Marksizm Direnişe Yardımcı Olacak mı, Engelleyecek mi?
Tarihin yönünün ileriye doğru devam edebilmesi için, aktivistlerin İsrail’i durdurması, Trump’ı durdurması, konuşması, yazması, düşünmesi, örgütlenmesi ve faşizmi kolektif bir şekilde sona erdirmesi; ardından da yeni bir dünya için yeni ilişkiler hayata geçene dek mücadeleyi sürdürmesi gerekir. Peki, olup bitenleri anlamak için nasıl düşünmeliyiz? Olanlara dair ne yapacağımıza karar vermek için nasıl düşünmeliyiz? Ortak bir program ve vizyona ulaşma potansiyelimiz hakkında nasıl düşünmeliyiz? Eylemlerimizi sürekli olarak iyileştirmek için onları nasıl değerlendirmeliyiz?
İşte burada teori, ideoloji ya da işe yarar, paylaşılan ve sürekli güncellenen kavramlardan oluşan bir çerçeve devreye girer. Her ay, her hafta ya da her gün yeniden başlamak istemiyoruz. Kayda değer bir süreklilik istiyoruz. Birbirimizi duymak istiyoruz. Birbirimizi anlamak istiyoruz. Aynı noktada buluşmalıyız. Aynı, erişilebilir dili konuşmak istiyoruz. Ortak ve kullanılabilir içgörüler biriktirmek ve bunları muhafaza etmek istiyoruz. Dünyaya, kavramlardan oluşan kalıcı bir çerçeveyle ve bu kavramların birbirleriyle olan ilişkilerini derinlemesine anlayarak bakmak istiyoruz ki, bu da bizi önemli olana hızla odaklayıp açıklayarak ne istediğimizi ve buna nasıl ulaşabileceğimizi belirlememize yardımcı olsun.
Seçebileceğimiz pek çok böyle kavramsal çerçeve var: Liberalizm, feminizm, anarşizm, topluluklar arası birlik (intercommunalism), çevrecilik ve daha fazlası. Bunlardan biri oldukça gelişmiştir. Çok sayıda kavram sunar. İlgili yorumlardan oluşan kütüphaneler sunar. Tarihsel uygulamaları vardır. Bu, devasa bir gelenektir. Adı Marksizm’dir — ya da çoğu zaman Marksizm-Leninizm — ve savunucuları, bu geleneğin bize büyük ölçüde bilgi verebileceğini, bizi yönlendirebileceğini, hatalardan koruyabileceğini ve ne istememiz gerektiğiyle bunu nasıl elde edebileceğimiz konusunda kanıtlanmış bir bilgelik sağlayabileceğini söylerler.
Bu dev Marksist geleneğin bir savunucusu bize şöyle diyebilir: Alın bu kitabı, hatta şu uzun okuma listesini inceleyin. Bu kaynaklar dünyayı anlamanıza yardımcı olacaktır. Bu kaynaklar dünyayı değiştirmenize de yardımcı olacaktır. Özünü içselleştirin. Jargonunu öğrenin. Geleneğe katılın.
Peki, Marksistlerin bu tavsiyesine uymalı mıyız? Marksizm, dünyayı anlayıp onu dönüştürmemize gerçekten yardımcı olabilir mi? Eğer kendimizi Marksist geleneğe kaptırırsak bu aktivizmimize yardımcı mı olur yoksa engel mi? Geleceğimizi aydınlatır mı yoksa karartır mı?
