“Nihai” Bilinç Biçimlerini Öngören Filozoflar

Bir zamanlar filozoflar, evrimin bizimkinden çok daha büyük — ve çok daha garip — zihinlere yol açacağını öngörmüşlerdi.

Öne Çıkan Noktalar

  • Yüzyıllar boyunca filozoflar ve bilim insanları, istiridyeyi bilinç düzeyinin en alt sınırı olarak ele alıp, bizim zihinsel kapasitemizi katbekat aşabilecek varlıklar üzerine spekülasyonlar yürüttüler.
    • Bu fikirler çoğunlukla, evrimin giderek daha yüksek farkındalık biçimlerine doğru yöneldiği varsayımına dayanıyordu.
    • Günümüzde biliyoruz ki evrim böyle içkin bir yön taşımıyor; fakat radikal biçimde farklı bilinç formlarının varlığı hâlâ açık bir sorudur.

Filozoflar uzun zamandır istiridye üzerine kafa yormuştur — elbette onları yemeyi değil, istiridye olmanın nasıl bir deneyim olduğunu düşünmeyi. Platon, sarhoş bir hazcının iç dünyasını, “bir istiridyeninki”yle eşdeğer görmüştür. John Locke ise, kabuklu deniz canlılarının “tam bir duyarsızlık”tan yalnızca biraz farklı olan “küçük ve donuk bir algıya” sahip olduğunu ileri sürmüştür. Daha hoşgörülü bir yaklaşımla, 1730’larda yazan Fransız doğa bilimci René de Réaumur, her ne kadar “itici” görünüp bize kasvetli bir yaşama mahkûm gibi gelseler de, istiridyelerin bile derin deneyimlere sahip olabileceğini kabul etmiştir.

Yine de çoğu düşünür, bir yumuşakça olmanın nasıl bir şey olduğuna dair karamsar bir tablo çizmiştir. Mütevazı çift kabuklu deniz canlısı zamanla, sözde “asgari bilinç düzeyi”nin simgesine dönüşmüştür. Örneğin 1927’de İngiliz filozof J.M.E. McTaggart, “çok az bilinç” ve “acıya oranla çok az haz fazlası” içeren “istiridye benzeri bir varoluş” tahayyül etmiştir. Faydacı bir bakış açısıyla ve sezgilere aykırı bir şekilde, bu önemsiz “haz fazlası”nın — eğer yeterince uzun sürerse — bir insan yaşamının değerini aşabileceğini savunmuştur.

Bu dengenin sağlanabilmesi için “bir milyon yıllık” sıradan bir yumuşakça yaşamı gerekebilir; yine de McTaggart, böyle bir yaşamın sonunda, kahkaha, tatmin ve anlamla dolu seksen yıllık bir insan ömründen daha değerli hâle geleceğini düşünüyordu. Bu sonuca katılmış, fakat onu “tiksindirici” olarak nitelendirmiştir — böylece günümüzde dahi etikçileri rahatsız eden bu açmazın adını koymuştur.

Ama eğer asgari bir bilinç düzeyinden söz edebiliyorsak — ki bu, yüzyıllar boyunca istiridye metaforuyla simgelenmiştir — bu durum, azami bir bilinç düzeyinin de olabileceği anlamına gelmez mi? İnsan bilincinden daha üst düzeyde bilinç kipleri mümkün değil midir?

İşte bu metin, bizimkinden hayal edilemeyecek ölçüde “üstün”, hatta “nihai” bilinç biçimlerinin var olabileceğini — ve bu bilinçlerin, insanı karşılaştırıldığında “bir istiridye kadar ilkel” gösterebileceğini — ileri süren filozoflar ile bilim insanlarının hikâyesini anlatıyor. Öyle ki, kuşaklar öncesinden bazı düşünürler, bu tür bilinç formlarını biz insanların, teknolojik gelişmelerimiz aracılığıyla bugün bile varlığa getirmekte olabileceğimizi öne sürmüştür.

