Marx’ta Eksik Kalan

Eski bir Marksisti – ki ben onlardanım- düşünce serüveninde bekleyen kaçınılmaz olgulardan birisi, her gelişim aşamasında Marx’la hesaplaşmak, ona yeniden bakmaktır.  Ergenliğimden ilk gençlik yıllarıma kadar Marksist kaldım. Daha sonra vazgeçtiğim Marksizm, insanın hayat pratiklerine inen, adeta bir din gibi insanı çerçeveleyen bir düşünce sistematiği. Bu nedenle hayatımın her mühim virajında Marksizm ile aramda şimdi ne kadar mesafe kaldı bakmaya çalıştım. Her fırsatta bu konudaki düşüncelerimi yayınladım. Bunları bir kez de Kritik Bakış aracılığıyla duyurmak istiyorum. Elbette söylemeye lüzum dahi yok, bu yazılardaki değerlendirmeler, Marx’ın tüketici biçimde ele alınması tarzında değil de kişisel hikâyemin gerektirdiği yoğunlaşmalar şeklindeki olacak.

Kritik Bakış’taki okuyucularımız şimdiye kadar yazdığım yazıların aynı zamanda zımni bir Marksizm eleştirisi olduğunun farkındadır.[1] İnsan tekini, kolektif aklı, kolektif aklın tezahürü olarak devleti, ahlakı ve bir erdem olarak adaleti öncelemeye çalışan bu yazılar, klasik Marksizm’den esinler taşımakla onun indirgemeci yaklaşımına bir itirazdı. İnşallah bu yazıdan sonra ele alacağım Marx ve Engels’in aile, devlet ve özel mülkiyet arasında kurdukları bağlantıdaki hataları vurguladığımda itirazlarım daha sağlam temellere oturacak.  Şimdi gençlik yıllarımdan beri, mesleki yönelimimin de gereği olarak daha ziyade psikoloji odaklı bir düşünce uğraşının içinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.[2]

Marx’a maneviyat aşılamak

Özgürlük ve dayanışma. İnsanlığın iki ütopyası. Hep yakalamaya çalışılan, kimi zaman yakalandığı sanılan iki ideal. İnsanın içinde yerleşmiş iki farklı kaynaktan köken alan, aynı anda, aynı şiddette birlikte ifade edilmeleri imkânsız iki töz. Ötekiyle kendi kimliğini yitirmeden bir varlık içinde birlikte olmanın hayalinden türeyen simge. Anneyle çocuk, Yaratıcıyla kul, devletle vatandaş, sınıfla işçi, öncüyle kitle, grupla insan arasındaki eşsiz gerilimlerin yer aldığı mucizevi hat…

Ben dayanışmanın, kolektif ve kamusal olanın insan tekine ve özgürlüğüne esas teşkil etmesi ama asla onları yok etmeksizin hatta gelişmelerine imkân sağlaması taraftarıyım. Ama özgürlük konusunda Marx’tan öğreneceğim fazla bir şey kalmadığını düşünüyorum. Biraz açmalıyım:

Yaşadığımız dünyadaki insan ilişkilerinin toplumsal ve siyasal boyutlarına şöyle bir bakıldığında bile, “bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür” diyen Marx’a hak vermemek mümkün değil. Gerçekten de bugün evrensel meta olan paranın dünyasında, para, girdiği yerde yalnızca oyunun kurallarını değil, fakat aynı zamanda onu elinde bulunduranların yaşama ufkunu ve dünya görüşlerini de belirliyor. Ülkemizde özellikle son yıllarda, muhtemelen dinsel dayanışma ve güven duygusu ile modern tüketim kültürünün eksikliği gibi etkenlere bağlı olarak biriktirebildikleri sermaye sayesinde ekonomik düzey açısından tırmanışa geçen çevrelerin, yaşama tarzlarındaki ve dünyaya bakışlarındaki ani değişim, Marx’ın bu öngörüsünü tartışmasız biçimde doğruluyor. Sağcı, solcu ve (şimdi de) dindar sermaye sahiplerini, aralarındaki olanca çatışmaya ve çelişkiye rağmen, yaşama ve düşünme tarzlarında yanak yanağa getiren yakıcı gerçek, Marx’ın bir bakışta apaçık görüverdiği gerçektir: Maddi yaşam pratikleri, dünya görüşleri karşısında birincil bir konuma sahiptir; bir başka deyişle insanın sosyal bilinci, sosyal çevresi tarafından belirlenmektedir.[3]