Haziran ayının başlarında RevolutionZ’de bir bölüm yayınladım ve ZNet’te bir makale yayımladım. Her ikisi de, bugünün krizleri ve olanaklarıyla başa çıkmak için Marksist geleneğe kendimizi kaptırmamız gerekip gerekmediğini ele alıyordu. Ben de, hayır, gerekmediğini söyledim. Geleneğin ekonomizm anlayışının çok sık bir şekilde toplumsal cinsiyet, ırk ve iktidar gibi konulara yönelik dikkat ve inceliği azalttığını söyledim. Geleneğin sınıf analizinin, sınıf ayrımının tek nedeni olarak mülkiyet ilişkilerine aşırı odaklandığını söyledim. Emek-değer teorisiyle alay ettim ve diyalektiği reddettim. Tarihsel materyalizmin bazı iç görüler sunduğunu, ancak genel olarak zarara yol açtığını belirttim. Geleneğin baskıcı ekonomik vizyonunu sert bir şekilde eleştirdim ve daha geniş bir toplumsal vizyona karşı gösterdiği ilgisizliği reddettim. Bütün bu sapkın görüşleri açıkça ortaya koymuşken, Marksizmi en iyi bilen savunucularından bazılarının argümanlarımı güçlü biçimde reddedeceklerini düşünmüştüm — ancak aradan altı hafta geçmesine rağmen böyle bir şey olmadı.
Marksizm savunucularının benim sapkınlığımı görmezden gelmesi, eğer eleştirilerim son derece cahilce ve yanıltıcı olsaydı, anlaşılır olurdu. Eğer eleştirilerim “yanlış bile değilse”, elbette Marksistler bunları dikkate almamalıydı. Eğer eleştirilerim sıfırın bile altındaysa, küçümseyici bir sessizlik mantıklı olurdu. Eğer ortada tartışılacak hiçbir şey yoksa, elbette sapkınlığı görmezden gelin. Ancak şu ana kadar sessizliğin nedeninin bu olduğuna ikna olmadım. Ne makalede ne de podcast bölümünde meseleyi bu kadar ıskaladığımı, yüzeysel bir kafa karışıklığına kapıldığımı ya da sadece saçma sapan konuşan ihtiyar bir adam olduğumu düşünmüyorum ki, cevap vermek gereksiz görülmüş olsun.
Bunun yerine, argümanlarımın oldukça tartışmalı ama geçerli oldukları takdirde de son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Sunumumun mantıklı, görece sakin ve özellikle mezhepçilikten uzak şekilde yapıldığını düşünüyorum. Eğer iddialarım akılcı değilse, Marksistlerin bunların bilgisizliğini veya mantıksızlığını kolaylıkla ortaya koyabilmeleri gerekirdi. Ancak şu ana dek bunların hiçbirine açıkça yanıt verilmedi. Belki de altı hafta yeterli bir süre değildir ve bir tepki yoldadır. Sonuçta Marksistler — ve özellikle de ben Lenin ve Troçki’yi alıntılayarak reddettiğim kusurları övdükleri için Leninistler ve Troçkistler — genellikle haksız buldukları eleştirileri oldukça hızlı biçimde yanıtlarlar. Öyleyse neden benim sapkın ve tartışmalı görüşlerime yanıt verilmiyor?
Kolektif çabalarımızı akıllıca yönlendirebilecek ortak bir kavramsal araç kutusuna duyulan ihtiyaç her geçen gün artıyor. Marksist geleneğe kendimizi kaptırmamız yönündeki tavsiyelerin de buna paralel olarak artacağını öngörüyorum. Bu yüzden soruyorum: Bu tavsiyeye uymak aktivizmimize yardımcı olur mu, yoksa engel mi? Bu adil ve hayati bir soru gibi görünüyor, değil mi?
Bu soruya cevap verebilmek için önce şunu belirlemeliyiz: İçinde bulunduğumuz kaotik, krizlerle dolu, tehlikeli bir dönemde bu konu üzerinde durmak gerçekten değerli mi? Bu meseleye zaman ayırmak bizi daha acil görevlerden alıkoymaz mı? Eğer bu itirazı aşarsak, daha önce sunduğum eleştirileri kısaca gözden geçirip onları anlaşmazlık için daha net tanımlanmış hedefler haline getirebiliriz. Bu süreçte, biraz eğlenmek ve konuyu netleştirmek adına kısa bir anekdot da paylaşabiliriz. Son olarak, bu tartışmalı konuları ele alması için gerçek hayatta tanınan, yetkin bazı Marksistleri doğrudan davet edebiliriz. Hatta, onların açıkça cevaplamasını umduğumuz bazı spesifik sorular da ortaya koyabiliriz. Peki, şimdi, her ne kadar özetle olacak olsa da, tüm bunları yapalım.