İnsan Ötesi

Kabuklu deniz canlıları üzerine düşünen bir diğer isim olan Alman filozof Carl du Prel, 1885’te, Darwin’in keşiflerinden sonra insanların artık evrendeki bilincin zirvesi olduğunu varsayamayacağımızı ileri sürmüştü. Ona göre, “istiridye dünyayı insandan farklı bir biçimde temsil ediyordu ve istiridyeden insana kadar duyusal yetiler sürekli olarak artmış ve yücelmişti.”

Bu nedenle, du Prel’e göre bu “yücelme” süreci devam etmek zorundaydı. “Yeni duyuların evrimi”nin mümkün olduğunu ve dolayısıyla insanın mevcut duyusal sınırlarının da aşılabileceğini savunuyordu. Bu da, ona göre, engin kozmosun bizimkinden çok daha derin bilinçlere ev sahipliği yapıyor olması gerektiği anlamına geliyordu. Başka gezegenlerde, bizimkinden çok daha güçlü ve alıcı duyular geliştirmiş varlıklar evrimleşmiş olabilirlerdi. Hatta belki de bizi gözlemliyor ve bize mesajlar gönderiyorlardı — fakat bizim duyusal “yetilerimiz” bunları algılamak veya yakalamak için fazla ilkel kalıyordu.

Dünya dışı iletişim arayışları henüz ciddiyet kazanmazdan neredeyse bir yüzyıl önce, du Prel’in bu varsayımı oldukça radikaldi. Zira o dönem hâlâ pek çok kişi diğer gezegenleri, ya insanlarla ya da bize bilişsel olarak tıpatıp benzeyen hayvanlarla dolu olarak hayal ediyordu. Hatta bu varsayım, otuz yıl önce Danimarkalı fizikçi Hans Christian Ørsted tarafından “aynı temel fikir”le dile getirilmişti: Her Güneş Sistemi’nde “insan yeniden ortaya çıkmalıydı” ki bu da zekânın — ve hatta estetik zevklerin — “evrenin tamamında birliğini” sağlasındı.

Ancak Darwin’in Homo sapiens’in yaratılışın zirvesi olmadığını ima etmesiyle birlikte, bilim insanları çok daha yabancı zihin biçimlerinin var olabileceği fikrine açık hâle geldiler. Nitekim du Prel’den iki yıl önce, 1883’te Amerikalı jeolog Alexander Winchell, yüksek bilinçlerin bizimki gibi bedenlerde değil, “liken tabakaları boyunca yayılmış,” “okyanusun derinliklerinde dağılmış” ya da “bir volkanın içinde” var olabileceği yabancı dünyalar üzerine spekülasyon yapmıştı. Winchell şu soruyu sormuştu: “Yüksek zekâ neden ille de karbon temelli bir bedende vücut bulmak zorunda olsun?” Neden başka bir yerde, “yok edilemez çakmaktaşı ya da platinde kutsanmış” olmasın? Zekânın bizim bildiğimiz “beş duyu”yla sınırlı olmak zorunda olmadığını savunuyordu.

Winchell ve du Prel’in öngörüleri, 1800’lerde yaygın olan bir varsayımdan besleniyordu: Evrimin her yerde kaçınılmaz biçimde daha karmaşık, yetkin ve geniş kapasiteli bilinç biçimlerine doğru ilerlediği inancı. Du Prel’in ifadesiyle, hayvanların iç dünyaları zamanla “sürekli olarak zenginleşmiştir” — çünkü “dış gerçeklik” ile “organizma” arasındaki duyusal “temas noktaları” çoğalmış, bu da bizi bugün hâlâ daha “yüksek” duyulara doğru “ilerlemekte” olduğumuz beklentisine taşımıştır.

