‘Ölü Ordunun Generali’

Arnavut yazar İsmail Kadare, “Ölü Ordunun Generali*” isimli romanında, II. Dünya savaşında Arnavutluk’u işgal eden İtalyan askerlerinin cesetlerini 20 yıl sonra almaya gelen bir İtalyan generalini anlatır. Askerlerinin kemiklerini toplayıp memleketlerine götürecektir. Cepheleri ve savaşın geçtiği mekânları dolaşır tek tek. Elindeki listede bütün ölülerin bilgileri vardır. Yaşları, boyları, isimleri, doğdukları yerler, aileleri… Her biri başka bir yöredendir, başka hikâyelerin çocuklarıdır. Yüce? Bir görev için gelmişlerdir buralara ve o uğurda ölmüşlerdir.

General iki ülke arasındaki anlaşma sonucu üstlenmiştir bu görevi ve elinde izin kağıdı vardır. Ama birçok yörede halkın tepkisi veya yerel görevlilerin direnci ile karşılaşır. Çünkü onlar işgal askerleridir ve şimdi bir özür bile dilemeden gelip her yerde kazı yapmaları zorlarına gitmektedir. Buna rağmen büyük bir sabır ve özveri ile yapar görevini general. Askerlerinden arta kalanları götürecektir ailelerine. Zaten gelmeden yüzlerce anne, baba, eş dayanmıştır kapısına, evladımızı, eşimizi, sevgilimizi getir, hiç değilse ona bir kabir yapalım, demişler, büyük bir vicdani sorumluluk yüklemişlerdir generalin omuzlarına… bu zor görevi yanındaki rahiple birlikte uzun ve yorucu bir araştırmadan sonra yerine getirir general. Ama birçok yerde cesetler karışmıştır birbirine. Bulduğu vücutların bazı uzuvları da eksiktir…bazılarının kafatasını diğerinin iskeletine koyar, birinin elini diğerinin koluna ekler, tamamlayabildiği kadarını birer naylon torbaya toparlayıp ulaştırır İtalya’ya…

Ölmüş bir ordunun generali, bu görev boyunca çok kızar savaş dönemi komutanlarına, bu cephede yanlış strateji izlemişler der, şu köye girerken erken davranmış komutan, burada mevziiyi uygunsuz bir yere kazdırmış, şurada daha düzenli geri çekilmesi gerekirmiş̧… General, kendi görevinin savaşmayı bilmeyen eski komutanların beceriksizliklerini kapatmak olduğunun bilincindedir. Ulusunun onurunu kurtarmak için buradadır ve başarısız komutanların kurbanlarını toparlamak, onların savaşından daha zor bir iştir. General daha başka sıkıntılarda yaşar ve sonunda görevini yapmanın huzuruyla ayrılır Arnavutluk’tan…