Marksist geleneğe dalmak ya da dalmamak önemli bir karar, çünkü Marksistler de haklı olarak söyleyecektir ki, kolektif olarak paylaşılan değerli kavramlara sahip olmak, içinde bulunduğumuz koşulları anlamamıza yardımcı olabilir. Ortak bir kavramsal çerçeve, değerli hedefleri esnek bir şekilde tasarlamamıza yardımcı olabilir. Hedeflerimize ulaşmamıza yardımcı olacak etkili bir örgütlenme ve strateji geliştirmemize katkı sağlayabilir. Buna karşılık, ortak kavramlar, ortak bir vizyon ve ortak bir strateji olmaması, kolektif hareket etme ihtimalimizi ciddi şekilde azaltacaktır. Bu nedenle Marksist geleneğe dalmak ya da dalmamak meselesi önemlidir, çünkü bilinçli kolektivite önemlidir. Peki, Marksist geleneğe yönelik ne tür eleştiriler sundum?
Birincisi, günümüz toplumunun baskıcı etkilerini yanlarında taşıyan gerçek dünyadaki aktörler tarafından kullanıldığında, Marksist geleneğin tarihsel materyalizminin ekonomizmi, ekonomik olmayan ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve iktidar ilişkilerini düşünme biçimimizi azaltma ve çarpıtma eğilimindedir. Peki neden tüm bu kritik odakları — sınıfı da dahil ederek — önceden herhangi birini diğerlerinin üstüne çıkarmadan birlikte ele almıyoruz? Neden bunların nasıl kesiştiğini vurgulamıyoruz?
İkincisi, Marksizm üretim araçlarının özel mülkiyetinin zararları konusunda son derece keskin bir bakışa sahiptir; ancak Marksist gelenek, sınıf analizini öyle bir biçimde tanımlar ve uygular ki, bu ekonomik anlayışımızı daraltır. Ortada üçüncü, merkezi öneme sahip bir sınıfı fark edemez hale geliriz — ki bu sınıfın sahip olduğu geniş bilinci ve takip ettiği maddi ve toplumsal çıkarları ele alma fırsatını da kaybederiz. İronik bir şekilde, Marksizm’in sınıf kavramları, farklı sınıfların farklı ekonomi türlerinde iktidara gelme potansiyelini ele alma kapasitemizi azaltır. Marksist gelenek, benim “koordinatör sınıf” adını verdiğim, yetki sahibi çalışanlar tarafından yürütülen sınıf ayrımına ve egemenliğine yol açan kurumları savunma, kurma ve uygulama konusunda felaket boyutunda bir eğilim sergiler. Öyle ki, ben tartışmalı ve ironik biçimde şunu iddia ediyorum: Marksizm pratikte tekrar tekrar Marksizm-Leninizm’e dönüşme eğilimindedir ve bu da tarihin en ironik ve zararlı dönüşümlerinden biri olarak, sınıfsızlık ya da işçi sınıfı ideolojisi olmaktan çıkıp, koordinatör sınıfın egemenliğini savunan bir ideoloji haline gelmektedir.
Üçüncüsü, Marksist emek-değer teorisi bazı içgörülü gerçekleri ortaya koysa da, aynı zamanda ücretlerin, fiyatların ve kârların gerçekte ne tarafından belirlendiğine dair pek çok şeyi göz ardı eder. Gerçek dünyadaki üretim ve tüketimin baskıcı yapısı ve sonuçlarına dair temel önemde birçok unsuru görmezden gelir. Marksist gelenek, kaynakların dağıtımı için ya piyasaları, ya merkezi planlamayı ya da her ikisinin bir bileşimini kabul etme ve iş tanımlarını belirlemek için kurumsal iş bölümünü benimseme eğilimindedir. Ancak bu tercihler, tabandan gelen talepler ne olursa olsun, sınıfsızlık yaratmak yerine onu engeller.
