Kritik Bakış Dergisi olarak Ülkücü Camianın önde gelen isimlerinden Mahir Damatlar* ile geniş bir söyleşi yaptık. Dava arkadaşı Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefat yıldönümünde, onun davasının izinde kurulmuş olan Gönüllerde Birlik Vakfında, 28 Şubat’tan Suriye devrimine, Kürt meselesinden farklı milliyetçilik yorumlarına kadar bir çok konuyu konuştuk. 1970’lerin ateş çemberinden geçmiş, 12 Eylül zindanlarında ağır işkenceler ve zulümlere uğramış, siyasal ve ideolojik yol ayrımlarında daima yola çıktığı davasının izinde yürümüş, halen gençlerle ilgilenen ve milletinin hizmetinde mütevazi bir duruşla yoluna devam eden derviş meşrep bir Anadolu delikanlısı olarak Mahir Damatlar’ın gündeme dair söylediklerini, bakış açısını, öngörülerini ilginize sunuyoruz..
Nezir Kardoğan- Kritik Bakış
………………………………………….
-Geçtiğimiz günlerde 28 Şubat’ın 28. yıl dönümüydü. Rahmetli Başkan Muhsin Yazıcıoğlu 28 Şubat’a Çankaya Köşkü önünde şöyle söylemişti. ‘Türkiye, İran ve Cezayir olmayacak. Ancak Türkiye’de Suriye gibi bir yönetim kurulmasına da izin vermeyeceğiz’ demişti. Şimdi Suriye’de 8 Aralık’ta mezhepçi azınlık diktatörlüğünün işkenceci düzeni sona erdi. Siz de başından beri özellikle Türkmenler başta olmak üzere Suriyeli mazlumlara yardımda bulunuyordunuz. Siz rejimin çöküşünü ve Suriye devrimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin için de sürpriz oldu mu?
-Şimdi 28 Şubat’taki Suriye benzetmesinin asli sebebi şuydu. 28 Şubat’ta her ne kadar komuta kademesiyle birlikte hareket ediliyor görüntüsü varsa da aslında 28 Şubat’ın esas derdi mezhepçi bir ihtilal teşebbüsüydü.
Yani silahlı kuvvetlerin içerisinde çok şerefli, haysiyetli yüce Türk milletinin sevdalısı, subaylar ve generaller vardı ama orada bir zihniyet, Amerikan kafasındaki bir zihniyet ve mezhepçi, ceberut bir zihniyet 28 Şubat’ı sürüklemeye çalışıyordu. Dolayısıyla içerideki o vatansever insanlar da bilmeden o akıntıya kapılıyorlardı. Rahmetli Muhsin Başkan’ın özellikle Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden çıktıktan sonra verdiği bu demeç ki biraz uzun demeç verir, biz özellikle rica etmiştik. Yani kısa olsun sadece bu cümle önemli diye. Bu cümleyi orada sarf ederken aslında hem kamuoyuna bir şeyi ihbar etmiş oluyordu, hem de silahlı kuvvetler içerisindeki o vatan sevdalısı, subayları; yani ‘biz ne yapıyoruz? Bu mezhepçi bir yapı var burada’ diye ona dikkatini çekmiş oluyorduk aslında.
Bunun yerini bulduğuna inanıyoruz nihayetinde. Suriye’de Nusayri bir azınlık iktidarı vardı. Yıllarca yani Suriye bizden koparıldıktan sonra Fransızların derme çatma oluşturdukları bir devlet. Onlara işte şu da sizin bayrağınızdır dediler, siz devletsiniz dediler. Daha sonra Esadlar dönemi başladı. Baba Hafız Esad, daha sonrasında oğlu Beşer Esad, bunlar oradaki Nusayri azınlıkla Suriye’ye hükmetmeye çalışıyordu.
Şimdi Suriye genelde oranın adı işte Şam Diyarı’dır. Şam Diyarı deyince hatta rivayetler kıyametin bile oralardan kopacağını gösterir. Yani Şam Diyarı biraz farklı bir yerdir. Şam Diyarı dediğimiz zaman bizim Gaziantep, Kahramanmaraş’a kadar buralar da Şam Diyarı sayılır aslında. Tarihi hakikati budur. Yani bizim buralarda şeytanların piyonları varsa Şam Diyarı’nda şeytanların generalleri tabur tabur gezer. Yani oralar başka bir alemdir. Orada hem etnik hem inanç yönünden çok büyük bir farklılıklar vardır. Bu farklılıklar içerisinde işte Nusayri azınlığın hükmetmesi ancak zulümle mümkündü ve bunu yaptılar.
Özellikle son dönemlerde yani 60 yılı aşkın bir Esad baba oğul dönemi var. Son dönemlerdeki yapılan zulüm inanılmaz bir boyutlara gelmişti. Ve nihayetinde Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle Mursi seçimle gelmişti. O zaman Şam’ın hemen biraz daha altında Dera diye bir bölge var. O Dera’da aslında bütün Suriye’deki iç savaşın başlama sebebi Dera’daki 3-5 tane 13-14 yaşında Türkmen genci gece duvarlara yazı yazıyorlar. Doktor sıra sende diye yazı yazıyorlar ve yakalanıyorlar. Uzun bir süre işkenceden geçiyorlar. Bu çocukların aileleri gidip muhaberatın başından bunu istiyorlar. Çocuklarımızı verin diye rica ediyorlar. O tersliyor, gönderiyor. Sonra bütün Dera’daki ileri gelen kanaat önderleri, aşiret reisleri her kesimden toplanıp muhaberatın başkanına gidiyorlar. Ricada bulunuyorlar. Hatta kefir mi diyor onlar başlarındaki şeyi ayaklarının dibine koymak töredir. Yani bundan ötesi yok gibi. Fakat muhaberatın başkanı çok çirkin bir şekilde tersleyip bunları kovuyor. Defolun gidin diyor, o çocukları unutun. O çocukları unutun, yeni çocuklar yapın. Hatta çok affedersiniz ‘yapamıyorsanız karılarınızı bize gönderin’ diyor.
Olayların başlangıcı bu aslında. Yani orada da olsa burada da olsa böyle bir şeye tahammül etmek mümkün değil. Ama bize şimdi çok ters geliyor da orada muhaberatın zulmü zaten bu gündelik tavırlar bunlar.
Ve çocuklar bir kısmı öldürülüyor, bir kısmı işkenceye devam ediyor ve olaylar patlıyor. Yani Suriye’deki İç Savaşı’nın başlangıcı böyle bir olayla birlikte başlıyor ve yaygınlaşıyor. Daha sonra yine aynı zihniyet muhalif bildikleri evleri basıyor, köyleri basıyor.
Yani şimdi diyelim ki Şam Beşer Esed’in hakimiyeti altındaydı diye bilinir. Ama Şam’ın bazı mahallelerine gittiğiniz zaman Gazze gibidir. Taş taş üzerinde bırakılmamıştır.