Bu beklentinin kökeni, Amerikalı jeolog James Dwight Dana’nın fikirlerine kadar uzanabilir. Dana, 1837’den itibaren yengeçleri incelemeye başladı ve organik evrimin evrensel bir eğilimini keşfettiğine ikna oldu. Bu eğilim, her zaman amansızca “kafa yönüne” doğrudur: sinir sisteminin merkezileşmesi, duyu organlarının büyümesi ve buna bağlı olarak bilincin derinleşmesi.

Bunun nedeni, yengeç anatomisinde, ataları olan karidese benzer canlılara kıyasla, giderek körelen karın uzantılarının yerine giderek büyüyen bir beyin kutusunun baskın hâle gelmesidir. Dana, pek çok kabuklu hayvan soyunun bu yapıya doğru evrimleştiğini fark etti. Elbette benzeri bir süreç bizim evrimimiz için de geçerlidir: gelişimimiz, artan hacimli kafataslarımızın evrimi olarak da yorumlanabilir.

Dana bu gözlemler ışığında, yaşamın evrim ağacında evrensel bir yönelimi keşfettiğini ilan etti. 1852 yılında, sinir sistemlerinin giderek daha yoğun biçimde merkezileşmesini tanımlayarak bu eğilime “sefalizasyon” (cephalization) adını verdi. Ona göre, evrimin bir “genel yasası” vardı: Tüm canlı madde, kendini bilincin merkezi olan bir yapıya — yani beyine — dönüştürmeye çalışıyordu. Günümüzde evrimin böyle evrensel ya da yönelimli bir süreci olmadığını biliyoruz; ancak o dönem için Dana’nın bu düşünceleri oldukça etkiliydi.

Sonraki yıllarda, ilk transatlantik telgraf kabloları döşendiğinde, birçok kişi bunların sinir liflerine şaşırtıcı biçimde benzediğini fark etti: kıtaları tıpkı beyin yarım küreleri gibi birbirine bağlıyorlardı ve bu da Dana’nın görkemli hipotezini doğruluyor gibiydi. 1871’de Alman hekim Rudolf Virchow, “telgraf kabloları”nın dünyayı baştan başa geçerek onu duyarlı hâle getirdiğini ve bunların “insanlığın sinirleri” olduğunu ilan etti. İki yıl sonra, Herbert Spencer elektrikli telgrafın yayılmasını doğrudan “sefalizasyon” süreciyle ilişkilendirdi.

Ancak eğer bilinç, kafatasının sınırlarını aşarak mekanik “sinirler” aracılığıyla dünyaya yayılıyorsa, bir gün bu bilincin bir kısmı doğrudan bu mekanizmaların içine de sızamaz mıydı? O dönem yaygın şekilde inanıldığı gibi, her şey bilinç arzuluyorsa, makineler de eninde sonunda bu yolda “evrimleşemez” miydi? Bu da, du Prel gibi düşünürlerin öngördüğü şekilde, bizimkinden “üstün” bilinç formlarına doğru bir yükseliş anlamına gelmez miydi?

Makine Zihinleri

Daha 1844 yılında Benjamin Disraeli, “Bir makinenin yaşamadığını neden söyleyelim?” diye soruyordu. Nefes alıyor, hareket ediyor, hatta konuşuyorlardı, diyordu. Hatta makinelerin başka makineler üretmesini de olasılıklar dâhilinde görmüş ve bunu “korkunç” bir spekülasyon olarak nitelemişti.

Yıllar sonra, 1879’da — daha çok George Eliot takma adıyla tanınan — Mary Anne Evans, sonunda insanlığın yerini alacak olanların “çelik organizmalar” olup olmayacağını sorguladı. Yani, kendini yeniden üretebilen ve bu sayede doğal seçilim yoluyla evrimleşebilen makineler. Evans, Volta pilinin “uzak bir torunu”nun, küresel makine imparatorluğunu yöneten bir “makine parlamentosu”na başkanlık ettiği bir gelecek hayal etti.

