Okuma Krizi’ne Eleştirel Bir Bakış

Bu mesele yalnızca “bugünün çocukları” söyleminden ve birtakım anekdotlardan ibaret değil; gerçekten de artık daha az kitap okuyoruz. Peki, bu ne kadar büyük bir sorun?

Nereye dönsem, bir okuma krizinin varlığından söz ediliyor. Vox ve The Atlantic gibi yayın organlarında çıkan bitmek bilmeyen makaleler ile birçok YouTube videosu, insanların daha önce hiç olmadığı kadar az kitap okuduğunu ve bu düşüşün kaygı verici olduğunu öne sürüyor. Hatta, bilginin yalnızca sözlü yollarla aktarıldığı bir topluma geri dönebileceğimiz ve bunun hepimizi demagojiye ve ezberlenmiş sloganlara karşı savunmasız bırakacağı bile iddia ediliyor.

Bu felaket senaryosunun gerçek olup olmadığını anlayabilmek için kusurlu anket verilerine ve tarihsel bağlamın kendisine yakından bakmak gerekiyor. Ben durumun anlatıldığı kadar felaket boyutunda olduğunu düşünmüyorum; ancak kitap okumak, gerçekten de eskisi kadar popüler değil. Bu aşağı yönlü eğilimin olumsuz yansımaları ise, ofisimizin çok değer verdiği bir alanı, yani eleştirel düşünme becerilerini ciddi biçimde etkileyebilir.

Düşüş Gerçek

Bu konuyla ilgili etkili bir düşünce yazısı kuşkusuz Rose Horowitch’in bir yıl önce The Atlantic’te yayımlanan “Kitap Okuyamayan Seçkin Üniversite Öğrencileri” başlıklı makalesidir. Yazının özü, öğrencilerin üniversiteye geldiklerinde bütün kitapları okumakta zorlandıkları; bunun da büyük ölçüde, liselerdeki okuma ödevlerinin kitaplardan kısa metinlere kaymasından kaynaklandığıdır.

Horowitch, kapsamlı veri bulunmadığını itiraf ettikten sonra görüştüğü 33 profesörün bazılarına söz vererek yazısının büyük bir kısmını bu görüşlere ayırıyor. “Anekdotların çoğulu veri değildir” diyerek bu yazıyı kolayca göz ardı edebiliriz; ancak bu yüzeysel bir yaklaşım olurdu. Yeterince insan aynı şeyden şikâyet ediyorsa, bu durumu araştırmak için geçerli bir neden vardır. Anekdotlar elbette oldukça kusurlu verilerdir, ama bu yüzden kolayca çöpe atılmamalıdırlar.

Aynı şekilde, bu şikâyetleri küçümseyip her neslin bir öncekine “tsk tsk” diyerek, başını sallayarak baktığını söyleyebilirim. “Bugünün çocukları” söylemi binlerce yıl öncesine kadar gider. Paul Fairie, Bluesky platformunda bu konuyla ilgili bir yazı dizisi paylaştı: San Francisco Examiner, 1979 yılında “artık kimse kitap okumuyor, herkes sadece televizyon izliyor” diye yakınmış; Times Herald ise 1907’de “artık kimse kitap okumuyor — en azından Fransa’da. Kitap ölüyor” diye yazmış. Birinin 1907’ye gidip o gazeteciye Harry Potter ve John Grisham’dan bahsetmesi gerekiyor.

BookTok ve Bookstagram patlamasına da işaret edebilirim; sanki herkes her ay devasa kitap yığınlarını almak için alışveriş çılgınlığına giriyor gibi görünüyor. Ancak bu sosyal medya fenomenleri genel nüfusu temsil etmiyor ve bir kitabı satın almak, o kitabı okumak anlamına gelmiyor. Ciltli bir kitap nihayetinde bir estetik objesi de olabilir.

Neyse ki yalnızca anekdotlara güvenmek zorunda değiliz; elimizde bu konuda modern veriler de var — her ne kadar bunlar kapsamlı olmasa da. Ne yazık ki bu veriler, bireylerin kendi beyanlarına dayanıyor.

Veriler Ne Diyor?

Araştırmacılar katılımcılardan davranışlarını bildirmelerini istediklerinde, bu yanıtların birçok etkene açık olduğunu bilirler. İnsanlar geçen yıl kaç tane avokado yediklerini gerçekten hatırlıyor mu? Dahası, katılımcılar araştırmacıların kabul edilebilir bulacağını düşündükleri yanıtları verme eğiliminde olabilir: buna “sosyal arzu edilebilirliği önyargısı” (social-desirability bias) denir. Örneğin, sigara içmenin hoş karşılanmadığını biliyorsanız, bir form doldururken içtiğiniz sigara sayısını olduğundan az gösterme ihtimaliniz yüksektir. İnsanlar boy ve kilolarını kendileri beyan ettiklerinde, araştırmacılar genellikle bu tür öz-bildirimlerin profesyonel ölçümlerle karşılaştırıldığı çalışmalara dayalı düzeltme denklemleri kullanırlar.

