Milenyum Samimiyetsizliği ve Saçmalıkları Kesmek

Matthew Gasda’nın “The Sleepers” (Arcade Publishing, Mayıs 2025) adlı kitabının bir incelemesi

Bir zamanlar, modern dünyadan öylesine nefret eden bir genç hakkında bir roman taslağı yazmıştım ki, ölmüş büyükbabasının kıyafetlerini giyip onun harap evine taşınmıştı. Tam bir çöp yığınıydı, ama onu çekmeceme gömdükten sonra aslında başından beri ne yaptığımı fark ettim. Bilinçaltımda kendime bir ders veriyormuşum: geçmişte yaşayamazsın. Bir insan — özellikle de kendini yazar sanan biri — çağın ruhundan (Geist) ne kadar uzaklaşmış olursa olsun, bir şekilde çağdaş toplumla temas kurmak zorundadır. Bu, onun hatalarına teslim olması ya da geçmişi küçümsemesi gerektiği anlamına gelmez; fakat hepimiz şimdi, bugünde yaşıyoruz ve burada yaşamamız gerekiyor.

Bu ders hem doğru hem de değerli; ancak her ne zaman onu okuduğum kitaplara uygulamaya kalksam, her ne zaman benim gibi gençlerin yazdığı kurgu eserleri aramaya koyulsam, kendimi yine mecazi anlamda büyükbabamın evine geri dönmüş gibi hissediyorum — çünkü atmosferde dayanamayıp midemi bulandıran bir koku var. Eğer karşıma çıkan metin, düşüncesizce ortaya atılmış bir “woke” siyasi beyan ya da iklim değişikliği, trans hakları gibi meseleler üzerine yaratıcı olmaktan uzak bir alegori değilse, neredeyse istisnasız şekilde aynı iğrenç madalyonun diğer yüzüyle karşılaşıyorum: video oyunları, anime ve internet pornosu tarafından beyni geri dönüşü olmayan şekilde haşlanmış, rahatsız bir neo-Nietzscheci incel’in içgüdüsel çığlıkları.

Yalnızca çok yakın bir zamanda, bu ikilemin ötesine geçmeyi başaran ve bu nedenle az da olsa ciddiyetle değerlendirmeye değer hale gelen bir şey okudum. Geçen yılın sonlarında, milenyum kuşağına mensup oyun yazarı Matthew Gasda, bana e-posta göndererek Arcade Publishing tarafından geçen ay yayımlanan yeni romanı The Sleepers’ı incelememi isteyip istemeyeceğimi sordu.¹ Kabul ettim ve bana kitabın dijital prova baskısını gönderdi.

The Sleepers, kendini kandıran bir milenyum akademisyeni olan Dan’in kendi kendini yok edişini konu alıyor. Dan, özgünlüğe aç; ancak gerçekte ne istediği hakkında hiçbir fikri yoktur ve bu nedenle içten bir güdüye ulaşamaz. Kendini Sisteme karşı duran derinlikli bir entelektüel olarak hayal eder; oysa aslında o sistemin bir parçası ve ürünüdür.

Gasda şöyle yazıyor: “O, bir Marksistten çok Kalvinistti. Seçilmişlerden biri olduğuna inanıyordu. Entelektüel duruşunun, sandığı gibi ideolojik saflığın bir ürünü değil, pazarda başarı sağlayabilmek için benimsediği bir davranış biçimi olduğunu fark edemiyordu.”

Bir de Dan’in kız arkadaşı Makiro vardır. Dan’le birlikte New York’taki daracık dairelerinde yaşamaktadır. Makiro, başarısız bir aktristir; hayalinden büyük ölçüde vazgeçmiş ve gündelik hayatın sıradan ritmine boyun eğmiştir. O, düzendir; Yang’dır. Buna karşılık kız kardeşi Akari, Yin’dir — yani kaos. Akari bir görüntü yönetmenidir. Batı Yakası’nda yaşar ve zaman zaman kız kardeşini ziyarete gelir. Makiro’nun aksine kariyerinde başarılıdır. Hayatı canlıdır. İlişkileri durağan veya donuk değil, sürekli değişim içindedir.

