Liberallere Açık Mektup

Sevgili Dostlarım,

Liberal olmak bugünlerde gerçekten zor. Bunu biliyorum; çünkü ben de bir zamanlar liberal biriydim. Daha doğrusu, hâlâ liberalim — ama ortalıkta dolaşan sahte liberallerden farklı olarak, gerçek bir liberalim. Açıklamama izin verin.

Uzun zaman önce, idealist bir üniversite öğrencisiyken; yüksek ahlaki ilkelerime, insan eşitliği fikrine olan (soyut ama sarsılmaz) inancıma, otoritelere duyduğum güvene ve açık fikirli oluşuma büyük değer verirdim. Güç sahibi insanların çoğunun iyi niyetli ama biraz yönünü şaşırmış olduğunu, siyasal ve ekonomik sorunların ise çoğunlukla kötü şansa ya da ara sıra ortaya çıkan kötü niyetli kişilere bağlı olduğunu düşünürdüm. İnsanların birey olarak değerlendirilmesi gerektiğine, tüm bir grubu yargılamanın ise haksız genellemelerle veya değersiz karikatürlerle sonuçlanacağına inanırdım. Tüm insanların ve tüm ırkların bir arada, barış içinde yaşayabileceğine; kim olursa olsun, toplumun daha az şanslı bireylerine karşı bir sorumluluğumuz olduğuna inanırdım. Genel olarak Amerikan sisteminin işlediğine ve en iyilerin toplumda yükselip refah içinde yaşayacağına inanırdım. Ve bu görüşleri hemen herkesin paylaştığını sanırdım.

Ancak zamanla, neredeyse her konuda fena hâlde yanıldığımı anladım. Yıllar süren derin düşünceler, araştırmalar, tartışmalar, kişisel deneyimler ve dikkatli bir günlük yaşam, eski görüşlerimin ne kadar yetersiz olduğunu ortaya koydu; bu inançlarım, zaman içinde yavaş yavaş aşındı ve birer birer çöktü.

Grup özelliklerinin gerçek ve nesnel olduğunu, bireysel istisnalar ne kadar çok olsa da, bu özelliklerin geniş toplumsal eğilimlerin göstergesi sayılabileceğini anladım. Akademide, medyada, hükümette ve iş dünyasında; belirli değerleri yüceltmek, diğerlerini küçümsemek ve belirli bir dünya görüşünü –bazı kişilere doğrudan fayda sağlayan bir zihniyeti– yaygınlaştırmak amacıyla yürütülen sistematik uygulamalara tanık oldum.

Toplumsal kurumların içindeki yolsuzluğun, düşündüğümden çok daha derin ve köklü olduğunu fark ettim. Dinin — özellikle de Hristiyanlığın — toplumda kötücül bir güç olduğunu gördüm ve yine, birçok insanın aleyhine, belirli bir grubun çıkarına hizmet ettiğini kavradım. Tarihin büyük ölçüde çarpıtıldığını, yanlış aktarıldığını ya da düpedüz tahrif edildiğini fark ettim.

Kendimi açık fikirli ve özgür bir dünyada yaşıyor sanıyordum; ama büyük bir hayal kırıklığıyla anladım ki, aslında yönlendirilen ve sistemli biçimde manipüle edilen bir dünyadaydım. Benim için bardağı taşıran son damla, yetki sahibi birçok insanın da tüm bunların farkında olduğunu, ama ya hiçbir şey söylemediğini, ya üstünü örttüğünü ya da doğrudan bu işlerin bir parçası olduğunu fark ettiğim andı.

Kısacası, yıllar boyunca, toplumun neredeyse her katmanında yer alan, güvendiğim ve saygı duyduğum insanlar tarafından büyük çapta yalanlara maruz bırakıldığımı ya da başka şekillerde kandırıldığımı anladım.

Siz ne düşünürsünüz bilemem, sevgili liberal dostlarım, ama bu dünyada en nefret ettiğim şey, otorite sahibi kişiler tarafından aldatılmaktır. Cehaleti affedebilirim, saflığı da affedebilirim; ama bile bile aldatmak affedilemez.

“Sen daha iyisini biliyordun,” dedim (mecazi anlamda) iktidar sahiplerine; “Bunun yanlış olduğunu biliyordun, ne olup bittiğini biliyordun ama hiçbir şey söylemedin.” Daha da kötüsü: “Bu düzeni sürdürdün ve bundan kazanç sağladın.”