Kitap okumak genellikle arzu edilen bir davranış olarak görülür; merak ve zekânın bir göstergesi sayılır. Bu nedenle, bir kişinin son bir yılda okuduğunu belirttiği kitap sayısı ya da kitap okumaya ayırdığını söylediği zaman biraz abartılmış olabilir.

Bu bilgileri göz önünde bulundurarak, son yıllarda eğlence amaçlı okumanın gerçekten azaldığını tekrar tekrar gösteren anket verilerine bakabiliriz. (Bu anketlerin çoğu, katılımcılara kaç kitap okuduklarını sorarken e-kitaplar ve sesli kitapları da dâhil etmektedir.)

Amerika Birleşik Devletleri’nde, yetişkinlerin geçtiğimiz yıl içinde okuduklarını beyan ettikleri ortalama kitap sayısı —ki bu sayının her zaman olduğundan fazla bildirildiğini düşünüyorum— 2016’da 15,6 iken, 2022’de 12,6’ya gerilemiştir. Bu veriler Gallup tarafından yapılan bir ankete dayanmaktadır. Anketin yazarı, bu düşüşün Amerikalıların kitap okumayı tamamen bırakmasından değil, kitap kurtlarının artık daha az kitap okumasından kaynaklandığını öne sürüyor. 1978’de ABD’li yetişkinlerin %40’ı son bir yılda 11 veya daha fazla kitap okuduğunu belirtmişken, 2022’de bu oran %28’e düşmüştür. Amerikalı çocuklara ve gençlere odaklandığımızda ise düşüş eğilimi devam ediyor. “Neredeyse her gün eğlence için kitap okuyorum” diyen 9 yaşındaki çocukların oranı 2012’de %53 iken, 2020’de %42’ye, 2022’de ise %39’a gerilemiştir. 13 yaş grubundaki çocuklarda bu düşüş daha da dikkat çekici: 2012’de %27 iken, 2020’de %17’ye ve 2023’te %14’e düşmüştür.

Quebec eyaletine dair tarihsel okuma verilerine ulaşamasam da, güncel anketlere göre hiç kitap okumayan yetişkinler nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturmaktadır. Birleşik Krallık’ta ise 8 ila 18 yaş arası bireylerin dörtte biri kitap okumaktan hiç hoşlanmadığını belirtirken, kitapları adeta yutanların oranı son yirmi yılın en düşük seviyesine inmiş durumda: 2005’te her iki kişiden biri bu gruptayken, günümüzde bu oran her üç kişiden birine düşmüştür.

Cinsiyetler arasında da yerleşik bir “kurgu uçurumu” (fiction gap) vardır: Kadınlar kurguya erkeklerden daha çok ilgi gösterirken, kurgu dışı (nonfiction) eserlerde bu durum tersine dönüyor. Bu farkı doğrulayan, birkaç yıl önce yayımlanmış 41 çalışmanın sistematik bir incelemesi bulunuyor; ancak bu cinsiyet farkının tam boyutu, çalışmadan çalışmaya değişiklik gösteriyor. (Erkeklerin romanları zaman kaybı olarak görmesi ve bu tutumun, üretkenlik odaklı bir zihniyeti yansıttığı sıkça dile getirilen bir yorumdur.) Ancak cinsiyetten bağımsız olarak, hayatımızın erken dönemlerinde genellikle hevesli okuyucularız; fakat ortaokuldan lise mezuniyetine kadar olan süreçte, eğlence için okuma alışkanlığı keskin biçimde düşer. Nitekim geçen yıl Fransa’da yapılan bir araştırma bu düşüşü açıkça göstermektedir: 13-15 yaş arası çocukların neredeyse tamamı ara sıra kitap okuduğunu belirtirken, 16-19 yaş grubundakilerin yalnızca üçte ikisi kitap okuduğunu söylemiştir.