Dördüncüsü, Marksizm bizi diyalektiğe hâkim olmaya teşvik eder. İlgili literatürü incelememiz gerektiğini söyler. Ancak bu belirsiz yolculuk, kapitalizm, cinsiyetçilik, ırkçılık, otoriterlik, savaş ve ekolojik intiharın ötesinde, yeni, değerli ve yaşanabilir bir dünya kurmak isteyenler için temel anlamda hiçbir şey sunmaz. Daha da kötüsü, bu tür akademik belirsizlik, birçok potansiyel aktivisti yıldırma ve güçsüzleştirme eğilimindedir.
Son olarak, beşinci eleştirel odak noktası olarak, nasıl ki Marksist geleneğin kavramlarının ekonomi dışı meselelere ilgiyi azaltma ve çarpıtma, hatta işçilerin yerine koordinatörleri öne çıkarma eğilimi olduğunu düşünüyorsam; aynı şekilde, bu kavramların pek çok Marksisti mezhepçi bir katılığa ve hatta karşılıklı yok oluşa sürükleyen son derece zararlı bir yönelimi tetiklediğini ya da en azından bunu yeterince engellemediğini de düşünüyorum.
Anekdot niteliğinde bir örnek vermek gerekirse, Robin Hahnel ile birlikte 1978 yılında Unorthodox Marxism (Ortodoks Olmayan Marksizm) adlı bir kitap yayımladık. Bu kitapta, Marksist mirasın içinde kalmaya çalışırken aynı zamanda onu zenginleştirmeyi de amaçladık. Kitap geniş kapsamlıydı, ancak başlangıçta tarih ve ekonomi teorisi olarak adlandırdığımız ortodoks Marksizmin temellerini sunuyordu. Sunumumuzu yalnızca olumlu bir şekilde ve umarız tamamen doğru biçimde yaptık. Bu yaklaşımımızla, neye karşı çıktığımızı net biçimde gösterebileceğimizi ve söz konusu görüşlerin özelliklerini iyi bildiğimizi ortaya koyacağımızı düşündük. Kitapta, ardından bu sunulan ortodoks Marksizme yönelik bir eleştiri ve onu iyileştirme girişimi yer aldı.
İlginç bir şekilde, bir süre sonra bazı akademisyenlerin, Marksizm öğretirken bizim kitabımızın Marksizmi tanıtan kısmını kullanarak kendi derslerinde Marksizmi bu şekilde anlattıklarını duyduk. Bu durumu, sunumumuzu adil ve yerinde buldukları şeklinde yorumladık. Ancak aynı akademisyenler, kitabın eleştiri içeren bölümlerini ya da devamındaki geliştirmeleri derslerine dahil etmediler. Görünüşe göre, öğretmek istedikleri kısmı biz iyi aktarmıştık; ama onlar da eleştirilerimizi tamamen görmezden gelerek, onlara yanıt verme gereğini ortadan kaldırmayı başardılar.
Pekâlâ, şimdi bu yazının “davet” aşamasına geldik. Peki bu ne anlama geliyor? Şöyle ki: Marksist geleneğin günümüzdeki en üretken ve anlayışlı savunucularından bazılarını, samimi, tavizsiz ve “meselenin özüne inelim” tarzında bir tartışmaya davet etmek istiyorum. Umarım bu kişilerden biri ya da birkaçı, dile getirdiğim endişelere zaman ayırır.
Şu ana kadar, burada davet edeceğim kişilerin çok azının, hatta belki hiçbirinin, ZNetwork.org üzerinden erişilebilen “Direnişimiz Marksizmi Güçlendirmeli mi, Aşmalı mı?” başlıklı makaleyi gördüğünü — bırakın okumasını — ya da “Marksizm ve Biz, Ya Da Değil” başlıklı takip eden podcast bölümünü dinlediğini sanmıyorum.
Şu anda davet etmekte olduğum kişilerin, bu çalışmalardan en az birine göz atmalarını ve sunduğum görüşleri ya ortaya koyan, tartışan, çürüten ya da hatta yerle bir eden bir yazı kaleme almalarını umuyorum — ama şunu da kabul etmeliyim ki, bu kişilerin — hangi biçimi tercih ederlerse etsinler — bu makaleyi okumalarını bekleyecek kadar hayalperest değilim.
