıcısı olan Ankara, aynı zamanda yeni bölgesel zorluklarla da karşı karşıya kalacaktır. ABD’nin Suriye’deki devam eden varlığı ve İsrail’in süregelen işgali, Türkiye için önemli bir jeopolitik endişe kaynağı olmaya devam etmektedir.
Suriye devrimi, yalnızca Esad rejiminin çöküşüne işaret etmekle kalmadı, aynı zamanda uzun süredir yönetilen istikrarsızlık üzerine kurulu bölgesel düzenin çözülüşünü de simgeledi. Buna paralel olarak, İsrail’in milenyum sonrası politikaları—hem Filistin sorununun hem de Filistin halkının varlığının açıkça inkâr edilmesiyle karakterize edilen—giderek daha savunulamaz hale geliyor. Uzun süredir bir kenara itilmiş olan Filistin meselesi, bölgesel jeopolitikte belirleyici bir faktör olarak yeniden ortaya çıkmıştır.
Bu değişen dinamiklerin ortasında, stratejilerini ortaya çıkan jeopolitik gerçekliğe uyarlayabilen aktörler muhtemelen daha fazla nüfuz elde edeceklerdir. Aynı şekilde, bölgenin ötesinde, Avrupa, Rusya ve Çin’in dönüşen Orta Doğu paradigmasına ne kadar hızlı adapte olacakları, Washington’un siyasi düzensizliğinin istikrarsızlaştırıcı etkilerinden kendilerini yalıtma becerilerini belirleyecektir.
“Amerikan sorununun” küresel düzende köklü bir değişime yol açması muhtemeldir. Böyle bir dönüşüm Orta Doğu’daki belirsizliği derinleştirebilecek olsa da, bölgesel aktörler ittifak yapılarını ne kadar hızlı güncellerlerse, dünya düzeninin olmadığı bir ortamda bile gelecekteki krizleri o kadar etkili bir şekilde yönetebilirler.
Kaynak:https://www.ankaraenstitusu.org/en/global-chaos-and-fragility-in-the-middle-east/
Tercüme: Yavuz Aslan