Yani oradaki Sünni Müslümanların bulunduğu yerler binalarıyla birlikte yerle bir edilmiştir. İnsanlar katledilmiştir, kaçanlar kurtulmuştur. Şimdi tabii orayla ilgili çok şey anlatabilirim ama biraz vakti de iyi değerlendirmek için ben son gidişimde meşhur Sednaya Cezaevine gittim. Ben orada başından beri Suriye olaylarının hep içinde olan birisi olarak oradaki yaşanan acıları göre bildiğimi zanneden ben Sednaya Cezaevinden sonra insanların Akdeniz’de falan nasıl boğulduğunu, niye boğulduğunu çok iyi anladım. Emin olun ki boğulmak kurtuluş. Normal ölmek kurtuluş. Açlıktan ölmek, denizde boğulmak, kurşun yiyip ölmek bunların hepsi kurtuluş. Yani bazıları şöyle düşünmüş olabilir. Ya niye kaçıyorsunuz işte orada mücadele etsenize. Kadınlar nasıl mücadele etsinler?
Çünkü bu zalim Ceberrut Nusayri yapının ki bunlar Nusayri diye özellikle söylüyorum. Adı Alevi olarak geçiyor ama bizim Alevilerimize kurban olsun bunlar. Bizim Alevilerimizin Allah’ı var, peygamberi var. Bunlar bambaşka bir şey. Ve bu insanları öldürmek kurtuluş. Ama zulmediyorlar, namuslarına, iffetlerine bulaşıyorlar.
Sednaya Cezaevinde yalnız kendi ekibimizle geziyorduk. Dedim ki böyle olmaz. Nizamiye tarafındaki arkadaşlardan, HTŞ’den bir görevliyi alalım da bize anlatsın dedik. Onu getirttirdik. O kardeşimiz cezaevinin kuşatmasında falan da bulunmuş ele geçirilirken. Diyor ki çatışmayla aldık. En son diyor bir helikopter geldi, idarecilerle alıp götürdü. Biz buradan 700 kişiyi sağ kurtardık diyor. O 700 kişiden bir tanesi demiş ki Saddam mı geldi bizi kurtardı? Bakın Saddam öleli yıllar olmuş. Birisi demiş ki Hafız Esad mı öldü? Kadıncağız genç kız olarak gitmiş oraya. 3 tane çocuğu var, babası belli değil. Bizim orada gördüğümüz manzara, şimdi HTŞ’li arkadaş anlatırken Allahu alem diye anlatıyor. Niye böyle anlatıyor? Çünkü oranın şahidi yok. Şahidi yalnız Allah.
Şimdi bir hızar var. Yani odunların falan kesildiği bir masa var. Bu ne işe yarıyor? İşte Allahu alem diyor bu kurtarılanlardan duyduğumuz. Birisi derse ki kolum ağrıyor, bacağım ağrıyor getirip burada kolunu kesiyorlarmış. İşte bacağını kesiyorlarmış. Bir yere girdik. Müthiş bir koku var. Müthiş bir koku hala var. Burada asıyorlar. Burada preste presliyorlar.Burada asit tankları var. Orada eritiyorlar. Yani bir buçuk milyon insanın akıbeti meçhul. Nereye gittiği, nereye defnedildiği, gömüldüğü veya nerede olduğu buhar olmuş gitmiş. Şimdi böyle bir zulüm. İçerideki birimlere giriyorsun, bölümlere giriyorsun.
Bunu derken ben yıllarca cezaevinde yatmış bir insanım. Diyarbakır’ın adı çıkmıştır ama Mamak Cezaevi de ondan aşağı bir yer değildir. Aynıdır. Mamak Cezaevi’nin hiç kimsenin bilmediği yerlerinde kaldım ben. Koğuşu vardır. Hücresi vardır. Zindanı vardır. Zindan yerin altının altında. 4,5 karış eni, 4,5 karış boyu vardır. Yani benim ölçülerim şeydi, karışlarımdı. Eğilerek giriyorsun küçük bir kapıdan. İçeride tuvalet falan yok tabii. Uzanacağın, yatacağın bir yer de yok. Bacaklarını büküp oturuyorsun. Bir tane kap vardı. Affedersiniz. İhtiyacı gidermek için. Biz de orada ölmeyecek kadar yemek yiyorduk ki o kabı kullanma ihtiyacımız olmasın diye.
Bunu şunun için anlatıyorum. Biz çok büyük zulüm görmüş, yaşamış bir nesiliz. Ben Sinop Cezaevi’ni de gördüm. Harput Zindanı’nı da gördüm. İshak Paşa Zindanı’nı da gördüm. Ama Sednaya Cezaevi, yani biz cehennemde yaşadıkça orası esfel-i safilin, cehennemin dibi. Böyle bir zulümü ve her gün mesai yaparcasına asmışlar, preslemişler, asit kazanlarında eritmişler ve bunu yapmışlar. Şimdi oradaki zulüm bu. Sözün bittiği yer burası.
Ve insanlar tepki gösteriyor. Elbette ailesini kaçırmak isteyen kaçırıyor. Mücadele edecek insan ailesini biraz rahata alıp, gerekirse rahat dediğimiz işte Türkiye sınırı veya Türkiye’nin bu tarafında ama kendileri yine orada mücadele ediyorlar.
-Şimdi 8 Aralık devrim sonrasında yeni bir yapı kuruluyor. Sizce Suriye’de yeni dönem nasıl şekillenir orada? Çünkü Türkmenler var, Kürtler var, diğer azınlıklar var. Herkesin farklı talep ve beklentileri var. Türkiye açısından Suriye’de açılan yeni sayfada özellikle İsrail’in saldırıları devam ediyor. Rusya ve İran’ın çekilmesi de var. Siz nasıl bir süreç görüyorsunuz, ne bekliyorsunuz yeni dönemde?
-Şimdi devrim herkesin beklediğinden daha kısa bir zamanda olunca birçok insan bu konuda biraz spekülasyon yapmaya başladı. Yani nedir, anlaşmalı bir şey mi var falan diye. Aslında hakikat şudur, rejimin ana gelir kaynağı Deirizor, Rakka, Kamışlı’da o taraftaki petroldü ve verimli arazileri vardı. Yani öyle verimli araziler var ki kimyasal değmemiş topraklar var oralarda. Bütün bu gelir getirici unsurlar Esed rejiminin elinde değildi. Dolayısıyla HTŞ’nin ve diğer muhalif unsurlar olan ÖSO gruplarının Şam şehrinde Esad’ın yakınında akrabaları vardı. Orada mecburen kalan, zorla kalan akrabaları vardı. Onlardan bilgi alıyorlardı. Onlar ÖSO kuvvetleri bize diyorlardı ki bize bir talimat gelsin, biz bir ucundan girer bir ucundan çıkarız.
Ya orası iflas etti. Esed memurlarının maaşını bile ödeyemiyor. Askerinin yedek şarjörü bile yok, mermisi bile yok. Yani bu iş çok kolay diyorlardı. Biz abartıyorlar zannediyorduk. Onun için de önce hedef bir Halep yoklamasıydı anladığım kadarıyla.
Oradaki arkadaşlarla konuştuğumuzda. Halep’e girdiklerinde ciddi bir direnişle karşılaşmamışlar. Şimdi ben gittiğimde bize mihmandarlık yapan arkadaş, o Halep kuşatmasında çatışmanın içerisinde bulunmuş bir kardeşimiz.
O dedi ki bir anda kaçtılar dedi. Kaçarken de tanklarını toplarını oralarda bırakarak kaçıyorlar. Gelmişken diyorlar bir de Humus’a doğru bir gidelim.
Burası çok kolay oldu. Yani biz bekliyorduk ama bu kadarını beklemiyorduk. Oradan Hama’ya geçiyorlar. Sonra Humus’a. Herhalde diyorlar büyük direniş Şam’da olacak. Esad’ın da orada kaçmasıyla Şam’da rejimin elinden alınmış oluyor.