Bu durumda makul bir şekilde şunu sorabilirsiniz: “O zaman bu davetleri yapmanın amacı ne?”
Şöyle ki: Davet edilen Marksistler bu yazıyı doğrudan görmeyebilirler ama belki siz okurlardan biri ya da birkaçı, bu makaleyi ve daveti bir ya da daha fazla kişiye yazarak iletir ve onları bu konuları kendi istedikleri şekilde ele almaya teşvik ederse, haberdar olabilirler. Hatta belki bu yazıyı okuyanlardan biri ya da birkaçı, bu meseleleri bizzat kendileri ele alır — örneğin bu makaleye yorum ekleyerek, ya da ZNetwork.org üzerinden erişilebilen ZNet’in Discord kanalında soru, yorum veya düzeltmeler yaparak, ya da size en uygun başka bir yolla.
Tüm bu girişin ardından, peki Marksist gelenekten kimlerle etkileşime geçmek isterim?
Mesela Cooperation Jackson’ın kurucularından ve geçmişte RevolutionZ programına konuk olmuş olağanüstü bir örgütçü olan Kali Akuno ile ne dersiniz?
Peki ya Tariq Ali? Kendisiyle çok sınırlı bir etkileşimim oldu, ancak o sadece aktivistlerin aşmasını önerdiğim geleneğin bir savunucusu olmakla kalmıyor; aynı zamanda tıpkı benim gibi uzun süredir alternatif medyada yer alan ve bu sayede çeşitli entelektüel yaklaşımların kamuoyunda hem savunuculuğunu hem de zaman zaman eleştirisini yapan biri.
Peki ya Ben Burgis? Zaten fark etmişsinizdir, bu isimleri alfabetik sırayla sıralıyorum. Ben, birkaç yıl önce düzenlediğim çevrimiçi okulda ders vermişti; yani aramızda bir bağ da var. Üstelik Ben kesinlikle ciddi ve son derece yetkin bir Marksizm savunucusu.
Sonra, Vivek Chibber’a ne dersiniz? Hafızam zayıf ama sanırım kendisiyle pek fazla, hatta belki hiç temasım olmadı. Ancak o kesinlikle ciddi, dikkatli ve sık sık Marksizmi savunan bir isim. Daha da önemlisi, benim ve başkalarının “ekonomizm” diye adlandırdığı konu başlıklarında yürüyen tartışmalarda aktif şekilde yer aldı.
Peki ya Angela Davis? Davis’in Marksist geçmişinin, köklerinin ve akademik çalışmalarının son dönem çalışmalarındaki rolü hakkında emin değilim. Ancak yine de, benim birçok temel konuda aşmamız gerektiğini savunduğum görüşlerin başarılı bir savunucusu olabilir.
Terry Eagleton böyle bir keşif için başka bir etkileyici eşlikçi olabilir; her ne kadar kendisiyle tanıştığımı sanmasam da. Ya da Max Elbaum ve Bill Fletcher? Her ikisi de RevolutionZ’de yer aldı ve Marksizm, Marksist gelenek ve bu geleneğin zenginleştirilmesi mi yoksa aşılması mı gerektiği konularında harika katkılar sunabilecek isimler.
Monthly Review’dan John Bellemy Foster da mükemmel bir katkı sağlayıcı olabilir. Sonuçta Monthly Review, Verso ve New Left Review ile birlikte dünyanın önde gelen Marksist medya kuruluşlarından biridir ve bu tartışmaları ister bu platformlar üzerinden ister podcast’ler aracılığıyla, ister başka bir mecrada yürütebiliriz.
Peki ya Nancy Fraser? Bence Fraser zaten bu geleneği zenginleştiren bir isim ve muhtemelen onunla birçok ortak görüşe sahip olsam da keşfetmeye değer bazı farklılıklarımız da vardır.
Ya David Harvey ya da Doug Henwood? İkisi de tanınmış Marksist ekonomistler; ikisini de şahsen tanımıyorum ama biri ya da her ikisi de bu tartışmaya ilgi gösterebilir. Ya da biraz tanıdığım Boris Kagarlitsky? O da ilgilenebilir.
