Metamodernizm Hepimizi Nasıl Kurtarabilir
Çağdaş kültür büyücüyle karşılaştı. Eğer postmodernizm bir zamanlar tenekeden oduncuysa, metamodernizm de onun dönüşmüş halidir. Edebi açıdan bakıldığında, bu dönüşümden çok şey sağ çıkmıştır. Meta-kurgu, türlerin harmanlanması, metinlerarasılık ve güvenilmez anlatıcılar gibi unsurlar taşınmaya devam ederken, modernizmin kalbi—umut duygusu—yeniden canlandırılır. Bu bize, Vermeulen ve van den Akker’in “bilgili saflık (informed naivety)” dediği şeyi sunar; yani karmaşıklıkları anlayabilmemize ve yine de dönüştürücü güce, özgünlüğe ve giderek sekülerleşen bir toplumda maneviyat arayışının önemine inanmamıza olanak tanır. Modernizm lanetlenmiş ve tenekeye dönüşmüştü. Postmodernizme evrildikten sonra, insan olma durumuna dair büyük sorularla içtenlikle ilgilenme yetisini kaybetti. Metamodernizm ise büyücünün karşısına geçer ve kayıp kalbinin aslında en başından beri orada olduğunu öğrenir.
Ancak büyücü sonrası bu hayatı anlayacaksak, önce ondan öncesine dönmemiz gerekir.
Anlam kavramı, Orta Çağ’dan on dokuzuncu yüzyıla kadar uzanan premodern düşüncenin sonundan bu yana gerileme halindedir. Bu dönem, insan aklının yükselişi olarak tasarlanmış olan ve insanlığın evrimini hedefleyen Aydınlanma Çağı’nı da içerir—ne var ki bu çağ, insanlığı dünya savaşına sürüklemiş ve bu hayal kırıklığı modern düşüncenin büyük bir kısmını şekillendirmiştir.
Modernizm, bizi premodern düşünceden modern düşünceye taşıdı. Eğer Romantizm, modernizm ve postmodernizmi birbirinden yalıtılmış, önceki ya da sonraki dönemlerle ilişkisi olmayan çağlar olarak görme dürtüsüne direnebilirsek, bu dönemlerin nasıl birbirini dönüştürdüğünü ve birbirinin üzerine inşa edildiğini görebiliriz. En keskin kopuş, Romantizm ile modernizm arasında yaşanmıştır; çünkü bu kopuş, modern düşünceye geçişle aynı zamana denk gelir. Ancak Romantizm aynı zamanda Aydınlanma’nın sınırlamalarına karşı erken bir başkaldırıydı ve bu yönüyle modernizmin öncülüydü. Sadece, Romantizm yanıtlarını doğaya dönüşte ve yüce olana (the sublime) duyulan arzuda aramış, sonunun yaklaşmakta olduğunu henüz fark edemediği bir dünyanın temellerine sıkı sıkıya tutunmuştur.
Sanayi Devrimi, insanı tarımsal bir varlıktan çıkarıp fabrikalara, montaj hatlarına ve şehirlere taşıdı. Birinci Dünya Savaşı ise insanın zihinsel evrimine dair tüm vaatleri paramparça etti. Modernizm bu dönüşümü yansıttı; yüce olana yönelmekten uzaklaşarak, Ulysses ve Mrs. Dalloway gibi eserlerde örneklendiği üzere, kentsel ve sıradan insan yaşamının önemine odaklandı. İnsan olmanın ne anlama geldiğine dair bu bulanık kaosun içinde modernizm yine de bir anlam arayışı içindeydi.
İkinci Dünya Savaşı’nın dehşeti, bu anlamları oluşturan büyük anlatılara olan inancımızı kökten sarstı. Postmodernizmin doğuşu, modern düşüncenin bir devamıydı ve beraberinde modernizmin geliştirdiği edebi araçları da getirdi. Ancak bu dönemi asıl tanımlayan şey, modernistlerin sımsıkı sarıldığı umut ve onurla hayatımıza bakamama hâliydi. Bu dönem, anlamın tamamen yokluğunu açığa çıkarmayı amaçlayan yapıbozum (deconstruction) ve ironi gibi araçları devreye soktu.