Bu zıtlık olmasa Akari büyük ölçüde önemsiz bir karakter olurdu. Gerçek hayattaki bir görüntü yönetmeni gibi, olayların çevresinde dolanır. Ancak hikâye onun New York’a gelişiyle başlar ve Gasda bize Dan’in ona fark ettirmeden kur yapma alışkanlığından söz eder. Bu ayrıntı, olay örgüsünden çok semboliktir: Dan’in kaosa tereddütle kur yapmasıdır bu.

Ancak Dan’in kaosa baş aşağı dalışı daha sonra gelir; Makiro ile geç saatte yaşadığı sonuçsuz bir tartışmanın ardından, eski bir kadın öğrencisi onunla çevrim içi sohbet başlatır. Nasıl ki yılan, Havva’yı yasak meyveyi yemeye ikna ederken onun aslında olmadığı bir şey — Tanrı’nın yerine geçebilecek biri — olduğuna inandırdıysa, eski öğrenci Eliza da Dan’i, onun kendine dair sanrılarına oynayarak, onu derin fikirleri olan etkileyici bir entelektüel olarak övüp baştan çıkarır. Havva gibi, Dan de yemi yutar. Makiro uykuya dalar ve Dan, Eliza’yla bir barda buluşur.

Ancak buluşma, Dan’in beklediği gibi geçmez. Eliza onunla sevişme fikrinden vazgeçer ve Dan, yalnızca eli boş dönmekle kalmaz; aynı zamanda Makiro’ya sadakatsizlik ettiği için suçluluk da duyar.

Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi, Dan de başarısız bir Übermensch’tir. Bir balta katili olmayabilir ama ahlakı bir kenara itmiş ve iradesini hayata geçirme çabasında başarısız olmuştur. Şimdi utançla yüzleşmek zorundadır.

Ancak Raskolnikov’un aksine, Dan bu durumdan bir çıkış yolu bulamaz. Kendi kendini yok eder, Eliza’ya saplantılı hale gelir ve hem Makiro’yu hem de işini kaybeder. Böylece, Dostoyevski’nin ustaca yarattığı başka bir karakter olan Lise Kholkakov’a benzer hale gelir: Lise, Alyoşa Karamazov ile nişanını bozduktan ve onun kardeşi İvan’ı baştan çıkarmayı başaramayınca kendine acır ve parmağını bilerek kapıya çarpar.

Her şeyini kaybettikten sonra Dan, Makiro’ya şöyle der: “Kendine sonsuza kadar yalan söyleyemezsin. Yalanlar seni yakalar. Belirli bir davranışta bulunduğunu neden anladığını sanırsın, ama o davranış seni kandırıyordur.”

Gasda, hikâyesini gelişimi duraklamış ve sorumluluktan korkan bir Amerikan kuşağının içine yerleştiriyor. Karakterlerinin çoğu, ilerici kıyı bölgelerinde yaşayan, orta yaşa yaklaşmakta olan tipik milenyumlardır. Gasda, onların parçası olduğu kibirli ve samimiyetsiz, fakat aynı zamanda öz farkındalığı yüksek ve kronik olarak endişeli kültürü tasvir ederken hiç elini korkak alıştırmaz. Bu nedenle, bu kategoriye giren ve gizli umutsuzluklarıyla yüzleşmek yerine ilerleme ve ahlaki üstünlük yanılsamasını sürdürmek isteyen gençlerin bu kitaptan rahatsız olabileceklerini düşünüyorum. Öyle olsun.

Bu insanları betimlemede acımasız olsa da, Gasda onlara bir nebze umut da sunar. Dan, Kierkegaard’ın “estetik” olarak adlandırdığı yaşam biçiminden, sonra da şeytani olana doğru kaçarken; Makiro bunun tersine bir hareket sergiler. Bu, onun için de çatışmasız değildir; ama hikâyenin sonunda evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuştur. Nihayetinde bağlılık, sorumluluk ve kendini adamayı seçer ve sonunda gerçekten bir yetişkin olur.