Yani elbette şaşılacak bir durum ama bizim çok şaşırdığımız bir şey değil. Bu kadar çabuk olmasını ummuyorduk ama çok da zor olduğunu zannetmiyorduk. Şimdi mesela bazı strateji uzmanları böyle televizyonda elinde değnekle bakıyor. Diyor ki Halep, Hama, Humus ya diyor Dera’da düşmüş diyor. Dera neredeydi? Haritayı böyle yakınlaştırıyorlar. Dera’yı bulamıyorlar. Sonra bakıyorlar ki Dera Şam’ın ötesinde. He diyorlar herhalde o paramootorlarla oralara geçtiler. Öyle değil. Dera’da çetin mücadele, geçmişteki acılar onları yer altına çekmişti. Ve rejimin çatırdadığını duyunca herkes bulunduğu yerde harekete geçti. Şimdi yeni bir yapı oluştu ama tehlike geçmiş değil. Bütün evlerde silahlar var. Rejim askerleri bir kısmı silahını yanına aldı. Bir kısmı sokaklara bırakılanları halk aldı.
Yani halkın cephanesi sağlam. Halk çok çeşitli. Dürziler var. Nusayriler var. Kürtler var. Araplar var. Türkmenler var. Yani orası çok kültürlü, çok ırki olarak da, mezhebi olarak da, inanç olarak da çok çeşitli bir yapı. Bu tür yapılarda aslında biraz otoriter bir idare gerek. Şimdi Ahmet Şara malum terörist olarak dünyada kayda geçmiş bir insandır. Şimdi devlet başkanı seçildi. Terör listesinden yavaş yavaş çıkıyor. Kılığını, kıyafetini değiştirdi. Verdiği demeçleri çok ince kelimelere kadar dikkat ederek neyin üzerinde olduğunun bilincinde ve şuurunda demeçler veriyor. Burası Esed’in Nusayri yapısından çıktı. Ahmet Şara’nın HTŞ yapısı geldi değil. Böyle bakmıyor. Dolayısıyla kalıcı ve dünyada kabul gören bir devlet olması için bütün bu unsurları demokratik olarak bünyesinde toplamak istiyor.
Şam’da gördüğüm manzara şuydu. Yani bizim Ankara Kızılay gibi olmasa da biraz Ulus gibiydi. Ama daha evvelki gördüğümüz manzara, diyelim ki Afrin’de, Cinderes’te, Mare’de, Soran’da, Elbap’ta. Yani insanlar yoksul, perişan, hanımlar olduğu gibi kapalı. Şam’da biraz daha asortik, biraz daha sosyal. Kafelerde nargile içen, çok dekolte olmasa da kot pantolonlu hanımlar tek başlarına. Herkes mutlu. Bu nasıl oldu diye sordum oradaki arkadaşlara.
İlk üç gün çok tedirgin oldular. Evlerinden dışarı çıkmadı herkes. Yani HTŞ geldi, acaba İslami bir rejimle başka bir sıkıntı mı yaşayacağız diye baktılar. O zaman Ahmet Şara’nın verdiği demeçler ve uygulamaları insanları rahatlattı ve insanlar sokağa çıktı ve kabullendi.
-Türkiye nasıl bakıyor? Bir de Türkmenlerin durumu nedir?
-Türkiye elbette üniter bir yapı, bütünlük istiyor orada. Bizim oradaki Türkmenlerimiz onca zulümden sonra rahat yaşamak istiyor. Ama burası Türkmenler bölgesi, burası Kürt bölgesi, burası Dürzi bölgesi falan gibi bir şeye girdiyse, bir de bakarız ki biz İsrail’le komşu olmuşuz. Yani sınır sınıra olmuşuz. Onun için Türkiye’nin ısrarla üniter yapıyı savunmuş olması, oradaki Türkmenlerin hakları derken de, Türkmenleri eşit vatandaş olarak oralarda devlette görev almalarını sağlamaları, yani bir Nusayri taassubundan sonra HTŞ taassubu olmadan, oradaki her grubun liyakata dayalı bir şekilde devlette temsil edilmeleri gerekir. Mesela bizim ÖSO gruplarımızdan, oradaki en büyük ÖSO gruplarından birisidir, Sultan Murat Tugay’ı.
Şimdi orada genel kurmay, yeni oluşan genel kurmaya da çok önemli bir vazife aldı. Oradaki ÖSO komutanı Fehim İsa kardeşimiz, Türkmendir. Çok önemli bir görev aldı. Yine ÖSO komutanlarından Ebu Hamşeh olarak bilinen Muhammed El-Casim, 25. Tümen komutanı oldu. Kendisi Araptır ama Türkiye sevdalısıdır. Yani Türkiye için bin tane canı olsa verebilecek bir insandır. Aynı zamanda da hava sorumlusu oldu. Dolayısıyla bunlar bizim yavaş yavaş gördüğümüz, devlette bu unsurlar görev alıyor ve Türkiye Cumhuriyeti oranın bütünlüğüne umut ediyor. Yani deki kolay mı? Çok zor. Şimdi biraz önce İsrail Şam’da bir aracı vurdu. İşte Filistinliydi diye. Yani İsrail gelip yeni devletin baş şehrinde bir operasyon yapıyor. Şimdi neden cevap verilmiyor diye bakıldığında, şu anda Ahmet Şara’nın bir meşruiyet kazanması lazım. Bugün Kanada açıklama yaptı. Büyükelçimizi göndereceğiz diye. İşte Türkiye Büyükelçisini gönderdi. Bu bir süreçtir ve bu süreç çok sancılı bir süreçtir. Yani bu gruplar her zaman gıdıklamaya müsaittir. Orada eğer ne kadar defolup gittiyse de İran elini ayağını çekmiyor. Orayı karıştırmak için elinden geleni yapıyor. İsrail elinden geleni yapıyor. Elbette Rusya, malum orada üssü var. Ondan vazgeçmek istemez.
Amerika PYD’yi, onlar SDG diyorlar. Bir şekilde Ahmet Şara ile Türkiye’nin çok itiraz etmeyeceği şekilde ehlileştirerek bir hale yola koydular. Ama Türkiye, anladığım kadarıyla o maddeler üzerinden uygulamayı görmek istiyoruz diyor.
Çünkü bu eli silahlı unsurlar ve yıllarca savaşmış olan unsurlar bir cinnet halindedir. Bunların normalleşmesi bir süreç alır. Dolayısıyla şimdi taleplerden bir tanesi yabancı unsurların Suriye’den gitmesi. Yani dışarıdan gelen PKK’lı unsurlar kastediliyor. Fakat şimdi orada yabancı yerliyi nasıl ayırıyor? Eskiden Kürtlerin orada nüfus kaydı bile yoktu. Dolayısıyla burada sıkıntılı bir hal var.
Bunda mutlaka Türkiye aktif rol oynayacaktır. Kontrol mekanizmasını had safhada çalıştıracaktır. Zaten inanıyorum ki devletin bütün unsurları, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün unsurları sahada da ne olup bittiğinden ciddi şekilde haberdar.