90’ların başlarına gelindiğinde, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte postmodernizmin çatlakları görünür olmaya başladı. David Foster Wallace, 1993 tarihli “E Unibus Pluram: Television and U.S. Fiction” adlı denemesinde şöyle yazmıştı:
Bu ülkedeki bir sonraki gerçek edebi “isyancılar” belki de garip bir “anti-isyancı” grubu olarak ortaya çıkabilir—ironiyle seyretmekten geri adım atmaya cesaret eden, doğuştan meraklı bir grup insan. Tek anlamlı değerlere açık açık destek verecek kadar çocuksu bir cesarete sahip olanlar. ABD yaşamındaki eski ve artık moda olmayan insan sorunlarını ve duygularını saygıyla ve inançla ele alanlar. Aşırı bilinçlilikten ve yorgunluktan kaçınanlar. Elbette, bu anti-isyancılar daha başlamadan demode sayılacaklardır. Fazla içten. Açıkça bastırılmış. Geri kafalı, tuhaf, saf, anakronik. Belki de tam da bu yüzden, bir sonraki gerçek isyancılar onlar olacak. Benim görebildiğim kadarıyla, gerçek isyancılar bir şeyleri riske atar.
Vermeulen ve van den Akker, 2010 tarihli “Metamodernizm Üzerine Notlar” adlı makalelerinde bu yeni çağı, postmodern durumdan sapmalar—yani postmodernizmin ironik mesafesi yerine anlamlı bağlantılar ve içten bir katılım—üzerine odaklanarak tanımladılar. Yapılarımızı yapıbozuma uğratmak ve onların boşluğunu göstermek gibi ironik bir egzersiz, metamodernist için farklı bir biçime bürünür. Postmodernizmin yıktığını metamodernizm yeniden inşa eder; bir zamanlar anlamsız ilan edilen şeylerden yeni anlamlar üretir.
Vermeulen ve van den Akker, “Metamodernizm Üzerine Notlar” adlı makalelerinde bu farkları bir metaforla açıklar:
Metamodernizm, bir eşek gibi, hiçbir zaman yiyemeyeceği bir havucu kovalar—çünkü havuç her zaman erişemeyeceği bir mesafededir. Ancak tam da bu yüzden, yani onu asla yiyemediği için kovalamayı da asla bırakmaz. Böylece, modern eşeğin (havuçla başka bir yerde işi bitmiş olan) asla adım atamayacağı ahlaki alanlara girer, postmodern eşeğin (kovalamayı terk etmiş olan) asla karşılaşamayacağı siyasal alanlara ulaşır.
Postmodern eşek kovalamayı bırakmıştır çünkü havuç, yani anlam, artık yoktur. Modern için bu kovalamaca kısadır; anlam, herhangi bir sıradan günde, sıradan bir insanın yaşamında bulunur. Postmodern için anlam yoktur, dolayısıyla kovalamaca da yoktur. Metamodern içinse havuç bir süperpozisyondadır—hem insan yapımıdır hem de anlam taşıma kapasitesine sahiptir. Hem gerçektir hem de değildir; kovalanmaya değerdir ama sonsuza dek erişilemez kalır.
Metamodernist, bir metnin illa tek bir anlama gelmesi gerektiği gibi katı bir inançtan kurtulmuştur; çelişkili durumlar arasında salınım yapabilme yetisine sahiptir. Bu yaklaşım, kimliğimizi en çok özdeşleştiğimiz markalara göre “raftan satın aldığımız” yönündeki postmodern tüketici kimliği anlayışını geçersiz kılar. Postmodern boşluğu dolduran tüketimcilik, artık bu boşluğun bizzat kendisinin bir kurgu, yani kuşaklar boyu birikmiş hayal kırıklığının psikolojik bir yansıması olduğunu ve bizim yarattığımız anlamların hâlâ bir değere sahip olduğunu kabul eden bir dünyada denge kurmak zorundadır.
2022 yapımı Everything Everywhere All at Once (Her Şey Her Yerde Aynı Anda) filmine bakarsak, absürt komediyle gerçek duygusal gerilimler arasında bir salınım olduğunu görebiliriz. Çok boyutlu kaosun ortasında, film anlamsızlık iddiasıyla doğrudan yüzleşir ve anlamı aile etrafında yeniden inşa eder.