Ve sonra Robin Kelly, Vijay Prashad ve Kshama Sawant var. Hepsi de üst düzeyde ve büyük bir enerjiyle faaliyet gösteren aktivist ve entelektüel pratisyenler. Belki de Marksist geleneği savunmanın yararlı bir yolu olarak, benim eleştirilerime yanıt vermek isteyebilirler.
Ayrıca Jacobin’in ve şimdi Nation’ın yazarı Bhaskar Sunkara ile Hammer and Hope yazarlarından Keeanga-Yamahtta Taylor’a ne dersiniz? Her ikisi de büyük üne ve başarıya sahip, tanınmış Marksistler.
Ve böylece, davet ettiğim isimleri burada tamamlıyorum — elbette bu liste uzatılabilir — ama alfabetik sırayla son sırada yer alsa da, muhtemelen mevcut Marksist geleneğin en tanınan ve önde gelen savunucularından biri olan Rick Wolff var. Uzun yıllar önce U Mass Amherst’te Rick’in verdiği Marksizm dersine katılmıştım. Sanırım ders boyunca çeşitli konularda sıkça karşı karşıya geldiğimizi hatırlıyordur. Belki Rick beni kendi podcast’ine davet eder, ya da ben onu RevolutionZ’ye konuk etmekten memnuniyet duyarım; ya da benim — ve başkalarının da sıklıkla dile getirdiği — endişelerime bir makale yoluyla yanıt verebilir. Elbette burada adı geçen herkes bunu yapabilir. Her türlü etkileşim fazlasıyla memnuniyet verici olurdu ve belki de bu kadar geniş bir konu için en uygun yol bir makale olur.
Şunu da belirtmeliyim: Burada adı geçen herkesin son derece önemli işler yapmakla meşgul olduğunu elbette biliyorum. Yine de, içlerinden birkaçının — ya da sadece birinin bile — ortaya koyduğum sorunun hem önemli hem de tam zamanı olduğunu düşünerek, şu anda karşı karşıya olduğumuz diğer birçok acil önceliğe rağmen bu soruyu ele alacağını umuyorum. Faşizme karşı direniş giderek daha fazla insanı aktivizme çekerken, yeni aktivistler Marksist geleneğe dalmalı mı, onu zenginleştirmeli mi, yoksa onun ötesine mi geçmeli?
Belki de belirtmem gerekir ki bu tür meseleleri ilk kez ele almam, Rick Wolff’tan U. Mass Amherst’te aldığım dersten bile daha eskilere, 1974 yılında yayımlanan What Is To Be Undone (Ne Geri Alınmalı) adlı kitaba dayanır. Kitabın başlığı, Marksizmi ve özellikle Marksizm Leninizmi aşma arzumun o dönemden itibaren etkili olduğunu açıkça gösteriyordu. Bu çalışma bir miktar ilgi çekti ama umduğum geniş çaplı tartışmayı tetiklemedi.
Bu konulara ikinci kez ciddi şekilde eğilmem ise, Robin Hahnel ile birlikte 1978 yılında kaleme aldığımız ve daha önce de sözünü ettiğim Unorthodox Marxism (Ortodoks Olmayan Marksizm) adlı kitapta oldu. O kitapta Marksist geleneğin içinde kalarak onu zenginleştirmeye çalıştık. Bu girişim de yine bir miktar ilgi gördü ama ciddi tartışmalar doğurmadı. O zamandan bu yana, özellikle ama yalnızca değil, Marksizmin sınıf kavramlarına yönelik eleştiriler başta olmak üzere bu meselelere tekrar tekrar döndüm. Ve şimdi, yine buradayım.