İşte bu, benim o saf, düz liberalizmi sonsuza dek yok etti.

Size birkaç somut örnek sunayım; ırk meselesiyle başlayalım.

Çocukluğum boyunca, en azından lise son sınıfa kadar, siyahlarla neredeyse hiç temasım olmadı. Siyah kültürü hakkındaki sınırlı bilgim, yaşaması oldukça tatsız bir yer olan şehir merkezindeki yaşamdan ibaretti; bu yüzden, bu uzaklık bana olumlu bir durum gibi görünüyordu. Onların kendi yaşam alanı vardı, bizim de bizimki; pek de önemli bir mesele değildi.

Sonra üniversiteye başvururken, o sıralarda gündemin tam merkezinde yer almaya başlayan pozitif ayrımcılık (affirmative action) meselesiyle karşılaştım. Irksal kotalar yasa dışı ilan edilmişti, ama ırk hâlâ üniversiteye kabul sürecinde bir etken olarak kullanılabiliyordu. Ben herhangi bir sorun yaşamadan kabul edildim, ama bazı arkadaşlarım kabul edilmedi — ve kaçı, daha az nitelikli siyahlar ya da başka azınlıklar yüzünden yerini kaybetti, bunu bilmenin imkânı yoktu.

Üniversiteye girişte pozitif ayrımcılığın resmi gerekçesi her zaman “geçmişte ve günümüzde yaşanan ayrımcılığı telafi etmek” olmuştur. Peki bu, daha az nitelikli olduğu hâlde kabul edilen siyah öğrenciyle nasıl bağdaşıyor? Onun yetersizliğinin nedeni ayrımcılık mıydı?

Ve neden, kimseye ayrımcılık yapmamış olan 18 yaşındaki arkadaşım cezalandırılıyor? Çocuklar babalarının günahlarının bedelini mi ödüyor? (Nasıl da Eski Ahit’e özgü bir anlayış!)

Ve gerçekten, daha az nitelikli siyah öğrencileri üniversitelere almak onlara yardımcı oluyor muydu — yalnızca çok daha yüksek oranlarla zorlanmaları ve başarısız olmaları için mi? Güncel verilere göre, beyaz öğrencilerin %68’i altı yıl içinde üniversite eğitimini tamamlıyor; siyah öğrencilerde ise bu oran sadece %45. Neden böyle? Bunun nedeni “sistemik ırkçılık” olabilir mi?

Her ne olursa olsun, pozitif ayrımcılık eğer somut hedefleri olan gerçek bir plan dahilinde uygulansaydı, belki tolere edilebilirdi. Ama böyle bir plan yoktu; zaten liberal yöneticilerimizde hiçbir zaman olmaz.

Eğer çıkıp deselerdi ki: “Bakın, üniversite diploması olmayan siyah ailelerin döngüsünü kırmak için pozitif ayrımcılığa ihtiyacımız var. Bunu 20 yıl boyunca uygulamalıyız ki, diplomalı bir siyah nesil yetiştirebilelim. O zaman her şey eşitlenecek ve liyakate dayalı normal kabul sistemine dönebileceğiz.”

Eğer bunu deselerdi ve bu yaklaşımı destekleyen bazı veriler de sunsalardı, belki ben de destekleyebilirdim. Ama elbette böyle bir şey söylemediler.

Dürüst olmak gerekirse — aklı başında herhangi biri, 20 yıllık ayrıcalıklı muamele sonrasında siyahların beyazlarla aynı düzeyde başarı göstereceğini gerçekten düşünebilir mi? Elbette hayır! Peki otuz yıl? Elli yıl? Elbette hayır.

Gerçek şu ki, liberal yöneticilerimiz pozitif ayrımcılığın sonsuza kadar sürmesini istiyor.

Bu, açıkça bir başarısızlık itirafıdır. Bu, siyahların doğuştan beyazlarla aynı düzeyde performans gösteremeyeceklerinin ve Amerikalı beyazların köleliğin “günahlarının” bedelini sonsuza kadar ödemek zorunda olduklarının kabulüdür.

Kısacası, Amerika’daki “siyah sorunu”nun bir çözümü yoktur. Siyahları tamamen ortadan kaldırmadıkça, bu bedeli sonsuza kadar ödemek zorundayız. Liberal durumun özeti budur.