Bu salınımı, 2016–2020 yılları arasında yayınlanan ve felsefeyi yapıbozuma uğratırken etiğin önemini savunan The Good Place dizisinde de görüyoruz. 2021 yılında yayımlanan Bo Burnham: Inside ise kendi yapaylığının farkındaydı ama buna rağmen zihinsel sağlık ve izolasyon gibi meseleleri içtenlikle ele aldı.
Bir kültür olarak, postmodernizmin kopukluğundan yorulduk. Modernizm nasıl ki II. Dünya Savaşı’nın kötü cadısı tarafından lanetlenmişse, metamodernizmin büyücüsü de Soğuk Savaş’ın sonu ve yeni yüzyılın başlangıcıydı. Bu dönemin ardından 11 Eylül, ekonomik krizler, iklim değişikliği ve siyasal aşırılıklar geldi. Tarihsel anlamda sarsıcı olayların aralıksız yaşandığı bu ortamda, David Foster Wallace’ın öngördüğü gibi, samimiyete olan ihtiyacımızı keşfettik.
Metamodern çağı anlamaya vereceğimiz yanıt, özgürlük olmalıdır. Bu tür dönem tanımlamaları birer açıklamadır; aslında izlenmesi gereken hareketler olarak tasarlanmamışlardır—ama zamanla öyle hale gelirler. Postmodernizm, anlamın olmadığını ilan etti; ve sonunda biz de anlam bulamadık çünkü postmodernizm, bulunacak bir anlam olmadığını söylemişti.
Inside, Bo Burnham’ın COVID dönemindeki izolasyona verdiği kişisel bir yanıttı; o kendi zorluklarını paylaşmak için çabalarken, biz de kendi zorluklarımızı onda gördük. Ancak metamodernizm hâlâ emekleme aşamasında ve hiçbir dönem tekil bir yapı değildir. Sosyal medyada hâlâ alaycılık ve ironi egemen; bazıları da Inside’ı yapay olduğu gerekçesiyle itibarsızlaştırmaya çalıştı. Filmin çekildiği küçük bina, Burnham’ın partneriyle birlikte yaşadığı evin arka bahçesindeydi. Bu ev sadece pahalı, konforlu ve lüks bir yaşam alanı değildi; aynı zamanda popüler kültür açısından da simgeseldi, çünkü Elm Sokağı Kabusu filminin çekildiği evdi. İnsanlar, ayrıcalıklı bir konumda olan bir adamın izleyicilerinin mücadelelerini nasıl temsil edebileceğini sorguladılar. Onun izolasyonunun sahte olduğunu ve dolayısıyla anlam arayışının da sahte olduğunu iddia ettiler.
Burnham anlam yaratmaya çalışırken, diğerleri alaycılığa sarıldı.
Gerçekten de, yirmi birinci yüzyıl, şüpheciliğimizi naifçe bir kenara bırakabileceğimiz bir dönem değil. Yapay zekâ, artık gözlerimizle gördüğümüz kanıtlara bile kuşkuyla yaklaşmamızı gerektiren bir ortam yarattı. Bu nedenle, hem sağlıklı bir şüpheyle hem de gerçek olan her şeye coşkuyla yaklaşabilen bir tutum olan metamodernizmin bilgili saflığına (informed naivety) ihtiyacımız var. Zaman bizden ne kadar çok şey alırsa, bizi bir arada tutan insan yapımı fikirlere değer atfeden ve onlarla bağ kurabilen bir zihniyete o kadar çok ihtiyaç duyarız. Bu çağ, nihilizm çağı değildir.
Bir zamanlar bizi Dünya Savaşı’nın umutsuzluğundan kurtaran o kopuş, sonunda bizim kendi hapishanemiz haline geldi. Bir gün bu dönüşüm metamodernizmin kendisine de uğrayacak. Ama o gün bugün değil.
Bu çağın önceki çağdan en temel ve belirleyici farkı, büyük anlatıların kurgusal doğasının onları anlamsız kılmadığı yönündeki inançtır. Yapaylığımızın gözlerinin içine baktık ve orada insan ruhunun yansımasını gördük.
Şimdilik, özgürlük budur.
Kaynak: https://therepublicofletters.substack.com/p/how-metamodernism-can-save-us-all