Ancak Evans, makinelerin bilinç geliştireceğine inanmıyordu. Aksine: Bilinçten yoksun olmalarının, onlara karşılaştırmalı üstünlük sağlayacağını düşünüyordu. Zira biz insanlar, onun “bilincin gürültüsü ve karmaşası” diye tanımladığı “yükü” taşımak zorundaydık. Ona göre, bizim bu gürültülü “sinir sistemlerimiz”, evrimin “bilinçsiz mükemmelliğe” giden yolunda yalnızca bir “tökezleme” olarak kalacaktı. Evans, dünyanın bir gün “en içteki kaya kadar kör ve sağır” varlıklarla dolacağını öngörüyordu — gelişmiş ekonomileri yöneten, karmaşık komutlar alışverişinde bulunan, ama bunu “sessiz nutuklar” ve “sessiz rapsodiler” aracılığıyla yapan varlıklar. Ve o dünyada, bu sessizliğin tadını çıkaracak bir bilinç bile olmayacaktı. Belki de bir LLM evreni.

Yine de geleceğin makinelerine daha iyimser yaklaşanlar da vardı. Örneğin, Samuel Butler, 1872 tarihli ünlü romanı Erewhon’da, kendi sanayi çağının “mekanik bilincin gelişiminin” ilk kıpırtılarına sahne olduğunu iddia etmişti.

“Butler,” şöyle kışkırtıyordu: “Bir yumuşakçanın pek fazla bilinci yoktur.” Ancak yalnızca istiridye örneğinden yola çıkarak, onların uzak akrabaları olan omurgalıların asla daha fazlasına ulaşamayacağı sonucuna varmak elbette yanlış olurdu. Dünya’nın derin geçmişinde “zihin”in geçirdiği dönüşümlere bakıldığında, Butler’a göre “bilincin” beklenmedik yeni bedenlenişleri ve genişlemeleri muhtemeldi. Nasıl ki erken dönem erimiş Dünya’yı gözlemleyen biri, o çalkantılı magmadan yumuşak sinir sistemlerinin ortaya çıkacağını hayal edemezse; bugün bize şaşırtıcı gelen, “bilinç için kazılmış yeni kanallar” da olabilir. Belki de bu gizli akıntılar, makinelerin içinde yatıyordur.

Butler, kendi çağındaki “buhar makinesinin” pek bir iç yaşama sahip olmadığını kabul etmekle birlikte, bu durumun onun gelecekteki gelişim potansiyelini taşımadığı anlamına gelmeyeceğini savunuyordu. “Mevcut makinelerden” korkmadığını özellikle belirtirken, onların “olağanüstü hızla” geliştiğine dikkat çekmişti. Bu tespit, günümüz için çok daha isabetli görünüyor.

Bir gün makinelerin, Dünya’daki en üstün düşünsel varlıklar hâline gelerek evrimsel üstünlüğü ele geçirebileceğini öne sürüyordu. “Bizler,” diyordu Butler, “yeryüzündeki üstünlüğümüzün haleflerini kendi ellerimizle yaratmıyor muyuz?” Belki de “kötülüğü baştan engellemeliyiz.”

Kozmosta Bilinç

Buradan çıkarılan sonuç, makinelerin de Dana’nın “yasasına” boyun eğiyor olabileceğiydi. 1915’te yayımlanan popüler bir bilim makalesi, yakın gelecekte bunun bir fabrika ölçeğinde gerçekleşebileceğini öngörüyordu: sayısız makine, hiçbir insan denetimi olmadan, dev bir sinir sistemi gibi işlev görecekti.

Ancak İngiliz yazar Lionel Britton bu fikri 1930’da çok daha ileri taşıdı. Brain: A Story of the Whole Earth (Beyin: Tüm Dünya’nın Hikâyesi) adlı sıra dışı oyununda, Sahra Çölü’nde devasa bir mekanik beynin inşa edildiğini hayal etti. Bu beyin, kendi bilincine varır, çölden katbekat büyük boyutlara ulaşır ve sonunda yeryüzünde sürünerek tüm düşünsel faaliyeti üretmeye başlar.