The Sleepers hakkında yönelttiğim en net eleştiri karakter, olay örgüsü ya da üslupla ilgili değil; ayrıntılar ve zevk meselesiyle ilgilidir. Gasda, çağdaşlarının kronik ciddiyetsizliğinden sıyrılmayı başarsa da, romanı yine de günümüzün neredeyse tüm genç edebi kurgu yazarlarını sarmış gibi görünen aynı müstehcen takıntılarla gölgeleniyor.

“Müstehcen” derken, yalnızca edebe aykırı olanı kastetmiyorum; gerekli olanın ötesine geçen, romana hizmet etmeyen, yalnızca okuyucuda tiksinti, hayal kırıklığı ya da şehvet (concupiscence) gibi bir his uyandırmak için var olan bir edepsizliği kastediyorum.² Yetişkinler için yazılmış bir romanda edepsizlik yer alabilir; bu başlı başına bir sorun değildir. Ancak roman bir sanat eseri olduğundan, bütünlük talep eder.³ Edepsizlik (ya da başka herhangi bir unsur⁴), bu bütünlüğü zedelediğinde, artık sanat eserine karşı bir suça dönüşür.

Bu noktada, grotesk öğeleri kendi amacına hizmet ettiği sürece kullanmaktan hiç çekinmeyen Flannery O’Connor’ın şu yakınmasını hatırlamadan edemiyorum: “Bazı kurgu yazarları, her karakter tuvalete ya da yatağa her gittiğinde, kendilerini de onunla birlikte oraya götürmek zorunda hisseder.” Ona katılıyorum: “Eğer böyle bir sahne hikâyeyi ilerletmek için kullanılmıyorsa… bu kötü zevktir.”⁵

Korkarım The Sleepers’ta, hikâyenin gayet rahatlıkla onsuz da idare edebileceği pek çok böyle ‘gezinti’ var.

Ancak, yanlış anlaşılmasın, benim sorunum seksle değil. Seks hayatın bir parçasıdır ve hayatı konu edinen her yazar için doğal bir konudur. Gasda’nın karakterlerinin cinsel yaşamlarına dair bize bilgi vermesi de tamamen boşuna değil. The Sleepers’ın ana fikirlerinden biri, hem karakterlerin hem de onların parçası olduğu daha geniş kültürün çöküşüdür. Gasda’nın cinselliği kullanma biçimi, bizi 1960’ların iyimser “özgür aşk” ideallerinden ne kadar uzağa geldiğimizi fark ettirir. Kutsal olanın altmış yıl boyunca kutsallıktan arındırılması sonucunda, bizim kuşağımız için seks büyük ölçüde erotizmden sıyrılmış, manevi anlamını yitirmiş ve yemek ya da su gibi biyolojik bir ihtiyaç kategorisine indirgenmiştir. Bu “ihtiyaç” ise artık çağdaş teknoloji sayesinde rahat ve yapay yollarla karşılanabilir hale gelmiştir. Bu yüzden, özellikle erkekler başta olmak üzere gençler, önceki nesillere kıyasla daha az seks yapıyor olabilir.⁶ Sonuçta Dan’in cinsel serüveni yalnızca erotik haz arayışı değildir; sıkıldığı ve çaresizce kendine güvensiz olduğu için “bir şeyleri karıştırma” girişimidir.