İsmail Kadare’nin bu ilginç hikâyesini okuduğum günlerdi. İlginç tesadüflerle yoğun bir gün yaşamıştım. Bir birinden alakasız, onlarca kişiyle aynı gün içinde arka arkaya ve nedensiz karşılaşmış ve görüşmeler yapmak zorunda kalmıştım. Eski bir solcu arkadaşımla karşılaşmıştım yolda. Ayaküstü lafladık. Ardından uğradığım bir iş adamının ofisinde MHP’li biriyle PKK’lı bir misafirin tesadüfen aynı ortamda olmalarına tanık oldum. Uzun bir sohbet geçti aramızda. Sonra hala İslamcı kalmış bir dostla yeni siyasetçi bir başka eski dostun olduğu başka bir görüşmede buldum kendimi. Ardından akrabalarımın kısa bir taziye evi sohbeti içinde halkın sıradan gündeminin tam ortasındaydım. Derken bir başka yerde ulusalcı Kemalist ve Alevi meşrep kişilerle tesadüf ettim. Gündem üzerinden uzunca bir süre konuştuk. Sonra farklı şekillerde Alperen ocaklarından gelen arkadaşlar ve ardından yeni partileşmiş muhalif bir siyasi hareketten başka dostlar, derken liberal takılan birkaç gençle ve en son benim de müdavimi olduğum bir kahvehanenin müdavimleriyle muhabbetler… Daha sonra akşam bir toplantıda Fethullah cemaatinden bir tanıdıkla karşılaştım, oradan çıkıp eve giderken Balkan göçmeni komşumla kapı önü sohbetten sonra kendimi eve zor atmıştım. Kim bilir, belki arada unuttuğum birkaç telefon görüşmesi daha vardı. Böyle tuhaf geçen bir günün yorgunluğu üzerimdeyken son sayfalarında olduğum bu roman kahramanı generali hatırladım… Kendimi birden o generalle özdeşleştirdim. Gerçekten Ölü bir ordunun generali gibiydim o gün.. Günün özeti dağınık, parçalı, karma karışık bir şekilde geçiyordu beynimden. Farklı kimlikten, yaştan, cinsiyetten, meşrepten, mezhepten, inançtan, farklı dertlerden, sevinçlerden, farklı işlerden, farklı yerlerden, mekanlardan onlarca sima, yüzlerce cümle, bir çok enstantane, jest, mimik, değişik ses tonları, bakışlar… Beynimin perdesinden bir birine karışmış halde dönüp duruyordu. Gün boyu iskelet toplamış gibiydim ve kimin sözü kimin ağzından çıkmış, hangi mimik hangi ortamdaki muhabbetin en aklımda kalan sahnesiymiş, hangi arkadaşın saçı ağarmış, hangisinin yüzüne kan gelmiş, kimin evine kredi kartı borcundan dolayı haciz gelmiş, kim hangi kongredeki listede yer alacakmış… Torbalar dolusu “iskeletle” eve dönmüştüm. Hepsini karma karışık etmiştim.