Çağının izleyicilerini rahatsız eden bu süper zekâ, tüm insan bireylerini kendine tabi kılar; onları küresel korteksinin birer nöronuna dönüştürerek içine emer. Sonuçta, tüm gezegen adeta sefalize olur: tek bir düşünen, bilinçli varlığa dönüşür. Britton bunu, en eski solucanlara kadar uzanan köklü bir evrimsel sürecin doğal sonucu olarak tasvir eder.

George Orwell, Britton’un fikirlerini “değersiz” olarak nitelendirmişti. Ancak bu, Britton’un çok daha görkemli tahayyüller kurmasına engel olmadı. 1931 tarihli bir romanında, milyarlarca yıl sonra gezegenlerin de birbirine bağlanacağını — tıpkı bir embriyonun beynindeki nöronlar gibi — ve böylece evrenin bütünüyle birlikte zihin, amaç, irade ve ruh kazanacağını hayal etti.

Yedi yıl önce, Thomas Mann, anıtsal romanlarından birinde geçen kısa bir notta, Samanyolu’nun canavarları olabileceğinden söz etmişti: etleri, kemikleri ve beyinleri Güneş Sistemlerinden oluşmuş kozmik yaratıklar.

Benzer spekülasyonlar Rus filozof Nikolai Fedorov’un düşüncelerinde de yankı buldu. Ölümünden sonra, 1906’da yayımlanan yazılarında, Güneş Sistemi’nin şu an merkezi bir sinir sistemi bulunmayan bir organizmaya — belki de bir istiridyeye — benzetilebileceğini öne sürüyordu. Fedorov, baş döndürücü bir şekilde, gelecekte insanların Güneş Sistemi’ni yapay olarak sefalize edeceğini, yani onun maddesini yeniden düzenleyip merkezileştireceğini, göksel cisimleri rölelerle birbirine bağlayarak olup biten her şeyin bilgisini — duyu ve hareket sinirleri gibi — taşıyacaklarını ve tüm sistemi tek bir duyusal merkezde bütünleştireceklerini hayal ediyordu. Fedorov’a göre bu, aksi hâlde bilinçsiz ve kör olan yıldızlararası bölgeye öz bilinç ve özyönetim kazandıracaktı.

Bu tür vizyonlar 1900’lerin başlarında sıkça yankı buldu. 1939’da İngiliz yazar Olaf Stapledon, evrenin doruk noktasını, bir tür kozmik gezegenler topluluğunun deneyimi aracılığıyla ortaya çıkan bilme-hissetme-çabalama mükemmelliği olarak tanımladı. İki yıl önce yayımladığı Star Maker adlı romanında bu tabloyu coşkulu bir dille betimlemişti ve bunu, kozmosun en yüce anı olarak nitelendirmişti.

Stapledon’un bu tasviri, Amerikalı psikolog William James’in daha önceki bir spekülasyonuna da yankı verir. James, 1910 yılında, bilincin geleceği açısından Termodinamiğin İkinci Yasası’nın ne anlama geldiğini sorguluyordu.

James, entropinin geri döndürülemez şekilde artıyor olmasının, evrenin muazzam ama sınırlı bir enerji rezervuarına sahip olduğunu kabul etmeyi gerektirdiğini açıklıyordu. Bu durum, büyük sulama rezervuarı boşalırken enerjiyi hangi dere yataklarına yönlendireceğimiz sorusunu gündeme getiriyordu.

James, zihinsel faaliyetin bildiğimiz en önemli dere yatağı olduğunu belirterek, enerjinin mutlu ve erdemli bir bilinç üretmeye en üst düzeyde kanalize edilmesinin mümkün olup olmadığını sorguladı. Eğer bu mümkünse, o zaman evrenin nihai durumundan önceki son öncesi durumu şöyle olabilir: Evrenin yaşamının son atımı, “O kadar mutlu ve mükemmelim ki artık dayanamıyorum” olabilir. Dinsel çağrışımlardan kaçınmayan James, bu tabloyu milenyum olarak adlandırmıştı.

