Orta Doğu’da İki Gözyaşının Savaşı

 Bir Değerlendirme ve Bundan Sonra Ne Olacak

 

7 Ekim 2023 tarihli operasyonun tetiklediği olaylar dizisi, o zamana dek gizli kalmış olan önceden mevcut gerçeklikleri açığa çıkardı. 7 Ekim öncesinde Orta Doğu, Filistinlileri dışlayan ve onların haklarını ve çıkarlarını hiçe sayan bir doğrultuda evriliyordu. Filistinlilerin tarih sahnesine çıkışı —ya da daha doğrusu dönüşü— onların haklarını, çıkarlarını ve hatta varlıklarını inkâr eden birçok projenin sekteye uğramasına yol açtı. Aynı zamanda, bölgede en azından Oslo Anlaşmaları’ndan (1993) bu yana birikmekte olan gerilimin tırmandığı bir dönemin de başlangıcını teşkil etti. Orta Doğu’daki başlıca güçler karşı karşıya geldi: bir yanda Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail, diğer yanda ise direniş ekseni (Filistinliler, İran, Hizbullah, Ensarullah). Derslerle dolu bu sonucun belirleyici olduğu söylenemese de, direniş ekseni açısından oldukça olumlu olduğu açıktır.

7 Ekim 2023’ten Önce

7 Ekim arifesinde Orta Doğu’daki tablo şuydu: Oslo Anlaşmaları’nın Filistinliler açısından ters etki yaratmasının ardından, Filistinliler bu anlaşmaları destekleyen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile Hamas dahil karşı çıkan gruplar arasında bölündü; bu bölünme, Filistin topraklarının Batı Şeria’da FKÖ’ye bağlı Filistin Yönetimi ile Gazze’de Hamas ve diğer örgütler arasında fiilen ayrılmasına neden oldu; artık tek sesle konuşamayan Filistinliler birbirlerini etkisiz hâle getirdiler ve hem kendi geleceklerine hem de bölgeye dair müzakerelerden dışlandılar; Irak, Libya ve Suriye’deki savaşlar tüm dikkatleri üzerine çektiğinden Filistin meselesi geri planda kaldı ve ABD-İsrail ikilisi dilediği gibi hareket etti.

Amerika Birleşik Devletleri, Filistinlileri dikkate almayan planlar yapmıştı. Bush II dönemi sırasında yeni muhafazakârlar tarafından geliştirilen ilk formül “Büyük Ortadoğu”ydu. Bu plan, birkaç Arap ülkesinin rejimlerini güç kullanarak —“devrim” kisvesi altında gerçekleştirilen işgaller ya da darbeler yoluyla— devirmek, ardından ABD denetiminde hükümetler kurmak ve mezhep ve/veya etnik hatlar boyunca parçalanmaya mahkûm olan bu ülkelerin kontrolünü ele geçirmek anlamına geliyordu. Amaç, Arap ülkelerini İsrail’in başı çektiği ve nihai efendisi olarak ABD’nin yer aldığı bölgesel bir blok altında birleştirmekti. Bu ittifakın temel görevi, ABD ve İsrail adına İran’a karşı savaşmaktı.

Başlangıçta İran’a yönelik saldırı, 2003 Irak işgalinin ardından ABD’nin yürüteceği bir harekât olarak planlanmıştı. Ancak ABD’nin Irak’ı denetim altına alamaması ve Irak direnişi nedeniyle verdiği askerî kayıplar, savaş hevesini kırdı. İran ise, Suriye, Hizbullah, Hamas ve Ensarullah ile ilişkiler geliştirerek bir direniş ekseni oluşturmak suretiyle bu saldırıya hazırlandı. Bu strateji, 3 Ocak 2020’de ABD tarafından suikasta uğrayan İranlı General Kasım Süleymani tarafından savunulmuş ve hayata geçirilmişti. Amerikan “Büyük Ortadoğu” projesi sıkıntıya girmişti. Araplarla İsraillileri askerî bir ittifak içinde birleştirme fikri tamamen hayal ürünüydü ve plan kısa sürede unutulup gitti.

Bu proje, 2020 yılında “Abraham” Anlaşmaları ile ekonomik bir proje olarak yeniden canlandırıldı; bu anlaşmalar, ABD’nin himayesinde Arap devletleri ile İsrail arasında aracılığı yapılan mutabakatları içeriyordu. Ekonomik iş birliği, siyasi anlaşmazlıkları çözmeyi —ya da en azından üzerini örtmeyi— amaçlıyordu. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas bu anlaşmaları İsrail ile imzaladı. Suudi Arabistan da bu yolu izlemek üzereydi ki, 7 Ekim 2023’teki operasyon gerçekleşti ve Filistin meselesini yeniden gündemin merkezine taşıyarak her şeyi durdurdu.