Gelelim tarihe. Ben her zaman İkinci Dünya Savaşı’na meraklıydım; özellikle Almanya’nın hikayesi, Hitler’in yaşamı ve tüm o olayın içerdiği drama ile görkemi beni fazlasıyla etkilerdi. Bu yüzden, İkinci Dünya Savaşı’nın popüler söylemlerde bu kadar sık yer almasını fark etmem zaman aldı — öyle ki, birkaç on yıl önce ve ağırlıklı olarak başka kıtalarda yaşanmış bir olaydan beklenenden çok daha fazla şekilde gündemdeydi.

Ve elbette, bu savaşın anlatımı o kadar sistemli bir biçimde yanlıydı ki, uzun süre bunu fark edemedim bile.

Kendime çok temel sorular sormam yıllarımı aldı: Neden Hitler Almanyası’nın her yönü olumsuz anlatılır? Neden Hitler kötülüğün evrensel ölçüsü (measuring rod) sayılır? Neden ‘Nazi’, ‘kötü’ ile eşanlamlıdır? Neden Holokost hakkında bu kadar çok şey duyarız?

Aşağı yukarı aynı dönemde, “liberal” eğitimim ilerledikçe, Yahudilerin durumu hakkında daha çok düşünmeye başladım. Büyürken hiç Yahudi tanımamıştım — ya da en azından açıkça Yahudi kimliğiyle ortada olan kimseyi.

Üniversiteye başladığımda, yurtta oldukça kaba tabir edilebilecek bir grup gençle karşılaştım; biz onlara “New York’tan gelen adamlar” derdik. Gürültücüydüler, itici ve ukalaydılar (obnoxious).

… Eh, dedim kendi liberal benliğime, insanlar insandır. Sadece yollarına çıkma. Ve New York’a gitmeyi sakın planlama!

Okul hayatımın sonlarına doğru fark ettim ki, “New York’tan gelen adamlar”ın hepsi — istisnasız hepsi — Yahudiymiş ve bu gerçek muhtemelen önem taşıyordu.

Sonra kampüsümdeki öğrencilerin yaklaşık %15’inin Yahudi olduğunu keşfettim — oysa yaşadığım eyalette Yahudi oranı belki %1 bile değildi.

Bir dakika, bu nasıl olabilirdi?

Sonra üniversite rektörümün Yahudi olduğunu, mütevelli heyetinin neredeyse yarısının Yahudi olduğunu ve beşerî bilimler hocalarımın büyük bir kısmının da Yahudi olduğunu fark ettim — bir dakika, bu nasıl bir denklem?

Sağduyu ve temel liberal değerler, eyaletimin nüfusunun %1’i Yahudi ise, sınıf arkadaşlarımın ve hocalarımın da yaklaşık yüzde birinin Yahudi olması gerektiğini, üniversite yöneticilerinin de aynı oranda Yahudi olması gerektiğini söyler.

Ama bu durum böyle değildi — açıkça görülen o ki, oran 10 katı ya da daha fazlaydı — o hâlde bunun tek açıklaması Yahudiler lehine işleyen bir tür “sistemik ırkçılık” olabilir miydi?

Bu adil mi?

Acaba tüm o kampüs binalarına adını veren zengin Yahudi bağışçılarla bir ilgisi olabilir mi?

Hayır, asla, dedim kendi liberal benliğime.

Lisansüstü eğitime devam ederken, felsefe doktoramı tamamladım ve mezunu olduğum üniversitede öğretim görevlisi oldum. Bu dönemde, kampüslerde İsrail’in işgal altındaki topraklardaki eylemleri nedeniyle onu boykot etmeye, yatırımları çekmeye ve yaptırımlar uygulamaya yönelik girişimler anlamına gelen “BDS” hareketinin farkına vardım (Boycott, Divestment, Sanctions – Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar).

Nesnel olarak bakıldığında durum gayet açıktı: İsrail, uluslararası hukuku ihlal ediyor, onlarca yıldır Birleşmiş Milletler kararlarını hiçe sayıyor, Filistinlilere karşı dönem dönem işkence ve kötü muamele uyguluyor, toplu cezalandırmalara başvuruyor, cinayet işliyor, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işliyordu.

Bu, baştan sona belli, tartışmasız bir davaydı; elbette düşünebilen ve etik değerlere sahip herhangi biri, İsrail’in haksız — ve hatta suç teşkil eden — bir tutum içinde olduğunu kabul ederdi. Ve elbette, herhangi bir ahlaki kurum, bu tür bir kötülükten en azından kendini uzak tutmak isterdi.