Yani tekrar edeyim: benim şikâyetim seksle ilgili değil. Ancak, cinsel arzular, cinsel eylemler ya da cinsel organlar hakkında yazmayı seçen her yazar, benzersiz bir pratik açmazla karşı karşıya kalır. Cinsel organlar hakkında, Michelangelo’nun Davud heykelinde yaptığı gibi basitçe yazılamaz. Veya Giorgione’nin Venüs’ün göğüslerini resmettiği gibi yazılamaz. C.S. Lewis bu ikilemi gayet iyi açıklamıştır:

“Genellikle bahsi geçmeyen vücut bölgelerine geldiğinizde, kelime seçmek zorunda kalacaksınız. Ve yalnızca dört alternatifiniz olduğunu göreceksiniz: çocukça bir kelime, arkaik bir kelime, argo bir kelime ya da bilimsel bir kelime. ‘El’ ya da ‘burun’ gibi sıradan, nötr bir kelime bulamayacaksınız. Ve bu çok zahmetli olacak. Hangi dört kelimeyi seçerseniz seçin, yazınıza belli bir ton verecektir: istemeseniz de bebek dili, Viktoryen edası, kabalık ya da teknik jargon üretmek zorunda kalacaksınız. Bunların her biri, malzemenize (niyetiniz bu olmasa bile) belli bir tutum yükleyecektir. Kelimeler sizi, konuyu ya çocukça, ya eski moda, ya aşağılayıcı ya da tamamen bilimsel bir merak konusu olarak ele aldığınızı varsayarak yazmaya zorlayacaktır. Kısacası, yalnızca betimleme yapmak imkânsızdır. Dil sizi örtük bir yorum yapmaya zorlar.”

Lewis haklı. Erkek cinsel organları için “el” ya da “burun” gibi nötr bir kelime yok; kadın cinsel organları içinse daha da az. Eğer biri bunlar hakkında yazacaksa, ya çocukça, ya modası geçmiş, ya kaba ya da teknik bir ton seçmek zorundadır. Gasda açıkça kabalık tonunu seçmiştir — ve dört seçenekten birini seçmek zorunda kalsaydım, ben de muhtemelen aynı yolu izlerdim. Ancak bu kabalık, romanının bütünlüğüne hizmet etmiyor. The Sleepers’ta eleştirdiğim eğilimin devamı niteliğinde: seksin olduğu şeyden daha azına, erotik ya da — cesurca söyleyeyim — kutsal değil de hayvani bir ihtiyaca indirgenmesine.

Ancak, hikâyesi gereği cinselliğe ihtiyaç duyan ve bunu duyusal bir etki yaratmak için değil, anlatının amacı doğrultusunda işleyen bir yazar, sevgili İngilizce dilimizin önüne koyduğu bu ikilemle karşılaştığında başka bir çareye başvurabilir: ayrıntıya girmemek. Yazarlar, cinsel davranışları doğrudan betimlemeden ima edebilirler. Bu, geleneksel cinsel davranışlar kadar geleneksel olmayanlar için de geçerlidir; hem aşkın sınırları içinde kalan davranışlar hem de insan yozlaşmasının en karanlık ihtimallerini örnekleyen davranışlar için. Elbette bu kaygı, söz konusu cinsel faaliyetin gerçekten gerekli olup olmadığı sorusundan her zaman sonra gelir.

Belki de The Sleepers’daki müstehcenlikle ilgili beni en çok rahatsız eden şey, cinsellikle değil, açıkça gereksiz olan tuvalet sapmalarıyla ilgili olanıdır. Bu nispeten kısa romanda, en az beş ayrıntılı pasaj hatırlıyorum ki, herhangi bir gerekçe olmaksızın bir karakterin idrarını ya da dışkısını okumak zorunda kalıyoruz. İşte bunlardan biri (okuyucunun takdirine bırakıyorum):

Mariko, Dan’in bokunun kokusunu babasınınkine benzetiyordu; bunlar, kendi kokusu dışında bildiği tek tuvalet kokularıydı. Kadınlar kokularını gizlemeyi bilirdi: yarı mistik, tamamen mantıksız, muhtemelen bastırmanın bir sonucu olan bir şeydi bu. Yine de bu efsane güçlüydü: kız kardeşinin, annesinin ya da başka bir kadının bokunun nasıl koktuğunu bilmiyordu.