En çokta sözleri karıştırıyordum; “Şu Kürtlerin ayrı bir devlet talebinden vazgeçtiklerini söylemeleri yalan aslında, zamana yaydılar taleplerini. Şimdilik anadilde eğitim dilinin Kürtçe olmasında ısrar edecekler, sonra otonom bir Kürt bölgesi oluşturacaklar, ardından sadece Kürtlere ait bir devlet kuracaklar… Ayda yedi yüz elli lira alıyorum dört yüzü kiraya gidiyor iki çocuk var, babamda aynı şartlarda bizi büyütmüştü. iktidar neyi değiştirmiş oluyor anlamıyorum. Cihadı unutan Müslüman’a münafık denir. Solun Alevi bilinçaltının dışavurumu olmaktan kurtulması lazım. Metrobüse koyun gibi biniyoruz üstelik durakları hep yollardan uzak yerlere yapmışlar. Bu maaşla geçinemiyoruz kardeşim, babamda geçinemezdi. Hepimiz Ermeni’yiz dedikleri günden beri hepsinden soğudum. Eskiden ciddiye alırdım bu liboş solcuları. Artık Avrupa’nın ve Ermeni lobisinin temsilcileri olarak görüyorum onları. ‘Hocaefendi’ başından beri aynı çizgide. Hiç bir zaman güç sahipleriyle çatışarak bir şeyler yapılabileceğine inanmadı. 1938 Kasımının 10’unda saat dokuzu beş geçe bitti bu ülke. Ondan sonra emperyalizme yem oldu. Karşı devrim İnönü’yle başladı. Türküm demeye utanır olduk arkadaş. Böyle giderse Kürtçü olmayan herkes ırkçı sayılacak. Bugünleri de mi görecektik. Nolur ki cem evleri de ibadethane olsa. Aleviler bu toplumun gariban insanları. Hep üzerlerinden kavga edildi ve altta onlar ezildi. Bu ordu ülkesini işgal etmiş bir nato ordusudur. Bunların belini kırmadan gelmez demokrasi memokrasi. Amerika’nın Türkiye’yi bölme planı adım adım işliyor. iktidar limanları şirketleri toprakları düşmana satıyor. İkinci bir ulusal kurtuluş savaşının koşulları olgunlaşıyor. Ergenekon zihniyeti hala direniyor. İran’daki mollalar gibi her değişim adımına takoz oluyorlar. Taşeronlaştırma yoluyla köleleştiriyorlar. Hiç bir hakkı ve seçeneği olmayan örgütsüz işçiler sistemi kuruluyor. Halkın küresel kapitalizmin vahşi düzenine hazırlanması operasyonu bu. İngilizlerin bir kanadı İsrail lobisiyle çatışıyor. Bak Şili’deki madencilerin kurtarılması İran liderinin görkemli Lübnan ziyaretine denk getirildi. Direniş eksenini gölgelemeye çalışıyorlar. Eskisi gibi karlı iş yapamıyoruz artık kardeşim dar bir çete var ve dışardan kimseye iş verdirmiyor. Her yerde aynı tezgâh kurulmuş. İşçiye, gecekondu halkına güvenmeyeceksin arkadaş. Bak 12 Eylül öncesi solcular gitti yol su kanalizasyon yaptı, ama darbede onları ilk ihbar edenler o halk oldu. Bugün asıl Sünniliğe saldırı var. Alevicilik Kürtçülük ümmetçilik, hep Sünni Türk ana damarı yıkmaya dönük uzun vadeli bir plan. Çünkü bu damar yok edilirse bu ülke çöker. Mecburen evlenmiştim zaten onunla. Hiç sevmemiştim. Çocuk olunca idare ettim yıllarca. Ne yapayım buraya kadarmış. Ben de biraz yaşamak istiyorum… İlk defa yüreğim kıpır kıpır onu görünce elim ayağım titriyor. Aşk her şeyi affeder. Açlık sınırında kaç milyar insan var. Irakta Afganistan’da Filistin’de milyonlarca Müslüman katledildi. Adalet davası sahipsiz kaldı. Yeni bir siyasi hareketin buradan çıkış yapması lazım. Salla gitsin dünyayı. Herşey boş. Hiç bir şeyi ciddiye almamak lazım. Ulan bu devletin bütün gücü de Kürtlere yetiyor. Amerika’ya İsrail’e göstermediği kinini kürde gösteriyor. Müslümanlar ikiyüzlü. Hani kendin için istediğini kardeşin içinde isteyecektin. Anadilde eğitimi Bulgaristan’da Almanya’da istiyorsun Kürt olunca sus pus oluyorsun. Arkadaş ben anlamam 25 devlet kopmuş bizden artık bir milim toprak kopartamazlar. Gitsin Erbil’de yaşasınlar. İstanbul’u da terk etsinler. Burası Türk yurdu. Hem çocuklarımız tercüman vasıtasıyla mı konuşacak. Hastaneye gittim doktor şöyle bi bakıp ilaç yazdı. Yahu bir söylesene hastalığın şundan olmuş şöyle yap böyle yap. Suratsız herif. Hepsi tüccar olmuş bu doktorların. Ermeni lobisi İran desteğiyle Avrupa ve ABD’den kaşıyor bu Kürt işini. Aslında 1915’in intikamını Kürtlerden de alıyorlar. Bak PKK’ ya en çok Kürt öldürdü, kürde zarar verdi ve Kürtleri hem Türklerin hem Arapların hem İranlıların karşısına kurban ve hedef olarak ortaya çıkardı. Bu cumhurbaşkanı yaşadığı sürece sağdan hiçbir liderin şansı yok. Devlet içindeki milli damar ABD’ye rest çekti. Türkiye’yi küresel bir güç yapmak için start verildi. Bundan sonra süper bir gücün vatandaşları olarak yaşamaya alışalım. Geçenlerde 22 yıl hapis yattıktan sonra çıkan solcu arkadaşı tekrar tutuklamışlardı. Dün kendini yakmış cezaevinde. Tam 4 saat yanmış. Bütün vücudu erimiş… Paris’te Ahmet Kaya’nın mezarını ziyaret ettim Fatiha okudum. Hemen arkada Yılmaz Güney’in de mezarı vardı. Nedense ayağım gitmedi. Sanki bizden biri değildi o. Eski sağ ve sol partiler yeni Türkiye de olmayacak. Siyaset yeni aktörlerle ve partilerle şekillenecek. Balkan Göçmenleri olarak blok halinde hayır verdik referandumda. Çünkü iktidar vatanı satıyor. Kürtlere taviz veriyor. Kurtlar vadisi bu hafta füze kalkanı projesinin arka planını anlattı. Adamlar iyi takip ediyor gündemi. Cemaate ayar çekilmezse bunlar Kemalistleri aratır valla. Aynı dar görüşlülük bunlarda da var. Kendilerinden başka kimseyi adam saymıyorlar. Ama halk bunlara da dersini verecek. Gençler artık filmlerdeki gibi yaşamak istiyor. Ne din ne ideoloji ne ahlak onlara bir gelecek vaad etmiyor. Ama en konforlu hayatı yaşamak için herşeyi yapmaya hazırlar. Artık hiç kimseye hiçbir şeye inanmıyorum. Tanrı varsa da yoksa da umurumda değil…”