Ben bunu yıllardır gördükçe orada devletimin ne kadar büyük bir devlet olduğuna şahit olmuş oldum. İnşallah kazasız belasız o yabancı unsurlar çekilir ve Suriye bir huzur devleti olur. O Suriye bizim için neydi? PKK’nın kamplar kurduğu yaklaşık yarım asra yakın belki de trilyon dolarlık Türkiye’yi zarara uğratan bir bataklığın ta kendisiydi.
Şimdi oradan bu tarafa doğru gelindiğinde gelinen şeyi bir kazanç olarak görüyoruz. Bütün bunlara rağmen de dün akşamda dahil hava unsurlarımız operasyonlarını yapmaya devam ediyor. Halen de etkisiz hale getirdikleri şeylerin fotoğrafları geliyor.
Yani bu manada oradaki yapılan anlaşmalar Türkiye’nin güvenliği konusunda bizi ilgilendiriyor. Biz güvenliğimizi düşünmek zorundayız. Orada gördükçe mutlu oluyoruz.
Biz çok büyük zulüm görmüş, yaşamış bir nesliz. Ben Sinop Cezaevi’ni de gördüm. Harput Zindanı’nı da gördüm. İshak Paşa Zindanı’nı da gördüm. Ama Sednaya Cezaevi, yani biz cehennemde yaşadıkça orası esfel-i safirin, cehennemin dibi. Böyle bir zulümü ve her gün mesai yaparcasına asmışlar, preslemişler, asit kazanlarında eritmişler ve bunu yapmışlar. Şimdi oradaki zulüm bu. Sözün bittiği yer burası.
–Sayın Devlet Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan bu Abdullah Öcalan’ın da silah bırakma çağrısıyla devam eden bir süreç var ülkemizde. Önemli bir süreç. Suriye’yi de yakından ilgilendiriyor. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye terör tehdidinden kurtulabilecek mi? Sonrasında Kürtlerin demokratik talepleriyle Türklerin bölünme endişelerini karşılayacak birlik ve kardeşlik temelinde bir süreç, bir ortam oluşturulabilir mi? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
-Devlet abinin demecini, o ilk verdiği demecini ben dinlememiştim. Arkadaşlar söylediler. Ama böyle biraz heyecanla söylediler. Yani Devlet abi ne yapmak istiyor? Apo meclise girsin falan diyor. Dedim ki önü arkası ne? Onu dinleyeyim. Kısacası şunu söylüyor. Hani Duran Kalkan bir açıklama yaptı. Devlet Bey için, ‘Adam ne diyor? ‘Silahları bırakın, teslim olun. Kendinizi lağvedin diyor. Bunu diyor’ diyor. Şimdi o iyi anlamış. Yani doğrusunu anlamış o. Ben de ilk gün daha böyle kulaktan dolma duyduğumda dedim ki bak bunu demiş Devlet abi.
O meclis falan hikayesi şudur dedim. Mümtazer Türköne Türkiye’de bir gün Apo’yu paşa yapalım demişti. Bir sürü hakarete uğramıştı.
Şimdi ben de Mümtazer’e dedim bunu niye söylüyorsun? Bak küfür ediyorlar sana. Dedi ki Osmanlı’da böyle bir gelenek vardır. Eşkıya başını başı bozuk paşa yaparlar sonra da sözünde durmazsa boğdururlar. E bunu böyle söylesene. Ya lafın tamamı aptala söylenir dedi. Şimdi ama Mümtazer’in adı böyle Apo’yu paşa yapan adam kaldı.
Şimdi bu habercilikte ben anlamam da sizin konunuz. Yani bir şeyin dikkat çekmek için adamın köpeği ısırması gibi bir şey yapıldı. Yani biz bir bildiri bastırırdık. Başına yazardık bu bildiriyi okumayın diye. Yani okuyun demektir. Devlet abinin verdiği bu demeç işte Apo’nun meclise girmesi değil. Silahı bırakın, teslim olun, pişman olun, örgütünüzü lağvedin diyor. Ben böyle okudum. Yani bu kötü bir şey değil. Bu konuda da artık ne yapmak gerekirse diye de bir kapı açıyor. Sonunda o süreci devam etti. Şu oldu. Devlet abi pimini çekti bombaların. Verdi DEM’in eline, İmralı’nın eline, Kandil’in eline, Suriye’nin eline. Hadi bakalım ne yaparsanız yapın dedi. İşin aslı bu. Şimdi Kandil dese ki bırakmıyorum silahı. Apo’ya diyeceksin, Hani bak senin bebeler isyan ediyor. İşte orada mazlum Kobani derse ki ben silah bırakmıyorum. Bak senin sözünü dinlemiyor. Kısacası ilk defa böyle bir şey yapıldı. Yani devletin elbette ceza eli hep tepelerinde olacak. Ama bir taraftan da akıl koymak lazım ortaya.
Örgütün en zayıf olduğu andı bu. Kimse şeyle karıştırmasın açılım dönemiyle. Şimdi örgüt Türkiye sınırları içerisinde bir eylem yapacak takati yok.
Neresi en sıkıntılı yer? Ovacık. Ben bu sene Ovacık’ta, o her virajında şehitlerimiz olan Ovacık’ta hiçbir koruma tedbiri olmadan giderken önüme geyikler çıktı. Onların fotoğrafını çekeyim derken bir arkadaş dedi ki Sayın Vali bisikletle geçti dedi. Allah’a şükürler olsun ki Ovacık sıkıntının her zaman olduğu bir yerdi. Lice-Kulp arası sıkıntının her zaman olduğu yerdi. İşte Dargeçit’i bilmem neresi her tarafta yol ve can güvenliği var artık. Böyle bir dönemde Devlet ağabey -Allah sağlık afiyet versin- böyle bir demeç söylüyor ve bir süreç başlıyor. Şimdi PKK terör örgütü Hepimizin malumu Yunan bayrağı astı. Rus bayrağı astı. Amerikan bayrağı astı. Suriye bayrağı astı. İsrail bayrağı astı. Bu örgüt Türkiye Türk bayrağının haricinde bütün bayraklara sahip çıktı. Kendini kullandırttı. Bir tek bayrak var ki Ay yıldızlı al bayrak Onun gölgesi o kadar kuşatıcı ki Bir tek bunun altında olmadılar. Bunun altında oldukları zaman huzur bulacaklar ancak. Silahlar patlarken cinnet halidir. Normal düşünemezler. Silahlar biraz susmaya başladığında şunu görecekler. Bizim Ay yıldızlı al bayrağımız onları da kuşatır.

Sen bir Kürdistan hayalindesin ama İstanbul’dan niye vazgeçiyorsun? İzmir’den niye vazgeçiyorsun? İzmir de senin İstanbul da senin. Diyarbakır’ın benim olduğu gibi. Yani bu cennet vatanı her karışı için bin tane canını feda edeceğin Bu vatana ne olur benim vatanım dersen huzur bulursun.
Şunu hiç hesap etmez misin? Burada sana Kürdistan kurdurturlar mı? Ama derler. Ondan evvel bir Büyük İsrail hayalleri var mı? Var. Hatta bunu bir kutsal kitaplarına da dayandırıp Arz-ı Mevuda dayandırıp Vaat edilmiş topraklar olarak görüyorlar mı? Görüyorlar.