Ve bir diğeri:

Sıçma ihtiyacı hissetti.

Sandalyeden kayarak kalktı, Dan kapının yanındaki tuvalete doğru üç adım attı. Bu kapı mutfağa dışarıdan açılıyordu. Ayak parmaklarıyla klozet kapağını kaldırdı, başparmağıyla kot pantolonunu indirdi ve oturdu.

Kahve yüzünden bok anında dışarı çıktı. Bir, iki, üç, sonra dört uzun, gevşek dışkı.

Ve bir tane daha:

Tuvalete oturdu, külotunu indirdi, bacaklarının arasından klozete sıcak idrarın fışkırdığını hissetti — sildi, sifonu çekti, kolu ayak parmaklarıyla itti. Ellerini yıkamadı, umursamadı.

Ne demek istediğimi anladınız mı? Bir karakterin her nefesini ya da yediği her yemeği bilmemize gerek olmadığı gibi, her “boşalmasını” ya da “içini boşaltmasını” da bilmemize gerek yok.

Belki bu, zaten çekilmez bir hikâyenin başka bir kötü özelliği olsaydı göz ardı edebilirdim. Ama burada en azından ciddi bir roman söz konusu ve korkarım ki bu tür zevk hataları, romanın sahip olabileceği potansiyeli azaltıyor.

Üzücü olan şu ki, müstehcenliğe duyulan bu takıntı o kadar yaygın ki, bugün bu konuya takılıp kalmamış tek bir genç yazar bile bulamıyorum. Müstehcenlik artık o kadar sıradanlaştı ki, klişe haline geldi. Birinin nihayet bunu dile getirmesi gerekiyor — edebiyat çevreleri onu tutucu (prude) olarak yaftalayacak olsa bile.⁷

  1. yüzyılın ortalarında yazarlar, özellikle cinsellikle ilgili konularda tabuların sınırlarını zorlayarak halkın duyarlılığını sarsan hikâyelerle altın çağlarını yaşadılar. Bir provokatör, kabul edilebilir olanın sınırlarının ötesinde yazarak ün kazanabilir ve kalabalıktan sıyrılabilirdi. Şanslıysa, yasaklı kitaplar listesine bile girebilirdi — ki bu da elbette daha fazla satış anlamına geliyordu.

Bugün ise milenyum kuşağı (ve ardından gelen daha genç nesiller), hâlâ “Baby Boomer senaryosunu” nasıl geride bırakacaklarını bulmaya çalışıyor. Baby Boomer kuşağı, en azından 1960’lardan beri ABD’de kültürü tanımlamış ve domine etmiştir; gençler ise hâlâ onların başlattığı hareketleri otomatik olarak tekrar ediyor — ancak bu hareketler artık eskisi gibi bir anlam taşımıyor. Anlamsızlar, çünkü onların ne anlama geldiğini biz unuttuk. Bu yüzden 2010’larda ve 2020’lerde, sanki hâlâ medeni haklar için savaşıyorlarmış ve Edmund Pettus Köprüsü’nde dayak yiyorlarmış gibi davranan çok sayıda genç vardı. Oysa öyle değillerdi. Bu yüzden artık provokatif olmayan ama provokatifmiş gibi yapan romanlar yazan genç yazarlar var.

Ancak farkında olmadıkları şey şu: O zamanlar okuyucuları rahatsız eden şey, artık onları rahatsız etmiyor. Müstehcenliğe o kadar alıştık ki, artık duyarsız hale geldik. İnternet pornografisini bir kenara bırakalım — Amerikalıların izlediklerine bakın. HBO artık tam çıplaklık ve bol küfür için tek adres değil. Bugün Netflix’te, otuz yıl önce birinin ailesiyle birlikte rahatça izleyebileceği bir dizi bulabilir misiniz? Amerikalılar müstehcenliğe aşırı maruz kaldı ve çoğu bundan sıkılmış durumda. Onlara hâlâ kaba detaylar yüklemeye devam edip aynı etkiyi beklemek, eski bir fıkrayı tekrar tekrar anlatmaya benziyor. Seyirci çoktan gülmeyi bıraktı.