Cümleler böyle uçuşup duruyordu. Kafam karmakarışıktı. Gayrı ihtiyari bir kolaj yapıyordu beynim. İslamcı arkadaşın gövdesine Alevi tanıdığın başı eklenmişti. Solcu dostumun yüzü aynıydı ama Fethullah cemaatinden olan kişinin sesiyle konuşuyordu. Rastladığım PKK’lının çay içişi kahvehaneden bir arkadaşınki gibiydi. Halaoğlunun sözlerini yolda rastladığım göçmen komşu söylüyordu. Ülkücü arkadaşın konuşurken ellerini sallayışı siyasete yeni ısınan arkadaşınki gibiydi. Hepsi birer iskelet gibiydi. Ve ben bütün iskeletleri birbirine karıştırmıştım.

Zehirlenmiş, küçülmüş, absürd bir ülkenin çöplüğü dökülmüş gibiydi üzerime… Kızım sesleniyor ordan “baba bizde Niyazi Berkes’in Türkiye’de çağdaşlaşma kitabı var mı, hoca sınavda ordan soracakmış”. “Var kızım Türkiye’de putperestliğin her çeşidi var”… Eşim giriyor araya, “yarın Fatmayı hastaneye götüreceğiz unutma”..Fatma kardeşi eşimin. Sanırım 20 yıl oldu. Şizofreni hastası. Doktor tavsiyesiyle 6 ayda bir Bakırköy’e. bazen bir ay bazen daha fazla yatırıyoruz. 1991’de Mimar Sinan matematik bölümünden atılmıştı başörtüsünden dolayı. Sınıfta tek başörtülü kızmış. Hocası azarlamış herkesin içinde bir gün ve kovmuş. O günden sonra bozuldu dengesi, polis peşimde demeye başlamıştı. takip ediliyorum diyordu sürekli..böyle başladı hastalığı. Tam 20 yıldır ilaçla tedaviyle yarı ölü gibi yaşıyor..Neredeyse sadece çay ve sigara ile ayakta duruyor.. En son 48 kiloya düşmüştü.. İlk defa bu yıl bir kıpırdama geldi. Tekrar üniversite sınavına girdi. Açıköğretimi kazandı.20 yıl sonra ilk defa güldü.; “dişlerin iyice çürümüş Fatma” dedim. 20 yıl sonra ilk defa görüyordum çünkü dişlerini. Gülmek bir yana hemen hiç konuşmuyordu. Cevap olarak; “muhalefet liderini kendi partisi harcayacak” demişti. Böyle tuhaf bir gündemi vardı hep..tv de haberlerde dizilerde kendisine konuştuklarını zannediyordu. Bakışları hala manasız ve soğuktu. Olsun çok sevinmiştik konuşmaya başlamasına. Belki bir umut..yeniden katılır aramıza. hangi aramıza?