Ama her şey, Marx’ın bir bakışta gördüğü bu gerçekten ibaret değil; Marx, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki diyalektik ilişkinin yalnızca bir veçhesini, dolayısıyla gerçeğin ancak bir yanını görüyor. Oysa maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki ilişkinin bir başka yanı daha var ki, onu yalnızca seziyor ama asla tümüyle kavramıyor. Marx’ın kavrayışından kaçıp kurtulan insan-yaşam ilişkilerinin bu yanını görebilmek sahiden de kolay değil; çünkü bu yan, çok civamsı bir özellik taşıyor; onu ustaca avuçlarına almak yerine parmaklarıyla tutmaya kalkanların ellerinden kolayca kaçıveriyor.

Marx’ın gözden kaçırdığı bu yanı, batıda belli ölçülerde Hegel ve daha çok Nietzsche ve Heidegger, yakalayabilmiş. Bu yan, anlamın insanın yaşam dünyasındaki ilkselliğiyle (primordiality) ilgilidir. İnsan, yalnızca bilinci toplumsal çevresi tarafından belirlenen değil, daha temelde, anlayan, bu sayede içine doğduğu geleneği hem yaşayan hem yenileme potansiyeline sahip bir varlıktır. İnsanın anlaması, gerçeklik üzerinde bir farkındalık kazanması, onu maddi pratiklerin, doğal belirlenimlerin kıskacından kurtarır; özgürleşmesi için fırsat hazırlar, devrimcileşerek yaşama pratiklerini değiştirivermesine yol açar. Eğer öyle olmasaydı, tarihteki bireysel ve toplumsal değişimleri, gerçekten ikna edici biçimde açıklayamazdık. Zaten bu yüzden Marx’ın toplumsal değişimi üretim ilişkileri-üretici güçler arasındaki gerilimle açıklaması, bir türlü gerçek doyurucu olamıyor.

Örneğin bugün modern dünyada psikoterapi uygulamaları, insanlara maddi yaşam pratiklerine rağmen, belli ölçülerde bireysel değişim imkânı sunuyorlar. İnsanın kendi hayat macerasındaki kör noktaların bilincine varması sayesinde, o güne kadar mutsuz ve sıkıntı içinde geçen hayatını değiştirebilmesi mümkün hale gelebiliyor. Yine örneğin varoluşsal aydınlanma zamanlarında da fark ettiği hayatın hakikatinin yaydığı aydınlık sayesinde insan, sıradan, uyuşturucu, tüketici, kahredici bir hayatın boynuna ilmeği geçiriveriyor.

Aynı şekilde tarihin devrimci anları var. Böyle zamanlarda insanları zulmetten ve cahiliyetten kurtaran bir söz düşer yeryüzüne; ortalık aydınlanır, maddi yaşam pratiklerinin belirleyiciliği altında çürüyüp giden insanlar, toplu bir arınma ve yenilenme fırsatı yakalarlar. Çünkü aydınlanma getiren söz, onların kendilerine ve birbirlerine bakışlarını ve tutumlarını değiştiren yepyeni bir ahlak da getirmiştir. Söz ve ona bağlı oluşan ahlak, dünyayı değiştirir.

Marx, insanın özgürleşmesi ve insani varoluşun zenginleşmesi gibi katışıksız etik ve devrimci amaçlar için yola çıkmıştı; rasyonelliğin temellerini kolektif çabada görüyordu ama ego rasyonelliğinin ve bilincin çerçevesi dışına çıkma konusunda çok isteksizdi, derin psikolojiye karşı duyarsızdı. Sözünü ettiği etik ve devrimci amaçlar için bir maneviyat, ahlaki bir olgunlaşmanın gerektiğini görebiliyordu ama bir yandan “ilahi adalet”, “doğal hukuk” gibi kategorilerin kaynağında yabancılaşmanın bulunduğunu söylüyordu. Ahlaka gerek duymayan bir etik, “Tanrısız bir din peşindeydi” o; bu yüzden dini hem “halkın afyonu” hem de “ruhsuz bir dünyanın ruhu” olarak anlıyordu. Bir yandan topluma hükmeden aşkın bir ahlak vaaz ettiği için Proudhon’a olmadık sözler söyleyebilen Marx, bir yandan da para hırsına tapılan günlerde bile ahlaki cesaretleri, bitmeyen enerjileri ve manevi üstünlükleri nedeniyle İngiliz fabrika müfettişlerine hayranlığını gizleyemiyordu.[4]