Bu arada, ülkemizin edebiyatı ciddi bir krizle karşı karşıya. Giderek daha fazla Amerikalı, edebi kurguyu ciddiye almayı reddediyor. Elbette bunun tüm suçunu yazarlara yükleyemeyiz; çünkü yazar öncelikle kendisini ilgilendiren hikâyeleri yazmak zorundadır, okuyucuların ve eleştirmenlerin ilgisini daha sonra düşünmelidir. Okuyucular edebiyata, onunla mücadele etmeye hazır olarak yaklaşmalıdır; TikTok’ta gezinirken olduğu gibi anında dopamin bombardımanına maruz kalmayı talep etmemelidir. Ayrıca, kendi başlarına derin fikirlerle mücadele edebilecek şekilde eğitilmiş olmaları gerekir. Ne yazık ki, eğitim sistemimiz artık bu amaca hizmet etmiyor.

Ama herhangi bir edebi roman, dar bir nişin ötesinde bir okuyucu kitlesinin kalbini ve zihnini yeniden fethedecekse, bu Scrotie McBoogerballs⁸ değil, anlık olandan nihai olana etkili bir sıçramayla ilgilenen bir eser olacaktır. Okuyucuların istediği bir şey olabilir, ama ihtiyaç duydukları şey başkadır — ve onların çaresizce ihtiyaç duyduğu şey, illa ki şok olmak ya da rahatsız edilmek değil, insanın bir ruhu olduğu ve dolayısıyla bir doğası ve amacı bulunduğunun hatırlatılmasıdır.

Bu manevi gerçekliğin, çağdaş okuyucu için müstehcenlikten bile daha rahatsız edici olması gayet olasıdır. Ama bu rahatsızlık, ciddi bir yazarın ulaşmaya çalıştığı şeyin sadece tali, alakasız bir sonucudur. Rahatsız etmek, onun hedeflerinden biri değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır.

Peki Gasda’nın, sırf okuyucuyu rahatsız etmek için bilinçli olarak müstehcen bir roman yazmaya çalıştığını mı düşünüyorum? Hayır, düşünmüyorum. Ancak filtresiz müstehcenlik kalıbının çağdaş hikâye anlatımının içine o kadar yerleşmiş olduğunu düşünüyorum ki, bir yazarın dahil etmek istediği her ayrıntının bir amaca hizmet edip etmediğini kendine sormakta ekstra dikkatli olması gerekir. Bana eski kafalı diyebilirsiniz, ama bir dışkının derin sembolizmini anlamakta zorlanıyorum.

Ama ben, Aristoteles gibi, olay örgüsünün ve karakterlerin, tarzdan ve ayrıntıdan nihayetinde daha önemli olduğuna inanıyorum. Bu yüzden Gasda’nın romanında iyileştirilebilecek şeyler olduğunu düşünsem de, bu onun esas ciddiyetini tamamen gölgelemiyor. Bazen gereksiz müstehcen ayrıntılara saplansa da, yalnızca yaşadığımız çağ ve mekân hakkında değil, insanlık hakkında da bir şey söylemeyi başarıyor. Türümüz hakkında söyledikleri hoş değil, ama hoş olmak zorunda da değil. Sadece doğru olmak zorunda — ve çoğu zaman da öyle.

Friedrich Nietzsche pek çok konuda yanılmış olabilir, ama “biz kendimize yabancıyız” dediğinde haklıydı. Günümüzde edebiyatın artık hiçbir şey söyleyemiyor gibi göründüğü bir zamanda, Gasda en azından bu ifadeyi bir nebze etkili biçimde yeniden teyit etmeyi başarıyor.

Keşke saçmalıkları kesmiş olsaydı. Bunu mecaz anlamda değil, kelimenin tam anlamıyla söylüyorum.