Bu, yapılabilecek en asgari şeydi.

Peki o zaman, neden BDS girişimlerinin neredeyse tamamı öğrenciler tarafından yürütülüyordu? Ben de bunu merak ettim.

Öğretim üyeleri de etik değerler taşıyan insanlar değil mi? Onlar da kendilerini liberal olarak tanımlamıyor mu? Birçoğunun Vietnam Savaşı protestolarında kişisel geçmişi yok muydu?

Peki neden BDS hareketinde aktif değillerdi?

Aynı şey üniversite yöneticileri — yani üniversitenin sözde “liderleri” — için de geçerliydi. Bu konuda öncülük etmeleri, her cephede BDS’yi savunmaları gerekmez miydi?

Liberal bir kurumun kendi liberal öğrenci kitlesine verebileceği en güçlü mesaj, zulüm ve adaletsizlikten kazanç sağlamayı reddettiğimiz yönünde olmaz mıydı?

Bu, öğrenciler için gerçek bir ders olmaz mıydı?

Ah, hayır! Benim dışımda ve kelimenin tam anlamıyla birkaç cesur kişi hariç, öğretim üyeleri bu konuda tamamen sessizliğe bürünmüştü; “biz siyasete karışmak istemiyoruz” diyorlardı.

Üniversite yönetimi ise daha da beteri çıktı: BDS’ye öncülük eden öğrenci ve akademisyenlere kötü niyetler atfetmeye başladılar; daha önce kimsenin duymadığı katı “kampüs güvenliği” kurallarını harfiyen uygulamaya koydular; kampüsteki desteği etkisizleştirmek için uğraştılar; ve BDS’ye dair hiçbir bilginin kamuoyuna ulaşmaması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

(Üniversitelerin en tahammül edemediği şey, kötü bir kamuoyu imajıdır.)

Kendilerine neden BDS’ye direndikleri sorulduğunda, yöneticiler her zamanki gibi ezberlenmiş cevaplar veriyordu: yatırımların “siyasi olmadığı”, “bağışçıların parayı özel amaçlarla verdikleri” ve bu nedenle üniversitenin İsrail’den yatırımlarını çekemeyeceği gibi bahaneler öne sürüyorlardı — oysa yıllar önce Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı tam da bunu yapmışlardı.

İsrailli akademisyenlere veya kurumlara yönelik tamamen akademik boykotlar konusunda ise, tek bir destek sözü bile duyulmadı.

Ve sevgili liberal dostlarım, tüm bunlar yirmi yıl önceydi!

Arap öğrencilerle vakit geçirdiğim dönemlerde, “sözde Holokost” hakkında kulağıma bazı fısıltılar çalınmaya başladı.

Vay canına, bu da neyin nesiydi?

Biraz araştırma yaptım ve kısa sürede, bu konuda aslında ne kadar az şey bildiğimi ve görünüşte basit bazı sorulara net yanıtlar bulmanın ne kadar zor olduğunu fark ettim — üstelik bu sorular kimsenin umurunda değil gibiydi.

Mesela: 6 milyon Yahudi’nin öldüğü ne zaman ve nasıl belirlendi? Nerede öldürüldüler? Hangi yöntemle? Peki, o meşhur gaz odaları gerçekten nasıl işliyordu? Ve bugün cesetler nerede?

Dürüst olmak gerekirse, insanlık tarihinin en önemli olaylarından biri hakkında bu kadar az açık ve güvenilir bilgi bulunması beni gerçekten şoke etti.

Konuyu araştırdıkça, mevcut anlatının büyük kısmının yanlış olduğu çok geçmeden ortaya çıktı.

Sahte tanık ifadeleri, kendi içindeki çelişkiler, önyargılı ve baskı altında alınmış “itiraflar”, teknik imkânsızlıklar ve akıl dışı uygulamalar — ve II. Dünya Savaşı’ndan yıllar hatta on yıllar önce “6 milyon acı çeken Yahudi”ye dair haberlerin yayılmış olması gibi çarpıcı gerçeklerle birleşince, bana göre bu durum geleneksel anlatının güvenilirliğini ciddi şekilde sarsıyordu.

Artık giderek zayıflayan bir liberal olarak, başkalarının da bu konulara ilgi duyacağını varsaydım.