Peki Marksist geleneğe yönelik kaygıları ele almanın gerekli olduğunu düşünen herhangi bir kişiden ne duymak isterim? Özetlemek gerekirse…
İlk olarak, şunu bilmek isterim: Marksizmin savunucuları neden, tarihsel materyalizmin gerçek toplumlardaki gerçek insanlar tarafından kullanıldığında, zararlı bir şekilde ekonomiye aşırı vurguya yol açmadığını düşünür? Ve neden bunun, toplumsal cinsiyet, akrabalık, cinsellik, ırk, etnisite, din, iktidar ve siyaset gibi alanlara verilen dikkatin daha da zararlı biçimde ihmal edilmesine, hatta çarpıtılmasına ve daralmasına neden olmadığını savunurlar?
Benzer şekilde, ikinci olarak, Marksizmin savunucularından herhangi birinin neden, işçi sınıfı üzerindeki sınıf tahakkümünün yalnızca mülkiyet ilişkilerinden değil, aynı zamanda bir ekonominin iş bölümünden ve kaynak tahsis yöntemlerinden de kaynaklanabileceğini — ve gerçekten de kaynaklandığını — inkâr etmesinin, Marksizmin sınıf, sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi anlayışını ciddi biçimde sakatlamadığını düşündüğünü öğrenmek isterim. Kapitalizmde emek ile sermaye arasında yer alan ve Marksistlerin kapitalizmi devirdiklerinde kurdukları ekonomilerde emek üzerinde egemenlik kuran bir sınıfın varlığını görmezden gelmek ve hatta inkâr etmek, bu geleneğin sorgulanabilir bir zayıflığı değil midir?
Üçüncü olarak, Marksizmin savunucularının neden emek-değer teorisinin ücretleri, fiyatları ve kârları anlamak; ayrıca işyerindeki karar alma süreçlerini ve işçilerin toplumsal değişim çağrılarına verdikleri tepkileri kavramak için yeterli kavramsal çerçeve ve yönelim sunduğunu düşündüklerini merak ediyorum. Örneğin, neden bazı Marksistler ücretlerin gömülü emek zamanını yansıttığını düşünür de göreli pazarlık gücünü dikkate almaz? Neden adil bir ücretlendirme sisteminin neye dayanması gerektiğini bile açıkça dile getirmezler?
Dördüncü olarak, Marksizmin savunucuları “diyalektik” dediklerinde ne kastettiklerini gerçekten ne kadar açıklıyorlar? Özellikle, bu dili öğrenmenin aktivistlerin anlayabileceği, yapabileceği, tahayyül edebileceği ve hayata geçirebileceği şeyler konusunda onlara nasıl bir katkı sunduğunu düşünüyorlar? Diyalektik kullanmadan da daha hızlı ve kolay şekilde anlaşılamayacak, yapılamayacak, hayal edilemeyecek ya da uygulanamayacak olan nedir?
Ve son olarak, beşinci ama belki de çözümü en zor olan — fakat aynı derecede önemli — bir soru daha: Neden Marksizmin savunucuları, bu geleneğin mezhepçiliğe karşı en iyi ihtimalle yetersiz kavramlar sunduğunu ya da en kötü ihtimalle doğrudan mezhepçiliği doğuran kavramları yücelttiğini düşünme ihtimalini dahi göz önünde bulundurmaz?
Özetle şunu bilmek isterim: Marksist geleneğe dalmayı savunanlar, neden onun yerine bu geleneğin ötesine geçilmesini savunmuyor? Neden bu geleneğin korkunç kusurlarının kavramsal kökenlerini sorgulayıp aşmayı denemenin cahilce ya da ters tepecek bir yaklaşım olduğunu düşünüyorlar? Olumlu şekilde sorarsak: Marksist geleneğin, başka hiçbir yerden elde edilemeyecek kadar değerli bilgi ve hedefler sunduğunu ve bu nedenle onunla özdeşleşmemiz ve hatta ona kendimizi kaptırmamız gerektiğini neden düşünüyorlar? Üstelik bu geleneğin gerçek dünyadaki uygulamalarının son derece yıkıcı ve — bana göre — öngörülebilir tarihsel sonuçları bu kadar ortadayken? Neden bazı Marksistler, tarihsel kaydın önemsiz olduğunu ima edercesine davranıyor?
Kaynak: https://znetwork.org/znetarticle/will-marxism-help-or-hinder-resistance/