Boykot kelimesi, ironik bir biçimde boykotu planlayan değil de boykota uğrayan bir İrlandalının soyadından esinlenerek literatüre girmiş. 1880 yılında hasat mevsiminin kötü geçmesi nedeniyle toprak kirası fiyatlarında indirim yapması istenen Charles Boycott isimli toprak sahibinin bu talepleri reddetmesi üzerine, toprağı kiralayanlar ve onları destekleyenler söz konusu şahsa karşı sivil bir tepki hareketine girişirler. Böylece ondan alışveriş yapmamaktan tutun da posta hizmetlerinin durdurulmasına varıncaya dek bir dizi eylemin muhatabı olan Charles Boycott, istemeden de olsa “boykot”un isim babası olmuş.
Boykot kelimesine benzer diğer bazı sözcükler de dilimizde yer almakla beraber bunlar arasında ince bir ayrıntı bulunmaktadır. Örneğin zaman zaman boykot yerine kullanılan ambargo kelimesinin daha çok devletler tarafından uygulanan resmi bir havası varken boykot eylemi daha sivil bir aktivitedir. Ayrıca ambargo genellikle güçlü tarafın uygulama imkânı bulduğu bir seçenek iken, boykot ise daha zayıf tarafın başvurduğu bir savunma yöntemidir. Tarihte ambargo ve boykota dair pek çok örnek bulmak mümkündür. Aynı şekilde İslam tarihinin ilk yıllarından itibaren de her iki türden ekonomik ve sosyalyaptırımlar görülmektedir.
Hz. Peygamber, (sav) Mekke döneminde kendisine iman edenlerle birlikte şiddetli bir ambargoya uğramış ve üç yıl boyunca açlık, sosyal ilişkilerin kesilmesi ve fiziksel müdahaleler gibi yaptırımlarla karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu yaptırımlar bilinen nedenlerden dolayı Müslümanlar üzerinde müşriklerin istediği etkiyi doğurmamıştır. Zira hem inanç bağını maddi bir yaptırımla kesmek çok zor bir ihtimaldir hem de boykota uğrayanların sahip olduğu mal miktarı da ekonomik dengeleri sarsacak kadar çok değildir. Tabiri caizse burada bir “azdan az, çoktan çok gider” durumu vardır. Zira tamamı olmasa da önemli bir kısmı yoksul insanlardan oluşan bu topluluk ekonomik açıdan büyük bir zarara uğramamıştır.
Hz. Peygamber’in hayatındaki ikinci boykot ise Medine’deki Yahudilere karşı girişilen ekonomik mücadele sırasında ortaya çıkmaktadır. Medine’ye hicret eden Hz. Peygamber’in şehirde fark ettiği ilk olumsuzluklardan biri ekonomik yapının dengesiz ve çarpık olmasıydı. Medine’deki en önemli ticaret merkezleri olan pazar yerleri, Yahudilerin kontrolü altındaydı. Araplar bu pazarlara vergi ödeyerek girebiliyor ve mallarını satabiliyorlardı. Böylece Yahudiler pazarda hem kendi ticaretlerinden para kazanıyorlar hem de Arapların ticareti üzerinden bir gelir elde ediyorlardı. Dolayısıyla şehrin en zengin aileleri hep Yahudiler oluyordu. Üstelik bu yapı yüzyıllardır benzer bir şekilde işliyordu. Yapılması gereken Medineli Arapların artık Yahudi pazarlarından alışveriş yapmayarak onların ekonomik güçlerine bir set çekmek, günümüz deyimiyle Yahudi pazarlarını boykot etmekti. Ancak şehir ekonomisinin döndüğü bu pazarları boykot etmek demek ticari faaliyetleri de durdurmak anlamına geliyordu. Dolayısıyla Yahudi çarşısını boykot edeceklere bir alternatif sunmak, Müslümanlar için ticaretin devamlılığını sağlamak ve ekonomik kayba uğramalarının önüne geçmek gerekiyordu.
Hz. Peygamber Müslümanlara “Yahudilerin çarşısında alışveriş yapmayın!” demek yerine Medine’de kurdurduğu çarşıya insanları yönlendirerek “Alışverişinizi buradan yapın!”buyurdu. Böylece kısa bir zaman içinde Hz. Peygamber’in kurdurduğu bu çarşı Medine’nin en işlek çarşılarından birisine dönüştü. Zaman içinde diğer faktörlere bağlı olarak da Müslüman–Yahudi ekonomi ve ticaret dengesi sağlanmış oldu. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta insanları bir faaliyetten sakındırırken onlara alternatif başka bir faaliyetin sunulmuş olmasıdır. Bu husus günümüz boykot çabalarının başarısı için de son derece önem arz etmektedir.