Okuma oranlarındaki düşüş gerçek; ancak geçmişte uzun süreli bir altın çağ yaşandığına inanmamalıyız. Okuma yazma bilmeyenlerin oranı çok da uzak olmayan bir geçmişte oldukça yüksekti ve kitapların ve dergilerin kitlesel basımı gerçekte ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hız kazandı. O dönemde başka ne popüler olmuştu, biliyor musunuz? Televizyon — uzun zamandır halkı kitaplardan uzaklaştırmakla suçlanıyor. Bugün bile, okumaya ayrılan zamanı değerlendirirken bunu okuryazarlık oranları bağlamında ele almalıyız: ABD’li yetişkinlerin %28’i (yaklaşık her 7 kişiden 2’si), eğer okuyabiliyorlarsa, yalnızca kısa metinleri ve listeleri anlayabiliyor; Kanada’da da benzer şekilde, yetişkinlerin %19’u (yaklaşık her 5 kişiden 1’i) için durum aynı.

Öğrencilerin okuma puanlarına, yani metin anlama testlerine gelince, bu skorlar ABD’de 1969’da uygulanmaya başlandığından bu yana oldukça istikrarlı seyretmiştir. Biliş ve eğitim alanında bir profesörün özlü bir ifadeyle belirttiği gibi, burada gördüğümüz şey “oldukça istikrarlı bir vasatlık düzeyi”dir.

Asıl neyi kaybediyoruz

İnsanlar son yıllarda neden daha az kitap okuyor? Kimse kesin olarak bilmiyor. Bazı anketlerde bu soru doğrudan sorulmuş. Katılımcılar çeşitli yanıtlar vermiş: vakitleri yok, odaklanmakta zorlanıyorlar ya da başka şeyler yapmayı tercih ediyorlar.

Eskiden suç televizyonun üzerine atılırdı; şimdi ise elbette akıllı telefonlar ve internet.

Sosyal medyanın önemli bir dikkat dağıtıcı olduğu inkâr edilemez; beynimize sürekli küçük dozlarda tiksinti, öfke ve kıskançlık pompalıyor. Değişmeyen ve genellikle görsel içeriği olmayan bir kitap bununla kolayca rekabet edemez.

Ayrıca, bazıları daha yeni ortaya çıkmış, rol oynayabilecek birçok küçük neden de var. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan çeşitli eğitim reformları, çocukları yeni kelimeleri seslere ayırarak öğrenmekten (“phonics”) uzaklaştırdı. Pek çok uzman, bu yaklaşımı —özellikle standart testlerin yaygınlaşması ve öğretmenlerin sınıfta giderek daha fazla kısa metinleri anlama üzerine yoğunlaşmasıyla birlikte— eleştiriyor. Üniversite öğrencilerinin yarı zamanlı işlerde çalışması da aşırı yoğun programlara yol açıyor ve kronik anksiyete oranlarındaki artış da bir kenara çekilip kitap okumaya vakit ayırmayı pek kolaylaştırmıyor. Ayrıca bir öğrenci okumayı sevmiyorsa ve sonrasında öğretmen (ya da daha sık görülen biçimiyle ebeveyn) olursa, yeni nesil öğrencileri kitaplara yönlendirmesi pek kolay olmayacaktır. (Bu durum, kendisinden para isteyen birine “ne gümüşüm var ne de altınım” diyerek karşılık veren İncil’deki Aziz Petrus’tan esinle “Peter etkisi” olarak bilinir.)

Buradaki daha felsefi soru ise şu: Daha az kitap okunmasından neden endişelenmeliyiz? Okumayı kendi başına bir değer olarak mı önemsiyoruz? Bu durumda, önceki nesillere kıyasla hepimizin çok daha fazla okuduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz: kısa mesajlar, Instagram gönderileri, web siteleri, e-postalar, hatta ses miksajı yetersiz olan dizi ve filmlerdeki altyazılar.

Yoksa, romanların sunduğu hikâye anlatımından mahrum kaldığımız ve böylece empati geliştirme fırsatını kaybettiğimiz için mi kaygılıyız? Bana kalırsa biz zaten hikâyelerin içinde yüzüyoruz. Sadece ABD’de her yıl yaklaşık 500 senaryolu televizyon dizisi yayımlanıyor. Bu sayıya ülkede her yıl çıkan 100 ila 200 film, yabancı yapımlar, eski filmler ve diziler, video oyunları ve hikâye anlatımı temelli podcast’ler dâhil değil. Kurgu konusunda adeta bir bolluk içinde yaşıyoruz.

Hayır, esas endişe derin okuma meselesidir — kısa bir metni gözden geçirip bir doz dopamin almak ve yüzeysel bir anlayış edinmek değil; bir yazarın kitabına gömülüp saatlerce onun zihninde zaman geçirmek. Profesör Maryanne Wolf bu kavramın belki de en güçlü savunucusudur. Wolf, internette yaptığımız gibi gönderiden gönderiye atlayarak gerçekleştirdiğimiz yüzeysel okumanın, bize analiz etme, eleştirme, çıkarımda bulunma ve sonuçlara ulaşma imkânı tanımadığını savunur. Hızla tüketiyoruz ama çok az şey öğreniyoruz. Bu da bizi güdülenmiş akıl yürütmeye saplanma riskine açık bırakıyor — “Bu benimle aynı fikirde, beğendim”; “Bu bana ters, hoşuma gitmedi” — ve bu süreçte entelektüel araçlarımızı bile bile körleştiriyoruz. Böylece, yanlış bilgileri ayırt etme, dolandırıcılıkları fark etme, manipülasyondan kaçınma kapasitemiz — hatta demokrasinin kendisi bile — tehlikeye giriyor.