Marx, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki diyalektik ilişkinin ancak bir kısmını anlamış ama diğer kısmını anlamayı eksik bırakmıştı. Onu izleyen hemen tüm tilmizleri ise, gerçekliğe yalnızca onun bir kısmını anladığı yarım bir gözlükle baktılar; diğer kısmı ya hiç fark etmediler ya da bir an önce tasfiye edilmesi gereken bir eski zaman kalıntısı sandılar.

Ne ki E.P. Thompson ve R. Williams gibi tilmizler, Marksistlerin bu kavrayışlarında bir şeylerin yanlış gittiğini ilk önce görenlerdi; bu yüzden kültür ve sınıf kavramlarını tarihsel ve dinsel gelenekteki mücadeleleri katarak yeniden yorumladılar. Marx’a maneviyat katma uğraşı, şimdi oldukça kan kaybetmiş olan özgürlük teolojisi yanlılarınca sürdürüldü. Günümüzde, her ne kadar Marksist olduklarını açıkça söylemelerse de Avrupa işçi partilerinde bu damar hep canlı kaldı.

‘İnsana emeğinden gayrısı yoktur’

Bu alt-başlık, Necm Suresi’nin 39. ayeti. Ayetteki ‘sae (sa’y)’ sözü, tam olarak bugün verdiğimiz manada ‘emek’ ve ‘emekçi’yi karşılamıyor. ‘Yürüyüş’ manasının dışında ‘amel’ anlamına da geliyor. ‘Amel’i ‘bir amaca yönelik bedensel, psikolojik ve manevi tüm etkinliklerin toplamı’ (praksis) olarak tarif edebiliriz. İnsan olarak tüm yapıp etmelerimiz, her türlü çaba, gayret ve uğraşımız, amele karşılık geliyor. Bugünkü manasıyla ‘emek’, olsa olsa ‘amel’den bir cüz olabilir. İnsan emeğinin bu geniş manasını, yani ‘amel’i bilmeden yeni bir dünya pek mümkün görünmüyor.

Bu yanı görebilmek için, insan emeğini, kol gücü, haydi yetmedi, artı zihinsel faaliyet ile sınırlayan bakışı aşabilmek, maneviyatın bunların üzerindeki kapsayıcı ve belirleyici etkisini idrak edebilmek gerekiyor. Maneviyatı, kol ve zihin emeğinin de üzerine yerleştirip düşündüğünüzde zaten, emeğe bakışınız da değişiyor. Emeğin anlamı genişliyor, öte dünyayı, ibadetleri ve ahlaki davranışı da kapsayacak bir biçime yani ‘amel’e dönüşüyor.

İnsan, yalnızca bilinci toplumsal çevresi tarafından belirlenen değil, daha temelde, ‘anlam veren, anlayan, inanan’ bir varlıktır. İnsanın anlaması, gerçeklik üzerinde bir farkındalık kazanması, onu maddi pratiklerin, doğal belirlenimlerin kıskacından kurtarır; özgürleşmesi için fırsat hazırlar, yaşama pratiklerini köklü bir biçimde değiştirebilme potansiyeliyle yükler. Eğer öyle olmasaydı, tarihteki bireysel ve toplumsal değişimleri, gerçekten ikna edici biçimde açıklayamazdık. Bu yüzden Marx’ın toplumsal değişimi üretim ilişkileri-üretici güçler arasındaki gerilimle açıklaması çoğumuzun aklına uygun düşmüyor.