Fatmayla birlikte işkencede tecavüz edilen bir solcu kız, üniversiteyi bitirmeden dağa çıkan ve orada ajan diye işkenceyle öldürülen bir pkklı, 12 eylülde Mamak cezaevinde gördüğü işkenceler yüzünden erkekliğini kaybeden ve çıktıktan sonra bu nedenle sevdiği kıza açılamayan,sonra hayata küsüp sokaklarda çöp toplayarak yaşamaya başlayan bir ülkücü geldi aklıma peşpeşe. Hayat mı acımasızdı insanlar mı tanrı mı bozuk düzen mi? Bilemedim.

Farkında olmadan sigara paketini bitirmiştim. Bu bahane ile kendimi dışarı attım. Müthiş bir yağmur yağıyordu. Kafamı toparlamaya çalışıyordum bu arada. Yağmur beynimin kuyusuna akıyordu adeta, suyun doluştuğu çukurda toparlamaya başladım iskeletleri. Solcu kafayı kendi gövdesine yerleştirdim. İslamcının sesini kendi ağzına. Pkklı kendisi olarak çay içmeye başladı. mhpli kendi ellerine kavuştu. kemalistin gözleri kendi yüzüne yerleşti. Kelimeleri yerleştirmeye başladım sonra..cümleleri. bu arada her birinin de kendi ölü ordularının generalleri olduğunu düşünmeye başlamıştım. Herkesin geçmişte yaşanmış haklı-haksız bir savaşı vardı ve hepsi de ömürlerinin geri kalan kısmını bu savaşta kaybettiklerinin cesetlerini toplamakla geçiriyordu. Baktım hepside iskeletleri yarım, eksik, parçalanmış bir halde toplamıştı. Ve hepsi de bununla övünmeyi dava edinmiş birer ölü ordunun generali gibiydi.

Sonra gerçek orduyu ve gerçek generallerini düşündüm. Onlar sahiden ölüydü. Bir türlü gömemedikleri bir ölünün başında çaresizce ama imanlı bir azimle nöbet tutuyorlardı bıkmadan… Sonra devleti düşündüm. Aslında bu devlet, ya da müesses düzen, her neyse, bir ölü ordu generaliydi. Evet ta kendisiydi. Birinci dünya savaşında ölmüş bir imparatorluğun cesetlerini toplamış, toparlayabildiği kadarından bir cumhuriyet iskeleti yapmıştı. Payitahtını terk ettikten sonra hafızasını da silmişti, bir ölünün pantheonuna halkı secde ettirmekle yaşama döneceğini zanneden bir deli gibi biteviye mezarlık bekçiliği yapıyordu. Ama her diriyi de öldürüp iskeletlerini sağa sola atıp duruyordu. Bunlar da eksikti, yarımdı, parçalıydı. Bütün kemiklerden bir türlü tek bir düzgün adam çıkmıyordu. Hiçbir organ olması gereken yerde değildi. Hiçbir iskelet sahibine teslim edilemiyordu. Bu yüzden ölü ordunun generali olarak devlet, ya bununla yetinin diye azarlıyordu ana babaları ya teslim etmiyordu ölülerini bazılarına veya belki yeni kemik parçaları daha bulurum diye bazı ailelerden çocuklarının iskeletlerini saklıyordu… ‘usülünce gömülmeyen her şey hortlar, demişti biri. Belki de yüzden yas tutmamıştı babalarımız. Alamadıkları cesetleri beklemişlerdi sanki ömür boyu. Dedelerinin savaşından bihaberdi torunlar.