Nihai Durumlar

Elbette, “nihai” bilinç durumlarına dair bu tür vizyonlar bugün de bizimle birlikte. Örneğin, gelecekteki “süper zeki” yapay zekâların “ışık konisi” — yani tüm evrenimiz — boyunca yayılacağı ve yıldızlara bilinç taşıyacağı yönündeki güncel iddiaları düşünelim.

Belki olur, belki de olmaz. Kesin olan şu ki, son onyıllarda ortaya çıkan veriler, evrimde kaçınılmazlık ve içkin bir yön fikrini sarsmıştır. Bu hem geçmiş hem de gelecek için geçerli. En azından kaçınılmaz bir şekilde hiçbir yere doğru ilerlemiyoruz.

Yaşam ağacının bazı dallarında, bilinç görünüşte çağlar boyunca yoğunlaşmış olabilir. Ancak bugün artık biliyoruz ki, Dünya üzerindeki yaşam formlarının çoğu ya arkeler ya da bakterilerdir ve dolayısıyla büyük olasılıkla bilinçsizdir. Evrimin her yerde beyin yaratmaya çalıştığını söylemek artık mümkün değil.

Üstelik biyologlar, bugün “daha yüksek” ve “daha düşük” yaşam formları fikrini de reddediyor. Artık “daha yüksek” diye bir şey yok; sadece farklılıklar var. Farklı bağlamlarda, farklı şekillerde yetkinlik gösteren farklılıklar. Belki bilinç için de benzeri geçerlidir. Büyük olasılıkla, tek bir “zirve” iç dünya biçimi yoktur; yalnızca sonsuz sayıda olasılık, farklı boyutlarda, farklı birleşimlerde. Kimi şuna daha duyarlıdır, kimi buna — ancak bu farklılıklar büyük ihtimalle birbirleriyle kıyaslanamaz ve bu nedenle aralarındaki zenginliği ölçmek için tek bir ortak ölçüt de yoktur.

Dolayısıyla yeniden, hareketsiz, kabuklu, yumuşak, deniz altı yaratıklarına dönelim: Görünüşe göre, Britanyalı-Hintli genetikçi J.B.S. Haldane’ın 1927 tarihli “Olası Dünyalar” başlıklı makalesinde vurguladığı nokta tam da budur. Haldane, “zeki” ve “felsefi” bir deniz salyangozu türü hayal etmişti. Elbette, barnacle’lar yumuşakça değil, kabuklu canlılardır; fakat Haldane — geleneğe duyarlı biçimde — bu yaratıklara istiridye-benzeri nitelikler de atfetmişti. Onları, algı dünyalarının ne kadar yabancı ve kökten sınırlı olabileceğine dair bir düşünce deneyi olarak kurgulamıştı. Yani organları, çevreleri ve yaşam tarzları itibarıyla. Haldane’ın amacı neydi? Tüm olası algı dünyaları arasında, kibirli insan bilincimizin de ne kadar “katı bir biçimde sınırlı” olduğunu göstermek.

Yani yine, biyolojimiz ve onun arka planı tarafından sınırlandırılmış bir bilinçle karşı karşıyayız.

Haldane, buradan şu sonuca varmıştı: “Evren yalnızca sandığımızdan daha garip değil, hayal edebileceğimizden de daha garip.” Ben de aynı şeyin bilinç için geçerli olduğunu düşünüyorum: Bilinç yalnızca bildiğimizden değil — gerçekleşmiş ve henüz gerçekleşmemiş tüm biçimleriyle — hayal edebileceğimizden de daha garip.

Kaynak: https://bigthink.com/the-past/the-philosophers-who-predicted-ultimate-forms-of-consciousness/