Din, en nihayetinde dünya hayatına, içimizdeki ve dışımızdaki korkularımıza, varoluşumuza önce durup bakma, sonra gerekli değişiklikleri yapma bilincidir. Hem kadere (olana) rıza gösterme ama aynı anda mevcudu aşma gayreti, hem verilene razı olma ama aynı zamanda kula kulluğu asla kabullenmemenin direncidir.

Emeği “amel” olarak kavrayan, teslimiyetle mücadelenin birbirini tamamladıklarına inanan Müslümanlar, bu yüzden kendilerini bir medeniyetin, her daim yeni bir dünya azminin temsilcisi olarak görürler. Kol ve zihin gücüyle çalışmanın değerinin, kutsiyetinin farkındadırlar. Ama onunla yetinmezler. Çalışmayı simgeleyen arının adıyla anılan suredeki (Nahl) ayette (71) ifade edildiği gibi, rızkın adil bir biçimde dağılabileceğine inanırlar: ‘Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?’

Çok kazananların hayatları nasıl birbirine benziyorsa fakirlerin hayatları da birbirlerine benzemeye meyyaldir doğru ama İslam’a göre insanın meyli sadece maddi pratiklerden köken almaz. Mesela Müslümanlar, Recep ayının ilk Cuma gecesine, ‘bir şeyi çok istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba harcamak’ manasındaki ‘Reğa-be’den mülhem ‘Regaip’ derler.  Müspete olan manevi meylimize dayanarak dünyayı kazançları ne olursa olsun her insan için barış, kardeşlik ve esenlik diyarı haline getirmek isteyen bir medeniyet için amel ederler. ‘İnsana emeğinden gayrısı yoktur’ ayeti şöyle devam eder: ‘Çalışmasının, gayretinin, emeğinin, halis niyetlerinin karşılığı da ileride görülecektir. Sonra kendisine ödülü tam olarak verilecektir.’

Bir İslam ülkesi olan Türkiye’de yaşayan aydınlar olarak biz, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşü arasındaki diyalektik ilişkiyi çok iyi anlamalıyız. Bize ahlakın devrimci rolünü gerçekten kavratacak, bizi dünya hayatının zorbalıklarından koruyacak; iyilik ve adalet için mücadele azmimizi bilerken, püriten-moralistler, berbat muhafazakârlar olmamızı engelleyecek olan işte bu anlayıştır. Bu anlayış sayesinde, kimden gelirse gelsin zulme karşı siyasi mücadelenin zorunluluğu anlaşılabilecek; siyaset, iktidar, hırs ve çıkar için değil, yeryüzünde adaletin temini için bir araç haline gelebilecektir. Bu anlayış, aynı zamanda bilim ile inancı karşı karşıya getirilmekten kurtararak, teolojiyi mistifikasyon olmaktan çıkaracak ve onu özgürlükle kaynaştıracaktır.

 

[1] Sadece eleştirmekle kalmadım, yaşadığımız dünyada Marksizm’in bir kanadının kendi nihai hedefinin tam tersi bir noktaya sürüklendiğini, gelenek düşmanlığının günümüzde bazı Marksistleri en zenginlerin hizmetine soktuğunu göstermeye çalıştım.

[2] Özel olarak psikolojiye bakışımın ayrıntısı için lütfen “Psikoloji varoluş Maneviyat” (Kapı Yayınları) kitabıma bakınız.

[3] Kanaatimce Hz. Ali’nin Nehсü’l-Belâga’daki şu sözleri, “sosyal bilinci sosyal ilişkilerin belirlediği” gerçeğini daha iyi ifade ediyor: “Neye inandığımız, nasıl yaşadığımızı belirlemez. Nasıl yaşadığımız neye inandığımızı belirler.” Hz. Ali’nin bu ifadesi, doğrudan doğruya gündelik yaşamın içinde insanların yaşam stratejilerini belirleyen ve dünya hayatındaki ilişkileri ve yaşananları meşrulaştıran ve olabileceklerin en iyisi olarak sunan zihin haritalarını daha iyi kavramımızı sağlıyor.

[4] Marx’ın maneviyatı yüksek bu insanlara hayranlığı, Sigmund Freud’un İsviçreli rahip-psikanalist Oskar Pfister’e karşı olan hissiyatını andırmaktadır.