Ama kaybedilmiş bir mirasın eksik, yarım, parçalı davasını güdüyorlardı. Yıkılmış bir çınarın iskeletinden herkes kendine bir parça tutuyordu. Adalet diyordu kimi, Ermeni Rum diyordu diğeri, din, İslam, ahlak diyordu çoğu, çağdaşlaşma, bağımsızlık, onur haysiyet, tek millet tek devlet diyordu bazıları. Kürt kürdistan diyordu bir kısmı da..hepsini toplayınca tek ve anlamlı bir isim vücuda geliyordu, o büyük çınar oluyordu , ayrı ayrı ise her biri cansız bir iskeletin manasız ve çirkin birer parçası gibiydi. Üstelik bir birlerine karşı kin ve husumet duyan parçalar. Kimse yerini beğenmiyor, herkes ötekini kendi varlığına bir tehdit olarak görüyordu.

Varlık ve beka tehdidinden herkese eksik, yarım, parçalı birer korku düşmüştü. Türklük, Kürtlük, İslam, laiklik, cumhuriyet, Alevilik, bağımsızlık, vatan… tehlikedeydi, bu değerler tüketilmeye çalışılıyordu, yok edilmek isteniyordu, inkâr ve imha siyaseti, asimilasyon, taviz, aymazlık, şuursuzluk, ihanet, satılmışlık, uşaklık… suçlamaları diz boyuydu.

Herkes kendi parçalı varlığıyla özdeşleştirdiği kelimelerden birer put yapmış ve hiç sorgulamaksızın azgın bir şehvetle ona tapıyordu.. Adeta topluca geçmişteki korkulardan gelecek endişesi türetilmişti ve bu endişe toplumun her bir bireyine paylaşılmış gibiydi… Bir ölüler ordusunun dağılmış iskelet parçalarıydık her birimiz. Bir nekrofilya ülkesinde mezarlıkta gömülmemiş ölülerle yaşıyorduk. Yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorduk. Putlarımızı, ihtiraslarımızı, kinlerimizi, korkularımızı hiç bozmadan düzenlice toparlayıp ortak yurdumuza geri götürecek inanmış bir general arıyorduk sanki..

Iraklı dul kadınlar geldi aklıma, Ürdün, Beyrut, Dubai pavyonlarına satılmışlardı ve körfez zengini Araplar eğleniyordu petrodolarlarıyla oralarda. Çinli çocuklar geldi aklıma sokaklara terk edilmiş, Latin Amerikalı küçücük kızlar geldi estetik yaptırarak güzellik yarışmasında dereceye girmek isteyen, Darfurlu bir çocuğun kara gözlerinin içinden yoksul Afrikalıların bakışları geldi aklıma…Gazzeli bir annenin çok sevdiği kedisini gizlice kestirip açlıktan ölmesin diye çocuğuna yedirişi geldi.  ‘Ali peygamberi yıkarken buruşmuştu dünya..’

Birden herkese ve her şeye karşı kin duymaya başladım. Hepsini yok etmek geldi içimden. Ülkücü solcu İslamcı Kemalist liberal Türkçü kürtçü alevici sağcı solcu ulusalcı fetöcü bürokrat teknokrat iş adamı öğretmen öğrenci genç yaşlı kadın erkek zengin yoksul …herkesi toplayıp bir meydana yakmak geldi içimden. Bütün devletleri bütün bankaları şirketleri bütün dinleri bütün peygamberleri bütün filozofları bütün kitapları şiirleri kelimeleri bütün mevsimleri bütün canlıları ağaçları kuşları böcekleri yıldızları ayı ve güneşi.. hiç birinin iskeletini bile toplamayacaktım üstelik… Roma’nın zalim, hırslı ve köle tüccarı imparatoru Crassus’un doğu seferinde Harran’da yenildikten sonra yakalanıp, biriktirdiği altınları eriterek ağzına damlatarak öldüren Suriyeli askerler gibiydim.

en son da tanrıyı yok etmek istedim bir an.

Her şeyi yakıp karşısına geçerek bir sigara içecek sonra kendimi de o ateşe atacaktım.