Notlar:

1) Bu incelemenin biraz “geç kalmış” olduğunun farkındayım. Özellikle Substack’te ve genel olarak internette bu kitap hakkında epey yazılıp çizildiğini, akışıma düşen yorum sayısından anlayabiliyorum. Başkalarının fikirlerinden etkilenmemek için bu yorumları okumaktan büyük ölçüde kaçındım ama iki ya da üç tanesine ister istemez göz gezdirmiş oldum. Gecikmemin sebebi kısmen Paskalya dönemi boyunca yazmaya ara vermem ve sonrasında başka projelere kapılmam; ama asıl neden bu incelemenin, yayımlanmış yeni bir kitaba dair yazdığım ilk gerçek kitap eleştirisi olmasıdır. Yani: yeni yayımlanmış bir eserin kapsamlı bir değerlendirmesi. Dolayısıyla eleştirel yazım alışkanlığım henüz tam anlamıyla oturmadı ve yazıyı tam istediğim gibi yapmam birkaç deneme gerektirdi.

2) Bu bağlamda müstehcenlik ile ilgili kaygım ahlaki ya da siyasi değil, estetik bir kaygıdır. Gasda The Sleepers’ı kütüphanenin çocuk kitapları bölümüne dahil etmeyi amaçlamış olsaydı, bu başka bir konu olurdu. Ancak tahminime göre Gasda, romanının yetişkinler tarafından okunmasını hedefliyor. Yetişkinlerin, insan deneyiminin karmaşık ve çoğu zaman rahatsız edici ya da edebe aykırı yönleriyle yüzleşmeye yeterince olgun olduklarını umuyoruz — zaten dürüst bir edebi kurgu eserinden de bu yönleri keşfetmesini bekleriz.

3)  “Bütünlük”ten kastımız, tüm öğelerin birbiriyle uyum içinde çalışması ve her birinin, hikâyenin temel amacı olan “anlıktan nihai olana sıçrama”ya katkı sunmasıdır. Anlık ve nihai, aynı gerçekliğin iki yönüdür: Anlık olan tanıdık ve olgusal olandır; nihai olan ise evrensel ve daha yüce bir gerçektir. Bu sıçrama olmazsa başladığımız yerde kalırız. Elimizde yalnızca ayrıntıların tasviri kalır; oysa eylem, her hikâyenin merkezinde yer alır ve anlamdan yoksun hale gelir. Tüm hikâye anlatıcılarından, bize üzerinde düşünmeye değer bir şey anlatmalarını bekleriz. Gerçekçi yazarlardan (ki Gasda böyledir) beklentilerimiz de aynıdır, hatta daha da yüksektir. Bu sıçrama olasılık dahilinde olmak zorunda değildir, ama ikna edici ve mümkün olmalıdır. Bu zorlu ve ürkütücü bir sorumluluktur. Her gerçekçi yazar, gündelik hayatın detaylarıyla yola çıkarken, bu detaylara saplanıp kalma ve nihai sıçramayı hiç yapamama ya da tereddüt etme riski taşır; bu da hikâyenin bütünlüğünü bozar.

4) Bir yazar, aynı ölçüde ciddi bir hatayı, okuyucuyu rahatsız etmemek adına hikâyeden ödün vererek ya da gereksiz yere tersi yönde bir duygu (rahatlık, kendini haklı görme ya da sahte umut) uyandırarak da yapabilir.