O zaman Amerika senin kaşına gözüne mi hasret? Seni niye sevsin? Amerika Kürdü niye sevsin? Mahir’in Kürdü sevmesi için binlerce sebep var. Ama Amerika’nın sevmesi için bir sebep yok ki. Onların bu bölgede olmalarının iki sebebi var. Birisi İsrail’in güvenliği. İkincisi yeraltı zenginlikleri. Dolayısıyla bakın işte şimdi TPAO genel müdürü söyledi, Gabar’daki çıkan petrol şimdi 78.000 falan civarındaymış. Bu sene 100.000 varile ulaşacağız diyor. Türkiye’nin Gabar’dan önceki hali 50.000 varil petrol üretiyor. Şimdi sadece Gabar’dan 100.000’i hedefliyoruz. Yani terör biterse bizim taşı toprağı altın olan coğrafyamızda herkese yetecek kadar sevgi ve muhabbetin olduğuna inanıyorum. Bunu da ancak huzurda görmek mümkündür. Savaş hali bittiği zaman görmek mümkündür. Ben yavaş yavaş bir gevşeme olduğunu bu konuda her geçen gün Devlet ağabeyle başlayan bu demecin ne kadar önü ve arkası olduğunu öyle ağızdan kaçmış bir cümle olmadığını ‘gelsin APO meclise girsin’ gibi bunu şiddetle kınayan, bağıran, çağıran insanlar var. Bunlara da bazılarına şöyle olmasını arzu ediyorum.
Bazı muhalefetteki arkadaşlar bunu yüz yüze bakma ihtimalini kaybetmeden konuşurlarsa daha iyi olur. Ama şiddetle onlar da muhalefetlerini yapsınlar bu konuda ki yani eğer herhangi bir zafiyet olursa biz de buradayız tavrını koyan bir muhalefet de var. Onlara da kızmıyorum.
Yani ya bunu görmüyor musunuz anlamıyor musunuz filan demiyorum. Bu işler böyle bıçak sırtı gibidir. Ne olacağı belli olmaz. Bu konuda elbette ben niyetlerin halisane olduğuna inanıyorum. Yani Devlet beyin politik becerileri tartışılabilir. Birilerine göre doğrudur, birilerine göre yanlıştır. Ama Devlet beyden hiç kimse ihanet çıkaramaz. Yani böyle bir şey olmaz. Bu konuda net konuşuyorum. Yani onunla yıllarca beraber aynı odayı da paylaşmışız. Bizim ağabeyimizdir, bizden yaşça büyüktür. Her ne kadar ben siyasal yapının içinde değilim, hepsine çok uzağım. Ama doğruyu konuşmak gerekirse o tanıdığımız insanlardan ihanet çıkmaz kesinlikle. Evet o terörist başıdır. Çıktı konuştu nihayetinde. Verdiği demece baktığımızda Allah aşkına kim bu maddelere itiraz eder? Neresine itiraz eder? Ne diyor? Kaybettik diyor. Yenildik, bunu kabul edelim. Örgütü de hemen bir an evvel toplayalım, lağvedelim, silahları da bırakalım. Demokratik zeminde hak hukuk peşine koşalım diyor. Yani istenilen bu değil miydi? Yani bizim APO’ya düşmanlığımız niyedir? Silahla bebekleri bile katletmesindendir. Şimdi diyorlarsa ki yapmayacağız bundan sonra, tövbe ettik diyorlarsa o zaman diyecek lafımız yok. Cezasını yine çekiyor. Yine operasyonlar pençe kilitte de devam ediyor. Aynel Arap’ta da devam ediyor.
-Yani burada bir devletin aldığı başka bir pozisyon falan da yok. Yine soru bağlamında devam edeyim. Şimdi terör örgütünün aradan çekilmesi sonrasında Türkler, Kürtler ve diğer bölge haklarının birlikteliği nasıl formüle edilebilir sizce?
-Ben o konuda Allah’a şükür ki bir problem görmedim. Yani Kürt ve Türk diye sıkıntılı bir hal olmadı. Şöyle var, tabi yıllarca bir Kürdistan sözü bir takım kafalarda fitne uyandırmıştır. Bunun geri dönüşü de çok mümkün değildir.
Ancak bu andan itibaren devletin ağırlıklı olarak sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla yapacağı çalışmalar, sosyal, kültürel, sportif bu tür çalışmalarla özellikle de 13-14 yaş ve altı kesime böyle bir baskıyla ideolojik bir şey vererek değil de sevgiyle, muhabbetle Türkiye Cumhuriyeti devletini ve bayrağını sevdirecek, tek devlet ve tek bayrak altında olmanın gerekleri daha ziyade sivil toplum kuruluşlarıyla oluşturulursa ki bu mümkündür. Şöyle bir misal vereyim. Biz Suriye’nin Soran beldesinde, şimdi 45 bin falan nüfusu var, bir ilkokulu açtık. Şehit Eren Bülbül İlkokulu. 850 mevcutlu. O okulun açılışından önce bir hafta bir futbol turnuvası düzenledik. Bütün ilkokullar arası. Her okulun takımlarına forma ve ayakkabı hediye ettik. Farklı renklerdi. Ama hepsinin şurasında bir Türk bayrağı var. Bunları turnuvada kapıştırdık. Yenilene de madalya verdik. Şöyle kocaman madalya. Madalyanın bir yüzünde Ay Yıldız var, Türk bayrağı. Diğer yüzünde Kardeşlik Sınır Tanımaz yazan Öso ve Türk bayrağı var. Bir hafta genç kardeşlerimiz, yani yaşları 9-10-11-12 o yaşlardaki çocuklarımız, turnuvada birinci, ikinci, üçüncüye de ayrıca kupalar verdik yine Türk bayraklı ve Öso bayraklı. Şimdi bütün okulların bu maçlardaki gelen taraftarları da, yani ilkokul çocuklarının, alayına hediye verdik. Bu hediyelerin çoğunda Türk bayrak motifleri var. Çikolata verdiğimiz gibi balon da verdik Türk bayraktan. Şimdi ne yapmış olduk? Soran’daki bütün evlere biz girdik. Ama onlara Türkiye’den filan bahsetmedik.
Yani onların, hani derler ya psikologlar çocukluğuna in çocukluğuna in, onların hayatlarında aldıkları en önemli hediye o madalyalar. Kim getirdi bunu? İşte Türkiye’den geldi birileri bu hediyeyi verdi. Ben inanıyorum ki orada biz Türkiye sevdasını, sevgisini onların kalbine nakşetmiş olduk.
Bunu niye anlatıyorum? Konferans vermeden, seminer vermeden, ey çocuklar işte bu Esat ve zalimler işte size Türkiye düşmanlığı filan anlatmışlar yıllarca, aslında biz de olsa buna gerek yok. Bir futbol turnuvasıyla büyük bir iş yapılmıştır. Buna benzer ziyaretler oradan bu tarafa, Çanakkale’ye, İstanbul’a, Ankara’ya, özellikle ilk öğretimdeki çocuklarımızı gezdirip buraları, buradan oraya götürüp, yani buradakiler, ben burada her gün Tunceli anlatırım, Diyarbakır anlatırım, Urfa anlatırım. Dünyanın en güzel yeri derim ve inanırım. Dünyanın en güzel yeri Tunceli değilse neresi? Yani müthiş bir güzellik var. Tabii güzellik. Allah o kadar güzel vatan parçasını bize bağışlamış. Urfa öyle güzel, Diyarbakır öyle güzel, Tunceli öyle bir güzel. Yani hakikaten cennet vatanı bizim vatanımız.