Eli Eli lema şevaktani’. Tanrım, tanrım, neden beni terk ettin.

Bir kemikten iskelet gibi kalakalmıştım. Müthiş bir üşüme duygusu hissettim. Sonra hiçbir şey duyumsamamaya başladım. Kemiklerim birer birer kırılıp dökülmeye başladı. Ellerim, dizlerim, ayaklarım, sonra omurgam parçalandı. Bana ait her şey yerdeydi. Çılgınca yağan yağmur bazı parçalarımı alıp götürdü. Artık ben de eksik, yarım ve parçalı bir iskelet kalıntısıydım. Kendime yakıştırdığım bütün rütbelerim sökülmüş, ölüler ordusunda sıradan bir nefer olmuştum.

Ruhum önce yükseldi göğe doğru.Ben aşağıya bakıyordum.. zaman, ölüm ve ben birlikte yükselmeye başlamıştık. Baktığım her noktada adeta bir ateş yalımı karanlığı aydınlatıyor, gündüz gibi görünüyordu her şey. Bir zaman tüneline doğru hızla yuvarlanmaya başladım. Süleymanın bastonunu yiyen kurtçuklar gibi etlerimi kemiklerimi ısırıyordu ölüm. Sonra her şey kararmaya başladı. Yakubun gözleri değil dünyanın ışıkları sönmüştü ya hani.. Birden Yusufun rüyasında buldum kendimi. Bir kuyuda Züleyha bana bakıyordu. Gözlerinde Mehmet Akif’i gördüm önce. Bir camide vaaz veriyordu, yanında Libyalı şeyh Sunusi vardı. Cihat ayetleri yankılanıyordu kubbede. İlerde Kuşçubaşı Eşref Salih Çavuşla silah yüklüyordu bir katıra. Zenci Musa Karaköy limanında kürt hamallarla birlikte eski bir takaya bir şeyler boşaltıyordu. Sonra Enver Paşa’yı gördüm, Pamir dağlarında bir ağacın altında oturmuş Kur’an okuyordu. Süleyman Askeri Kutul Amare’de çadırında planlar çiziyordu. Ömer Naciyle Bahaddin şakir, Erzurum’da taş bir binanın salonunda Taşnak partisi üyelerine yalvarıyordu, “etmeyin bozmayın ahdinizi”…Biraz ötede Sultan Hamit önünde satranç tahtası tek başına düşünüyordu. İşte Namık kemal, Magosa zindanındaydı ve Islahat fermanına karşı “ben gavura taviz veren bu devletten soğudum” diyerek ayaklanan Süleymaniyeli şeyh Ahmet’le bir şeyler konuşuyordu. Şurası galiba Sarayburnu’ydu. deniz kıpkırmızıydı. Yüzlerce yeniçeri cesedi parçalanmış bir halde kıyıda yüzüyordu. İlerde Kuyucu Murat Paşa’nın bağırtısını duydum, “sağ komayın hiç birini, vurun Allah içün…” Her yer çoluk çocuk kadın yaşlı cesetleriyle doluydu, bir kısmının başında kızıl bir başlık vardı. Sağımda surlar vardı. Toplar dövüyordu Bizans’ın yaşlanmış duvarlarını. Sultan Mehmet sürekli emir yağdırıyordu askerlerine. Rum Sırp Ulah Kürt Arap Ermeni askerler de dikkatimi çekti fetih ordusunun arasında..Soluma döndüm. Bir kafes içinde Yıldırım Beyazıt’ı gördüm.Başı öne eğik, sanki ağlıyordu. Sivas semalarından geçerken yerle bir edilmiş bir şehirle karşılaştım. Timur yok etmişti her şeyi. Aşağıya Bağdat’a indiğimde Moğollardan arta kalan insan kafataslarından yapılmış dev piramitler vardı. İlerde Sultan Selahaddin, Kudüs önünde atının üstünde derin düşünceli bir halde bekliyordu. Birden yukarıya döndüm. Malazgirt ovasındaydım. İki