5) Bu alıntı, O’Connor’ın 1956 yılında The Bulletin adlı Katolik piskoposluk gazetesinde kitap sayfası editörü olan Eileen Hall’a yazdığı bir mektubundandır. O’Connor, bu gazete için kitap eleştirileri kaleme almıştır. Alıntının tamamı şu şekildedir:

“Kötü zevk hakkında kesin bir şey söyleyemem çünkü zevk göreceli bir meseledir. Sokakta tükürmekten İsa’nın Mecdelli Meryem ile ilişkisine kadar neredeyse her şeyi kötü zevk olarak gören insanlar vardır. Kurgu hayatı temsil etmek zorundadır ve kurgu yazarı, ortaya koyduğu genel resmin inandırıcı olabilmesi için hayatın gereken her yönünü kullanmalıdır. Kurgu yazarı doğrudan ifade etmez, gösterir, betimler. Bu, kurgunun doğasıdır ve değiştirilemez. Eğer kabalık hakkında yazıyorsanız, onların gerçekten kaba olduğunu göstermek zorundasınız. Kurgudaki en kötü iki kötü zevk günahı pornografi ve duygusallıktır. Biri aşırı seks, diğeri ise aşırı duygudur. Amacınızı ispatlayacak kadarına ihtiyacınız vardır ama fazlası zarar verir. Elbette, her karakteri tuvalete ya da yatağa her gittiğinde onunla birlikte oraya gitmesi gerektiğini düşünen bazı kurgu yazarları vardır. Böyle bir sahne hikâyeyi ileri taşımıyorsa, bunun kötü zevk olduğunu düşünüyorum. Romanımın ikinci bölümünde böyle bir sahne var ama anlamı için çok önemliydi. Becerikli bir yazar için kötü zevk endişesi fazla taşımanız gerekmez çünkü o her şeyi bir amaç uğruna kullanır. Okuyucu her zaman bu amacı göremeyebilir. Ama seks ya da kabalık kendi başlarına amaç haline gelirse, işte o zaman kötü zevktir.”

6) Aile Çalışmaları Enstitüsü’nün (Institute for Family Studies) Ulusal Aile Büyüme Anketi (National Survey of Family Growth) verilerine dayanan güncel bir analizinden:

“Özetle, genç yetişkin erkekler arasında cinsel ilişkisizlik son on yılda tüm ölçümlerde yaklaşık iki katına çıkmıştır. Genç yetişkin kadınlar arasında ise bu oran yaklaşık yüzde 50 artmıştır.”

7) Tutucu olarak yaftalanmayı mı bekliyorum? Ne beklemem gerektiğini bilmiyorum. İnsanların buna hiç dikkat etmeyeceğini ya da birilerinin bundan derinden rahatsız olacağını tahmin ediyorum. Belki de yanılıyorumdur. Belki insanlar beni dinler ve artık dışkı okumadan iyi kitaplar okuyabiliriz.

8) “Scrotie McBoogerballs nedir?” diye mi soruyorsunuz sevgili okuyucu? Eğer bu soruyu soruyorsanız, tebrikler. Belli ki benim sevgili arkadaşım Christian’dan daha iyi bir zevke sahipsiniz. Christian, favori animasyon hiciv dizisi South Park’la bağlantı kurmam konusunda beni zorladı. South Park sık sık bayağı olsa da zaman zaman isabetli tespitlerde bulunur. On dördüncü sezonun ikinci bölümünde, Cartman ve arkadaşları son derece müstehcen bir roman yazar: Scrotie McBoogerballs’un Hikâyesi (The Tale of Scrotie McBoogerballs). Bu romanın amacı yalnızca iğrenç olmaktır; öyle ki, kimse onu kusmadan okuyamaz. Çocuklar romanı sınıf arkadaşları Butters’a mal ederler ve halk, kitapta aslında olmayan anlamlar buldukça Butters bir edebi deha olarak yüceltilir.

* L.W. Blakely, Alabama eyaletinin Birmingham kentinde yaşayan bir yazardır. The Wayfarer adlı bültenin yazarıdır; burada edebi kurgu, eleştiri ve düşüncelerini yayımlar. L.W. ve The Wayfarer hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz “About” sayfasına göz atabilir ya da okuduklarınızı beğendiyseniz abone olup çalışmalarını paylaşabilirsiniz.

Kaynak: https://willblakely.substack.com/p/millennial-insincerity-and-cutting?utm_source=substack&utm_medium=email&utm_content=share