Ama biz hani o Elazığ’ı geçince, Kömürhan Köprüsü var. Sanki Kömürhan Köprüsü’nden öteki tarafta sıkıntı varmış gibi bir şartlanma olmuştu. Beyinlerde insanlar memleketi bölüyordu. Halbuki şimdi Ovacık falan derken ben özellikle anlatıyorum bunları. Ovacık harika bir yer ya, cennet orası. Dünyada bir cennet varsa orası. Ben öyle görüyorum. O görüntülerimi falan yayınlıyorum. Yani o cennetin görüntülerini yayınlıyorum. İşte cennet burası diye. Ki insanların kafasında Tunceli kapkaranlık bir yer falan değil. Tunceli, berrak, güzel. İnsanları sevimli, insanları hürmetkar. Ama o fitne, terör bulaştırmazsa, devlet bu şefkat eliyle onları hep kuşatırsa, ama bir taraftan da bak yaramazlık yaparsanız, sizi cezalandırırımı, adaletli bir şekilde bunu yaparsa, biz bir huzur ülkesiyiz. Biz kocaman bir devletiz.
Ve Kürt ve Türk’ün bir kavgası yoktur. Böyle bir kavgaya hiç şahit olmadık biz. PKK ile bir kavga oldu. Bunda biz tarafız. O kadar. Kız alıp kız verme meselesinde, biz kız aldık, kız verdik. Hepimizin ailesindeki Kürt olabilir, vardır. Onlarınkinde Türk vardır. Bir mesele yoktur. Biz asırlardır bir kaderi beraber paylaşmışız, beraber acı çekmişiz, beraber sevinmişiz. Kürt’ü bizim kültürümüzden çıkarttığımız zaman büyük bir boşluk olur.
Onlar için de böyledir. İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da hem onlarındır, hem bizimdir. Diyarbakır’da, Tunceli’de hem onlarındır, hem bizimdir.
–Geçtiğimiz günlerde bölge ülkeleri arasında bir bakanlar düzeyinde görüşme yapılmıştı. Türkiye, Suriye, Irak vardı hatırlarsanız. Siz Türkiye, Suriye, Irak, Lübnan’ın ortak bir barış düzeni kurması ve bunu Balkanlar, Kafkaslar, Afrika hatta Akdeniz bölgesine örnek olacak bir büyük barışa dönüştürmesini mümkün görüyor musunuz? Emperyalistlerin planlarına karşı Türkiye barışı hangi ilke ve değerlerle hayata geçirebilir?
-Şimdi elbette bu bahsedilen devletler bizim 110-120 sene evvelinde gittiğimizde tek devletin unsurları nihayetinde. Yani tarihi bir beraberliğimiz var, kültürel bir beraberliğimiz var, inanç beraberliğimiz var. Sonra bir parçalanmışlık var. Hatta zaman zaman bazılarıyla aramızda problemler oluşmuş.
Ama şimdi gelinen nokta o ki Türkiye bu son dönemlerde büyük bir performans gösterdi. Yani içeride politik olarak insanların haklı birçok eleştirisi olabilir ama dışarıda müthiş bir itibar kazandı Türkiye. Yani ben Lübnan’a gittiğimde Lübnan’da hanımlar dahil sokaklarda Türkiye’nin Cumhurbaşkanı için nümayişler yaptığına şahit oldum. Yani bir seçim gibi falan. Orada bir hastane açılışı vardı. O hastane açılışına gittiğimde gördüm, mutlu oldum.
Yani bu Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de olsa, Recep Tayyip Erdoğan da olsa Türkiye’nin Cumhurbaşkanı. Yani ben özellikle Tayyip Bey olduğu için demiyorum. Yani başka birisi de olsaydı benim memleketimin Cumhurbaşkanı’na tezahürat yapıyorlar. Yani Türkiye’ye yapıyorlar. Yani şunu demek istiyorum. Balkanlara Turgut Özal gittiği zaman yer yerinden oynuyor. Ecevit gittiği zaman yer yerinden oynuyor. Muhsin Başkan gittiği zaman yer yerinden oynuyor. Oradaki gözünü dikmiş Anadolu’ya. Bayrak buradan kalkacak diye bakıyorlar. Herkes bayrağın buradan kalkmasını bekliyorlar. Yani yeni kurulan Türk Cumhuriyetleri’nde Amerika ile Rusya arasında kalmıştı. Birileri biraz Amerika’ya yanaşıyordu. Rusya ile araları açılıyordu. Veya Rusya ile beraber olunca Amerika ile araları bozuluyordu.
Karabağ’dan sonra anladılar ki Türk Devletler Teşkilatı bir olursa çok önemli işler yapar diye. Karabağ Operasyonu’ndan sonra Türk Devletler Teşkilatı’nın misyonu ve manası daha da farklı oldu. Çünkü Karabağ dendiği zaman akla Türkiye’nin fonksiyonu geliyor tabii.
Hem havada hem karada. Velhasıl Katar’ın gazı Türkiye’den geçecek. Irak, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri.
Birleşik Arap Emirlikleri biliyorsunuz Katar’la sıkıntılıydı. Suudi Arabistan’ın Katar’la sıkıntılıydı. Hatta çökmeye çalışıyorlardı Katar’a. Biz üs kurduk Katar’da. Katar’a sahip çıktık. Boykot uygulanmıştı. Hatta Amerika ile birlikte Katar’a çökeceklerdi.
Tarihte de öyle olmuştur. Katar hep bizimle beraber olmuştur. Biz tekrar o cinnet hali geçtikten sonra mesela Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Kalkınma Yolu Projesi hazırlandı.
Bakın bir araya gelmez zannedilen devletler geliyor. Demek ki biz aklımızı kullanır ve devletimizin menfaatini düşünürsek o zaman bu birlikteliklerle bu tarafta enerji var. Batı’nın enerjiye ihtiyacı var. Türkiye öyle bir coğrafyada ki bütün bu enerjinin altyapısı Türkiye’den geçer. Yani Akdeniz’de Avrupa’yı 50 sene besleyecek bir enerji var. Ama en ekonomik ve en kestirme yol Türkiye.
Şimdi biz deniz yetki alanımızı da biraz daha sağlamlaştırırsak şimdilik Suriye ile böyle bir anlaşma yapılmıyor. Suriye’ye destek engellenmesin diye. Malum Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın vetosu olur diye.
Ama o imza atıldıktan sonra Türkiye, o yeraltı zenginliklerine sahip olan Orta Doğu ülkeleri nezdinde çok daha farklı bir fonksiyonu olacak. Onların o enerjisini Batı’ya taşıyabilecek hem de güven içerisinde bunu yapabilecek bir rol alacak. Bu gelişmelerin çok önemli olduğuna inanıyorum.
Sadece ticari olarak değil. Yarınlara yönelik buradan uyuyan dev uyanıyor aslında. Bunu fincancı katırlarını ürkütmeden inşallah buna vesile olacaktır.
-Şimdi az önce söylediniz, devletimiz çok büyüktür. Tam burada bir şey sormak istiyorum. Ülkücü Hareketi’nin liderlerinden birisi 12 Eylül’de sonrası şöyle bir cümle kurmuştu: ‘Ne bu devlet ülkücüleri seviyor ne de ülkücüler bu devleti demişti. Ülkücüler devlete çok çetin bir imtihan yaşadı 12 Eylül öncesinde sonrasında. Devlet ülkücüler için ne anlam ifade ediyor?