Filistin’de yaşanan son İsrail mezaliminden sonra yeniden gündem olan boykot, henüz İsrail Devleti resmen kurulmadan önce başvurulan bir yöntemdir. O dönemde Filistin’de yaşayan Yahudilere karşı boykota başvurularak İsrail Devletinin kurulması önlenmeye çalışılmıştır. Ancak İsrail’in kurulduğu tarihten beri yapılan belki de en etkili boykot 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında Arap ülkelerinin İsrail destekçisi ülkelere petrol arzını durdurması şeklinde gerçekleşen icraattır. Her ne kadar yukarıda ifade ettiğimiz kurala göre devletler tarafından başlatıldığı için bu bir ambargo olarak değerlendirilebilse de diğer yandan zayıf tarafın güçlü tarafa bir tepkisi olarak da bir boykot hüviyeti taşımaktadır. Boykot sayesinde batıda petrol fiyatları neredeyse dört kat artarak dünyanın birçok ülkesinde stagflasyona neden oldu. Başta hammadde olarak petrole bağımlı olan gelişmiş ülkeler, işsizlik ve enflasyon oranlarının yükselmesiyle birlikte bu krizden büyük ölçüde etkilendi. Ne var ki Batı ekonomisi üzerinde derin etkileri olan bu boykot uzun soluklu olmamış ve nihai amacına ulaşamamıştır.
1979 yılında Mısır-İsrail Barış Antlaşması ve 1993 yılında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasıyla artık devletler düzeyinde bir boykot yapılmamış ve bundan sonraki boykotlar tamamen sivil bir hüviyet kazanmıştır. Ancak sivil inisiyatifle başlayan ve sürdürülen boykotların da batı ve İsrail üzerinde yıldırıcı bir etkisinin olduğunu söylemek fazlaca iyimserlik olur. Bu başarısızlığın arkasında birkaç nedenin olduğu kanaatindeyim. Öncelikle “İsrail” bir Anglikan-Evanjelik batı projesi olarak yaşatılmak istenmektedir. Dolayısıyla her ne kadar sivil boykot Yahudi destekçisi firmalara maddi bir bedel ödetse de bu bedeller hiçbir zaman Batının sübvanse etmekten kaçınacağı kadar büyük bedeller değildir. Özellikle de böylesine çok boyutlu ve stratejik bir proje için gerek Yahudiler gerekse Batılılar için boykot sonucu ödenecek bedeller çoktan göze alınmıştır. Ancak batının da sübvansiyon gücünün nihayetinde bir sınırı vardır ve bu sınırı zorlayacak bir boykot gerçekleşince çaresiz kalacaktır. Burada yeniden Hz. Muhammed’in Medine çarşısını kurarken dikkat ettiği alternatif sunma konusuna dikkat çekmekte fayda var.
İnsanlara İsrail malı olan filanca markayı ya da İsrail’i desteklen şu firmayı boykot edin derken onlara işlerini aksatmamalarını sağlayacak alternatif bir firmayı önermek, eğer yoksa üretmek boykotun başarılı olması için olmazsa olmaz bir şarttır. Hatta geçmiş için lüks olan bazı taleplerin günümüz insanı için bir ihtiyaç olarak algılandığının farkında olarak onların lüks taleplerine de Müslüman dünyadan, eğer mümkün değilse Batı karşıtı dünyadan bir alternatif önermek gerekmektedir. Dolaysıyla Resûlullah’ın sünnetinde olduğu gibi, “Şunu almayın” çağrılarından daha çok “Şunu alın” davetleri boykotun başarısı ve devamlılığını garanti edecektir. Ben buna “pozitif boykot” demeyi uygun buluyorum. Zira insanları bir ürüne yönlendirmek, alışkın oldukları bir üründen sakındırmaktan daha kolay ve etkilidir.
Günümüz dünyası bize pozitif boykotun başarılı sonuçlarını bilhassa teknoloji alanında sayısız örnekle vermektedir. Çin’in mobil iletişim araçlarındaki başarısı ABD ve Avrupalı üreticileri ticari tedbirler almaya sevk etmiş ve yıllarca bizim alışık olduğumuz çağrıları batılıların yapmasına yol açmıştır. Bu çerçevede halklarına ABD menşeli malları kullanmaları çağrıları yapılarak Çinli firmalara yaptırım yapılmaya başlanmıştır. Aynı şekilde Otomobil sanayinde çok daha çarpıcı bir durum gözlenmektedir. Asırlık batılı otomotiv üreticileri henüz birkaç yıllık Çinli otomotiv şirketleri karşısında son zamanlarda havlu atmış görünmektedirler. Üstelik bu durum özellikle Çin pazarında çok daha belirgin bir kontrasta sahiptir.
İslam dünyasının üzerindeki ölü toprağını atıp, gönülden gelerek Siyonizm’e karşı karınca kararınca boykot faaliyetleri başlatan milyonlarca evladına, gıda, temizlik, iletişim ve otomotiv sektöründe ulaşılabilir ama kaliteli ürünlerle destek verme zamanı gelmiş ve hatta geçmektedir. Üstelik bu durum ticari açıdan da birçok sektör için fırsatlar barındırmaktadır. Zira batılı ürünleri almak istemeyen ama kaliteli bir alternatif de bulamayan milyonlarca tüketici yeni bir pazar oluşturmuş durumdadır. Yeter ki piyasaya sunulan ürünler boykot ürünlerine eşdeğer kalitede hatta daha üstün olsun.
Dünya tarihi her zaman yeni fırsatlar ve riskleri birlikte getirmektedir. Tarihin kırılma yaşadığı bu dönemlerde hazırlıklı olanlar veya bazen de talihli olanlar atılım yapmış, diğer millet ve ümmetlerin önüne geçmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki talih daha çok hazır olanların yüzüne güler. Gülme zamanımız gelmedi mi sizce?