Bu projeye, 9 Eylül 2023’te duyurulan bir başka girişim daha eklendi: Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (India-Middle East-Europe Economic Corridor – IMEC). Bu koridor, Hindistan ile Avrupa’yı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden birbirine bağlayacak, İsrail ise Asya’dan Avrupa’ya gidecek malların giriş noktası olacaktı. Arap ülkeleri ile İsrail’i birbirine bağlayan IMEC, aynı zamanda Hindistan’ı Çin’den uzaklaştırarak Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşı koymayı da amaçlıyordu. Orta Doğu, ABD hâkimiyeti altında Arap devletleri ile İsrail’in birleştiği ve Filistin işgalinin normalleştirildiği bir doğrultuda ilerliyordu; Filistinliler ise tarihin kenarına itiliyordu. İşte bu senaryo, 7 Ekim’deki dramatik müdahaleyle ansızın kesintiye uğradı.

Çatışma ve Sonuçları

Amerika Birleşik Devletleri ve çok sayıda Batılı ülkenin desteğiyle İsrail, hedefleri açıkça ilan edilmiş bir saldırı kampanyası başlattı: Hamas’ı yok etmek, Gazze’yi yerle bir etmek, Gazze’de etnik temizlik yapmak (bir soykırım), ve rehineleri zorla geri almak. Mısır’dan, ülkelerinden zorla çıkarılan Filistinlileri kabul etmesi talep edildi. Aynı anda, Amerikan-İsrail kampı tüm direniş eksenine karşı savaş açtı: Hizbullah, Suriye, Ensarullah ve İran. Zincirlerinden boşanmış halde ve Amerikan ile Batılı desteğinden emin olan İsrail, tüm düşmanlarına aynı anda saldırdı. Bu savaşın yapısı, İsrail’in ABD tarafından sağlanan tüm kaynaklarla saldırıya geçen taraf olması, karşıtlarının ise savunma konumuna geçerek tüm kaynaklarını kullanmaktan kaçınması ya da hiç tepki vermemesi gerçeğiyle karakterize edildi. Dikkat çekici olan, bu yapının küresel düzeydeki çatışmanın da bir yansıması olmasıydı: saldırgan hamleleri başlatan ABD, bu hamlelere karşı koymakla yetinen ise onun rakipleri.

İki yıl süren katliam, insanlığa karşı işlenen suçlar, planlı kıtlık ve ölümcül çılgınlığın ardından İsrail hiçbir hedefine ulaşamadı. Gazze gerçekten de 80.000 tondan fazla bombayla harabeye çevrildi, ancak Filistinliler oradan ayrılmadı. Ezici askerî üstünlük ve suikastlara rağmen İsrail, faaliyetlerini durmaksızın sürdüren Hamas’ı ortadan kaldıramadı. Hamas, yapısını ve sivil ile askerî komuta organlarını muhafaza etti. Rehineler zorla değil, Hamas ile yapılan müzakereler sonucunda, Filistinli tutuklularla takas yoluyla serbest bırakıldı.

Amerika Birleşik Devletleri, Ekim 2025’te İsrail’deki çıkmazı sona erdirmek üzere bir ateşkes sağlamak için iki nedenle devreye girdi. Birincisi, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşen ve seyredilen soykırım, başta ABD olmak üzere Batı kamuoyunu dehşete düşürmüş ve İsrail’i destekleyen Batılı hükümetlerin itibarını zedelemişti; İsrail’in Batılı destekçilerinin bu durumu örtbas etmeye devam etmesi artık mümkün değildi. İkincisi, İsrail’in Gazze’yi tamamen işgal etme tehditleri uygulanabilir değildi; şehir savaşı yüzlerce askerin hayatına mal olacaktı ve İsrail ordusu haftalardır bu konuda uyarılarda bulunuyordu. İsrail Gazze’de ölüm saçtı, ancak bu bölgeyi —ne kadar küçük olursa olsun— hiçbir zaman gerçek anlamda kontrol edemedi.

Hizbullah’a gelince, bazı liderlerinin suikasta uğraması sahada üstünlüğünü korumasını ve İsrail’in Lübnan’da toprak işgal etmesini engellemesini önlemedi. Yemen’de Ensarullah, ABD’yi kendisine karşı yürüttüğü kampanyayı terk etmeye mecbur bıraktı ve 2025’te de 2023’teki kadar savaşçı bir tutum sergilemeye devam ediyor. Haziran 2025’te İran’a yönelik saldırı ise, İran’ın verdiği karşılık İsrail’in zayıf noktalarını ve kendini savunabilecek bir düşmana karşı uzun süreli bir savaş yürütme kapasitesinden yoksun olduğunu ortaya koyunca, İsrail açısından bir fiyaskoya dönüştü. İsrail ateşkes talep etmek zorunda kaldı ve Ekim 2025’te Gazze’de olduğu gibi, bu zor durumdan onu kurtarmak için ABD devreye girdi. Direniş ekseninin Aralık 2024’te önemli bir gerileme yaşadığı —Suriye’nin El Kaide cihatçılarının eline düşmesi— doğrudur, ancak bu durumda İsrail’in rolü küçük ve dolaylıydı; çünkü bu devrim, Türkiye’nin verdiği destek ve 2011’de başlayan savaşı kazanan ama barışı kaybeden Suriye hükümetinin eksiklikleri nedeniyle gerçekleşti.