-Yani herkes birçok şey söylüyor ama ben de kendi inandıklarımı söyleyeyim. Biz 12 Eylül öncesinde kutsal devlet derdik, devlet için ölelim, bin tane canımız olsun, feda olsun derdik. O yaşadıklarımızdan dolayı değil. Gelen süreçte dedik ki devlet insanı yaşatmak için var olmalı.
Yani devlet bizim devletimiz biz onun için fedakarlık yapacağız o da bizi yaşatacak. Yani biraz karşılık da bekleyerek. Yaşadıklarımızla ilgili de bazı insanlarda işi tam kavrayamama söz konusu olabilir.
Yaşadıklarımız bizim devlete devletin bize yaptığı bir zulüm değildi. Yani devlet zulüm yapmaz. Devlet 13 yaşında kız çocuğunu çırılçıplak soyup ceryan vermez. Devlet 70 küsur yaşındaki bir teyzeyi aynı şekilde ceryan vermez. Bu gözüyle şahit olmuş bir insan olarak söylüyorum. Kahpelik yapmaz devlet.
O zaman kimdi bunu yapan? Hani 15 Temmuz’u yaşadık dün daha. 15 Temmuz’da FETÖ çetesi muvaffak olamadı. Muvaffak olsaydı biz devlet mi diyecektik FETÖ’ye? Yani Kenan Evren ve arkadaşları. Onlar bir ihtilal yaptılar. Devleti ele geçirmeye çalıştılar. Devlet benim devletim. Nihayetinde onların hepsi geberdi gitti. Nihayetinde onların ismi bile bilinmiyor artık. Onların cenazeleri adeta kaçırıldı. Yani devlet başkanlığı yapmış sözde bir adam cenazesi apar topar kaçırılırken birileri oradan bağırıyordu ‘hakkımızı sana helal etmiyoruz’ diye.
Ama, onların idam etmek istediği -Allah rahmet eylesin- Başbuğ Alparslan Türkeş halen türbe gibidir mezarı kabri. Yine Allah rahmet eylesin Muhsin Başkan türbe gibidir kabri. Yine Allah rahmet eylesin Erbakan Hoca o dönemin mağdurlarından türbe gibidir kabri.
O zaman bu devletin içine sızmış bunlar. Sonra bu zulmü bize devlet yapmadı. Devlet yaptı gibi inanırsak bizim acaba PKK’dan bir farkımız kalır mı? Onlar Diyarbakır cezaevinde şunu dediler. ‘Biz Kürt olduğumuz için devlet bize zulmetti’ dediler. Zinhar böyle bir şey olmadı. Biz Türk olduğumuz için bize böyle bir şey yapmadılar. O zaman ceza kanununa göre istenmiş suçlar vardı. Ondan dolayı sorgulandık.
Ama bu sorgularda diyorum işte devleti ele geçiren güçler kendi iktidarlarını muhafaza etmek için birilerine meşruiyet sınırlarının çok ötesinde zulmettiler. Devleti gasp ettiler. Sonunda da yavaş yavaş defolup gittiler.
Şimdi bize yapılanlar bu devletin yaptığı zulüm değildi. Öyle kabul edersek bizim devlete olan muhabbetimiz kalmaz. Öyle değildi.
Devletin içindeki Amerikan ajanlarıydı bunlar. Devletimiz vatandaşını seven, şefkatle kucaklayan öyle olmasını arzu ettiğimiz bir yapıdır. Devlet işkence yapmaz, zulüm yapmaz, kahpelik yapmaz. Yapanlar Amerikan çocuklarıydı.
-Son dönemde milliyetçilik söylemleri değişiyor. Şamanist, Tengrici, Arap düşmanı bir söylemle yüz yüze kaldı milliyetçilik söylemleri. İslamsız Türklük, Kemalist Türkçülük, Kürt alerjili Milliyetçilik gibi yetmişli yılların ülkücülüğünden çok farklı bir söylem var. Ve bu bazen gençlerin arasında da popüler olarak yayılıyor. Siz bu yeni dip dalgayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunlara nasıl bakıyorsunuz?
-Tespih’in imamesi koptu muydu, böyle oluyor. Yani diyelim ki gençlik zamanımızda Erol Güngörler vardı, Necip Fazıllar vardı, Osman Yüksel Serdengeçtiler. Ahmet Arvasi’ler vardı. Allah hepsine rahmet etsin. Nihal Atsız’ı da bunun içerisine koyabiliriz. Yani çok istifade ettiğimiz insanlardır. Bunların her birinden biz bir şeyler alıyorduk.
Bir yapıydık. Organize bir yapıydık. Ve o organize yapı aklını kullanan insanlar vasıtasıyla bütün bu çiçeklerin özünü alıp bir bal koyuyordu ortaya.
Yani bizim genç yazar çizer takımımız, Ülkücü Hareket’in genç yazar çizer takımı bütün bu çiçeklerin özünü alıp bir bal koyuyordu. Ve Ülkücü Hareket, evet bizim ana caddemiz buydu, budur diyordu. Bizim bu manada ana caddemizde bir arıza yok.
Biz yine Nizam-ı Alem davasına, İlayı Kelimetullah davasına, yeniden bir Türk İslam medeniyeti inşası davasına inanan insanlarız. Ancak elbette biraz diri bir kitle olur da boş bırakılırsa sağdan soldan gıdıklanır. İlla ki bir dış güç falan aramaya gerek yok.
O gençlik heyecanlarıyla da birileri yanlış da yönlendirebilir. Burada gençlik çok politize oldu. Kendi gençlik yıllarımızda biz bu kadar politize değildik.
Yani bizim için MHP her şey demek değildi. Hatta seçim zamanı bir geçse de biz kurtulsak, biz işimize baksak diyorduk. Yani MHP bizim için böyleydi.
Dava eşittir parti değildi bizim için. Ama şimdi insanlar öyle politize oldu ki herkes bulunduğu siyasi parti gözlüğüyle bakarak uç noktalara şey yapıyor. Bunda iktidarın da büyük rolü vardır.
Yani iktidarın üslubu da belki bu insanların uç noktalara gitmesine vesile oluyordur. Çünkü sevmeyenler en aykırı noktalara doğru itiliyor. Bundan istifade eden gruplar da böyle bir şeyi oluşturuyor.
Ama ben inanıyorum ki bir heyecan dalgası estiğinde bu milletin içinde başka bir cevher vardır. Bir anda birçok şey unutulur. Ve ana cadde olan Türk İslam kalır. Burada Türk dediğimiz zaman kastettiğimiz Mehmet Akif’tir, Selahattin Eyyubi’dir, Ziya Gökalp’tir. Bunların hepsi bizim o Türk kavramımızın içindedir. Ayrıştıran değil de bütünleştiren bir Türk kavramı.
İnancımızla birlikte böyle bir ana cadde bir heyecanı oluştuğunda ben inanıyorum ki bunların önüne geçmek mümkün. Şu anda maalesef böyle bir başıbozukluk var ve insanlarımız savruluyor. Bundan çok memnun değiliz.