ordu karşı karşıyaydı. Türkler Kürtler Ermeniler Rumlar bir safta, Bizanslılar Türkler Kürtler Rumlar karşı saftaydı..Tuhaf bir manzaraydı. Orduların birinin başında Alp Arslan vardı. Kartal gibi bakıyordu. Arkasındakiler sanki farklı ırk ve dinlerden değil de yoksullardan sahipsizlerden mazlumlardan oluşan ve hepsinin gözlerinde mağrur ve cesur bir ifadeyle adeta tek bir milletten oluşan bir haysiyet ordusuydu. Karşılarında da tek bir ırk yoktu, tüylü parlak koşumlu atların üstünde zırhlı zengin şımarık bir topluluk vardı. Hepsi paralı askerdi… Alp arslan sürerken bu Bizans soyluların üzerine atını, rüzgâr beni tekrar aşağılara doğru savurdu. Kerbela’daydım bu defa. Hüseyin’in kesik başı gözüme ilişti. Yerlerde cesetler. Zeynep’i aradım. Zincirlere bağlanmış sürükleniyordu. Bakışları dikkatimi çekti. Aldım o bakışları avuçlarıma, Mekke’ye yöneldim. Eski toprak bir eve girdim izinsiz. Avlu da Hatice oturmuş uzaklara bakıyordu. Metanetli Gözlerindeki ışıltı meryemin yanağındaki tüyün ışıltısıydı.  İçerde Peygamber oturuyordu bir minderin üzerinde düşünceli, sanırım Ebubekir ve Ali vardı yanında. Önce avucumu açıp içindeki Zeynebin bakışını yüzüne doğru usulce üfledim. O an karanlık göz çukurlarıma birikmiş yaşlar kelimelerle birlikte boşaldı. Dedim “Ey sevgili elçi, sana geldim, çünkü O bizimle konuşmuyor artık. Ne suç işledik bilmiyorum. Bizi unutmuş olmasından veya cezalandırdığından korkuyorum. Sana geldim. Sen ulaştır kelimelerimi ona. Bize elçi ol. Deki ona, Ey rabbim, şu iblise ve çocuklarına ve ona uyanlara mühlet vermiştin. Binyıllardır zulmediyorlar insanlara. Bir birimize düşürüyorlar. Altınla makamla şehvetle neseple yalanlarla yoldan çıkarıyorlar kardeşlerimizi. Biz ise tek bir Adem olma adına direniyor, çırpınıyor, boğuşuyor duruyoruz ..Ama başa dönüyoruz biteviye. Hep yeniliyoruz. Elimiz kolumuz bağlı üstelik. Çünkü onlar gibi zulmedemiyoruz, çalamıyoruz, öldüremiyoruz, yalan söyleyemiyoruz. Ne sonuna kadar savaşabiliyoruz ne de yaşayabiliyoruz insan gibi. Ömrümüz ya iskelet toplamakla geçiyor ya da birilerinin bizim kemiklerimizi toplamasını beklemekle..“- Ruhumuzun içine kar yağıyor, anamızdan doğduğumuz geceden beri .”. De ki ona, Ey kalbinde merhamet adlı bir çınar olan rabbim, biz bu oyundan yorulduk artık. Kaldıramıyor ruhlarımız bu soylu acının sevabını…Ya bizi intikamına memur et ve iblise verdiğin gibi bize de mühlet ver, ya da …bizi de kov artık makamından. İstemiyoruz ne cennet ne cehennem. Yok et ruhumuzu da. Hiç var olmamış say. Levh-i mahfuzdan da sil adımızı !

“Varolmayı da yok olmayı da haketmelisiniz” dedi sessizce sevgili Peygamber, sonra kulağıma eğildi ve fısıldadı; “Velbasubadelmevt...”

Bir şiir geldi aklıma o an, zaman durmuştu;

Sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez”**

 

**İsmet Özel

*İlk yayın: 2014-haber10.com