Kültürel dönüşüm

Teknolojik değişimleri tartışırken, her zaman “eskiden böyleydi”den “böyle olmalı”ya kayma riski vardır. “Ben çocukken işler şöyleydi” deriz, “öyleyse öyle kalmalı. Doğrusu budur.” Bu yaklaşımı sözde Google etkisiyle ilgili panik havasında da gördüm. Gerçekten de çocukken yaptığımız gibi telefon numaralarını ezberlememiz şart mı? Sırf artık sayı dizilerini aklımızda tutmuyoruz ve akıllı telefonlara güveniyoruz diye tür olarak geriliyor muyuz? Pek sanmıyorum. Bu tür sularda yol alırken, ahlaki paniğin her zaman su yüzeyinin hemen altında beklediğini — bizi yakalayıp içine çekmeye hazır olduğunu — unutmamalıyız.

Horowitch’in kitap okuyamayan üniversite öğrencileri hakkındaki makalesinde geçen bir benzetme beni oldukça etkiledi. Bazı profesörler, öğrencilerinin kitap okuyan kişileri plak dinleyen hipster’lara benzettiğini söylemiş. Yani artık anakronik bir durumdan çıkıp marjinal bir hobiye dönüşmüş. (Bu benzetme elbette kusursuz değil: albümler hâlâ dijital olarak mevcut; oysa bir romanın yerini bir dizi tweet alamaz.) King’s College London’da kültür ve teknoloji profesörü olan Marion Thain, modern öğrencilerin Charles Dickens okumaya yönelik motivasyon eksikliğine yanıt olarak oldukça kışkırtıcı bir şey yazmıştı: “19. yüzyıl romanları — Baby Boomer’lar ve X kuşağının pek çoğunun sevgiyle andığı eserler — acaba bugün bazı genç kuşaklar için, 1990’lardaki edebiyat öğrencileri için 18. yüzyıl romanlarının neyse, o kadar sıkıcı hale gelmiş olabilir mi?”

Çocukken ve ergenken kitapları adeta yutarcasına okurdum. Yetişkinliğimde ise kitaplarla aram bozuldu; çoğu zaman iş ve sosyal medyanın dikkatimi dağıtmasına yenildim. Son zamanlarda hem kurgu dışı hem de roman okumaya daha fazla zaman ayırmayı başardım ve okumak hayatıma kattığı şeyler açısından beni gerçekten memnun ediyor.

Toplu olarak yaşadığımız bu okuma düşüşü beni kaygılandırıyor. Özellikle de çevrim içi ortamda parçalı, kısa içerikler okuyarak iddiaları ve argümanları değerlendirme becerimizin nereye evrildiğine dair endişeliyim — hele ki yanlış bilgi dalgası giderek büyürken ve akademik terimiyle söyleyelim, saçmalıklar silsilesi önümüzde birikmeye devam ederken. Üstelik yapay zekânın üretici formları bu süreci daha da körükleyebilir.

Kitap okuma oranlarındaki bu düşüş ne kadar endişe verici? Henüz bilmiyorum. Ama bu konuyu ele alan hacimli, derinlemesine araştırılmış bir kitabı okumak için sabırsızlanıyorum.

Özet mesaj:

  • İnsanlar ortalama olarak eskisinden daha az kitap okuyor.
  • Bu düşüşü neyin tetiklediği net değil, ancak en büyük suçlu muhtemelen sosyal medyanın yükselişi.
  • Cinsiyet farkı da mevcut: Kadınlar genellikle erkeklerden daha çok kurgu okuyor, erkekler ise kurgu dışı eserleri tercih ediyor.
  • Her zamankinden daha fazla metin okuyor olsak da — filmler, diziler, video oyunları ve sesli içeriklerde empati kurmamıza olanak tanıyan kurgu eserlerle karşılaşsak da — asıl endişe, “derin okuma” becerilerindeki gerileme. Bu da bizi yanlış bilgiye ve kötü argümanlara karşı daha savunmasız bırakabilir.

Kaynak: https://www.mcgill.ca/oss/article/critical-thinking/reading-crisis-perspective