-Siz ilk ülkücü mücadelenin bedelini ödemiş, öz eleştirisini yapmış ve hala mütevazı bir şekilde burada gençlerle ilgilenen bir vakıfta yaşayan, -yanımızda rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun kabri var- Aynı imani hassasiyetle mücadelesine devam eden birisisiniz. Bu milliyetçi söylemler ve farklı milliyetçilik yorumları karşısında Mahir Damatlar tam olarak nerede duruyor? Gelecek için ne yön görüyor?
-Yani bu bedel ödeme konusunda şöyle bakıyoruz. Allah bize neyi nasip ettiyse onu yaşadık. O yaşadıklarımızdan dolayı da insanlar bizi adam yerine koyuyor. Ve Cenab-ı Allah da o yaşadıklarımızı kirletmediğimiz müddetçe bize bereketini nasip ediyor.
Yani demin bir misal içerisinde bahsettiğim dört buçuk karışlık bir zindandan, yerin altının altından, mezar gibi bir zindandan bugünkü konumuza baktığımızda dokuz tane torun, dört tane evlat, etrafında binlerce genç kardeşimiz olan yani ben bunları hak ediyor muyum? Ya Rabbi ben ne yaptım? Beni şımartacak kadar nimetlerini kafamızdan aşağıya döküyorsun diyebileceğim bir hayat yaşıyorum. Biz bir şey ödemedik. Ödeyenler toprağın altındalar.
Allah neyi nasip ettiyse onu yaşadık. Ondan dolayı da hiçbir şikayetimiz, sitemimiz söz konusu değil. Bu vatan için, bu millet için, bu inandığımız değerler için başımıza ne geldiyse başımız gözümüz üstüne.
Devlet mi? Devlete de helali hoş olsun. Hiç böyle bir şey alacak verecek, bedel ödeme, böyle bir şey düşünmüyorum. Bu can bu bedende olduğu müddetçe de aynı inanç içerisinde olacağım ve bunu genç arkadaşlara yaşatacağım.
İdeolojik çizgim de deminki tarif ettiğim gibi makul bir Türklük anlayışı. Yani bizim anamızı babamızı seçme hürriyetimiz yok. Türklüğü biz Hüseyni bir duruş olarak görüyoruz.
Yani haksızlık karşısında duran, zulüm karşısında direnen, mazlumun yanında olan bir kavram gibi görüyoruz. Yani bunu ister İsmet Özel gibi tarif edin, ister Ziya Gökalp gibi tarif edin. Her halükarda biz ırka dayamayan ama inançlarımızın el verdiği kadar, pergelimizin sivri ucu, inancımızın tam kalbinde, onun müsaade ettiği kadar biz milliyetçilik yapıyoruz.
Tabii farklı düşünen insanların da saygıyla karşılıyoruz. Bu manadaki 10 kişiyi, ben Türk milliyetçisiyim diyen 10 kişiyi bir odaya kapatın, konuşturun, oradan 10 ayrı yapı çıkar bir anda. Bu hususlarda çok böyle detaya girmeye gerek yoktur.
Ziya Gökalp bendendir, ben de ondanım. Ya Kudüs’ü fetheden insan başka birisi olur mu ya? Elbette Türktür. Veya İstiklal marşı yazan insan Türktür. Böyle bakıyorum, bundan da rahatsız falan değilim.
Ama başkaları farklı düşünebilir, hiç rahatsızlığım falan yok. Yani milliyetçiler bir birleşse de hiç öyle bakmıyorum. Bırak dağınık kalsın.
Yani eğer birlikte olma zorlanacak da başka kavgalar çıkacaksa, birlikte de olunmasın. Ama ne olur ki mutlaka bir sevgi dili kullanılsın. İnsanlar birbirinin yüzüne bakabilecekleri vasatı kaybetmesinler. Eleştirilerini bile yaparlarken, ben yarın cenazede karşılaşacağım, düğünde karşılaşacağım, kucaklaşacağım. Onun için değil, kendime saygıyı yitirmeyeyim, riyakar duruma düşmeyim diye saygılı ifadeler kullansın.
Demek ki kullandığım şey biz o yapının içinden kovulmuş insanlarız. Yani MHP yapının içerisinden atılmış, kovulmuş insanlarız. Buna rağmen orada arkadaşlarımızla ilgili biz çirkin bir şey söylemiyoruz. Orasıyla ilgili de söylemiyoruz.
Büyük Birlikçilerle ilgili de söylemiyoruz. Başkaları için de söylemiyoruz. Vatana millete düşmanlık yapanlar ayrı. Onlara da küfür ve hakaret etmiyoruz. Yani kul hakkına girecek. Yarın düşün ki, şimdi Apo’ya cani derim. Canidir. Ama başka bir şey dersem, yarın o hakla karşıma dikilip benden hak talep etmesini istemem. Öyle şey mi olur? Ona her şey denir. Öyle değil. Yani biz en azından onu bilmemiz lazım. Biz bu ilkemizi muhafaza etmeye çalışıyoruz.
Burayı da sığınağımız olarak görüyoruz. Kimsenin yapısını rahatsız edecek bir şeye girmeden. Arkadaşlarımıza şöyle bir misal. Bir bürokrat kardeşimiz geldi. Çok önemli işler yapıyorlar. İnşallah uzayda Türkiye olacak bundan sonra. İşte o damarda giden arkadaşlardan birisi, genç bir arkadaşımız. Abi sen ne yapıyorsun dedi. Valla dedim ben bu kapıdan giren kardeşlerimizin hiçbirine sen Ülkücü müsün, Akıncı mısın, Milli Türk Talebe Birliği’nden misin, genç birlikten misin, Alperen misin diye sormuyorum dedim. Ama dedim bizim değerlerimiz Allah, peygamber, vatan, millet, devlet ve bayrak. Ana caddemiz dedim. Genç arkadaşımız birisi dedi ki, Abi dedi demin ki saydıklarının hepsi burada var şimdi dedi.
Yani ülkücü de var, Alperen de var, genç birlik de var, Milli Türk Talebe Birliği de var dedi. Ne güzel bak. Biz aralarına duvar örmüyoruz.
Bizim için esas olan şucu bucudan ziyade o inandığımız, o işin zarfı değil de mazrufu. Muhtevası nedir? O muhtevada biz birsek o zaman bizi yıkacak hiçbir güç yoktur.
-Çok teşekkür ediyorum.
-Ben teşekkür ederim. Sağ olasınız.
*Mahir Damatlar, 1954 yılında Yozgat’ta doğdu. İlkokulu burada, orta, lise ve yüksekokulu Ankara’da okudu. 1970 yılında Genç Ülkücüler Teşkilatı’na girerek ülkücü hareketle tanıştı. Ankara’ya gelince ikamet ettiği Yenimahalle’de ülkücü kuruluşları organize etti, yöneticilik ve başkanlık yaptı. 12 Eylül darbesinde ağır işkenceler gördü, 6 yıl hapis yattı. Daha sonra Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte BBP de siyaset yaptı. Halen Ankara Hamamönü’nde bulunan Gönüllerde Birlik Vakfının başkanlığını yürütüyor.
Sn. Damatların 12 Eylül darbesi, cezaevi süreci ve Muhsin Yazıcıoğlu hakkındaki söyleşileri için bkz:
https://www.yeniakit.com.tr/haber/turkluk-hamurunu-islamla-yogurdu-1524706.html
https://www.derintarih.com/soylesi/muhsin-yazicioglu-dava-arkadasliginin-muhruydu/
ALLAH hayırlı ve uzun ömürler nasip etsin.