Genel sonuç açık ve nettir: Eğer karşı taraf dirençliyse, yalnızca askerî güçle irade dayatmak mümkün değildir. İsrail’in tüm hedefleri ulaşılamaz kaldı. Filistin direnişinin yürüttüğü bu eşitsiz mücadele, taraflar arasındaki muazzam güç farkına rağmen İsrail’in savaş makinesini etkisiz hale getirdi. Asimetrik savaş stratejisi, zayıf bir gücün, daha üstün bir gücü, operasyonlarını sürdürmesinin maliyetini artırarak geri püskürtmesini mümkün kılar. İran, (ABD’nin de katıldığı) bir saldırıdan sağ çıktı ve galip geldi. Arap dünyası ne kadar zayıf, bölünmüş, durağan ve yönünü kaybetmiş olursa olsun, boyun eğdirilmesi kolay değildir — İran için ise bu hiç mümkün değildir.

Özetle, Netanyahu’nun gürültülü söylemlerine rağmen İsrail’in saldırı stratejisi sınırlarına ulaşmıştır. İsrail’in kaynaklarını, kendi lehine koşullar altında azami düzeyde kullanması dahi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Askerî üstünlük, askerî sonuçlara —hele ki siyasi sonuçlara— yol açmaz. Temel sorunlar ele alınmaksızın, güce dayalı çözümler başarısızlığa mahkûmdur.

Görünüm

İsrail’in başarısızlıkları göz önüne alındığında, Filistinliler, İran ve Hizbullah ile çatışmaları mümkün olan en kısa sürede yeniden başlatacağı varsayılabilir. Bu değerlendirme gerçekçi, öngörülü ve inandırıcıdır. Gerçekleşmesi mümkündür, hatta muhtemeldir. Ateşkesleri yalnızca saldırılar arasındaki birer ara dönem olarak gören İsrail’in davranışlarıyla da tutarlıdır. Ancak bir başka, en az bu kadar felaketle sonuçlanabilecek olasılık daha vardır: mevcut çatışmaları askıya alarak “Abraham” Anlaşmalarını yeniden canlandırmak. Amerika Birleşik Devletleri bu yönde eğilim gösterebilir; Gazze’de ultra zenginlere yönelik emlak geliştirme, Riviera tarzı tatil köyleri ve kumarhane fantezilerini bir kenara bırakabilir ve İran’a karşı planladığı yeni saldırıyı erteleyebilir. 2023 ile 2025 yılları arasında Orta Doğu üzerindeki hâkimiyetini pekiştiremeyen Amerika Birleşik Devletleri, bölgede yürüttüğü saldırıları geçici olarak duraklatıp Rusya’ya ve ardından çok geçmeden Çin’e karşı savaşmaya yönelebilir.

Filistinliler, 7 Ekim öncesinde olduğu gibi, Arap-İsrail normalleşmesi arayışında bir kez daha unutulacaktır. 2023-2025 yılları arasında Gazze’de yaşanan büyük trajedi, İsrail’in 2008-2009, 2012, 2014 ve 2021 yıllarında gerçekleştirdiği daha seyrek saldırılara benzeyecektir. Filistinliler, 2023-2025 yıllarında maruz kaldıkları büyük acıların ve elde ettikleri kayda değer başarıların boşa gitmemesini ve siyasi hakları uğruna verdikleri fedakârlıklara denk düşen sonuçlara dönüşmesini sağlamakla yükümlüdür.

* Samir Saul, Paris Üniversitesi’nden tarih doktorasına sahiptir ve Montréal Üniversitesi’nde tarih profesörüdür. En son kitabı L’Impérialisme, passé et présent. Un essai (2023) adlı çalışmadır. Ayrıca Intérêts économiques français et décolonisation de l’Afrique du Nord (1945-1962) (2016) ve La France et l’Égypte de 1882 à 1914. Intérêts économiques et implications politiques (1997) adlı kitapların yazarıdır. Méditerranée, Moyen-Orient : deux siècles de relations internationales (2003) adlı kitabın da ortak editörüdür. E-posta: [email protected]

 

** Michel Seymour, 1990’dan 2019’a kadar ders verdiği Montréal Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden emekli bir profesördür. Aralarında A Liberal Theory of Collective Rights (2017); Jérôme Gosselin-Tapp ile birlikte yazdığı ve yazarlarına Kanada Felsefe Derneği Ödülü’nü kazandıran La nation pluraliste; 2008’de yayımlanan ve Kanada Beşeri ve Sosyal Bilimler Federasyonu’nun Jean-Charles Falardeau Ödülü’nü kazandığı De la tolérance à la reconnaissance gibi bir düzine monografın yazarıdır. Ayrıca, 2001’de yayımlanan Le pari de la démesure adlı eseriyle Action nationale dergisinden Richard Arès ödülünü almıştır.

E-posta: [email protected] Web sitesi: michelseymour.org

 

Kaynak: https://www.pressenza.com/2025/11/two-years-of-war-in-the-middle-east-an-assessment-and-what-comes-next/