Ama bu konuyu liberal arkadaşlarıma açmaya başladığımda, “Bu çok da önemli değil” ya da “Zaten herkes 6 milyon hikâyesinin doğru olmadığını bilir” gibi tepkiler aldım.

Gerçekten mi? Herkes mi?

Ama biz hep birlikte bunun doğruymuş gibi mi davranıyoruz? Neden? Kimi yatıştırmak için?

Ve madem önemi yok, neden bu konu bize bu kadar sık ve ısrarla dayatılıyor?

Neden Holokost kitapları, okullarımızda zorunlu okuma listesinde yer alıyor?

Neden neredeyse her üç filmden biri Hitler, Naziler ya da Holokost’a bir şekilde gönderme yapıyor?

Neden bu konuyla ilgili soru sormak, tam 19 ülkede yasal olarak suç kabul ediliyor? Neden?

Liberal arkadaşlarımın bu sorulara verecek düzgün bir cevabı yoktu.

Ben biraz daha araştırma yaptım ve başka rahatsız edici sorular ortaya çıktı.

Amerika, neden her yıl İsrail’e “dış yardım” adı altında 3 ila 6 milyar dolar akıtıyor?

Neden Birleşmiş Milletler oylamalarında çoğu zaman yalnızca İsrail’le birlikte ya da onun birkaç bağlı ülkesinin yanında yer alıyoruz?

Neden onlara diplomatik koruma sağlıyoruz?

Neden onların düşmanlarının çoğu bizim de düşmanımız?

Neden son yıllardaki birçok askeri müdahalemiz İsrail’in düşmanlarına yönelik?

Bu şekilde yolum doğrudan İsrail Lobisiyle kesişti — diğer adıyla Siyonist veya Yahudi Lobisi olarak da bilinen o yapıyla.

Kısa sürede fark ettim ki, İsrail Lobisi içindeki en etkili aktörlerin çoğu Siyonist Yahudilerdi; Amerikan Yahudilerinin çoğu da Siyonistti.

Ve hem yurt içinde Yahudi çıkarlarının, hem de yurt dışında İsrail çıkarlarının korunması gerektiği konusunda neredeyse tam bir fikir birliği vardı.

Bu oybirliği, Kongre’ye de yansımış durumdaydı: bağlama göre değişmekle birlikte, Temsilciler Meclisi üyeleri ve senatörlerin %90 ila %100’ü düzenli olarak Yahudi/İsrail çıkarları lehine oy kullanıyordu.

Bu bir tahmin değil; kamuya açık resmi verilere dayanan bir gerçek.

Neden mi? Para.

Kısa sürede öğrendim ki, Cumhuriyetçilerin seçim fonlarının en az %25’i, Demokratlarınkilerin ise en az %50’si Yahudi kaynaklardan geliyor.

Bu, benim için gerçekten şaşırtıcıydı.

Open Secrets’a göre Washington’da yaklaşık 13.800 lobi örgütü bulunuyor.

Ama bu binlerce grup arasında, yalnızca bir tanesi tüm seçim bağışlarının %25 ila %50’sini sağlıyor.

Şöyle hayal edin: 13.000 zengin arkadaşınızdan düzenli bağış alarak geçiniyorsunuz; ve bu arkadaşlardan biri, her yıl size gelen tüm paranın yarısını tek başına veriyor, kalan yarısı ise diğer 12.999 kişi arasında bölüşülüyor.

Hangi arkadaşınız “en iyi arkadaşınız” olurdu? Kimi en çok dinlerdiniz? En çok kimi memnun etmeye çalışırdınız? Cevabı tahmin etmek zor değil.

Geçen yıl (20 Haziran 2024) Tucker Carlson ile yaptığı bir röportajda, ABD Temsilciler Meclisi üyesi Thomas Massie, Yahudi Lobisi’nin önde gelen bileşeni AIPAC hakkında bazı ilginç açıklamalarda bulundu.

Her kongre üyesinin, sizi gözetleyen, yaptıklarınızı takip eden ve “doğru olanı” yaptığınızdan emin olan bir “AIPAC bakıcısı” (“AIPAC minder” veya “babysitter”) olduğunu söyledi.

Ve eğer “doğru olanı” yapmazsanız, sizi basında karalarlar ve bir sonraki seçimde İsrail yanlısı rakibinize finansal destek verirler.

Hiçbir başka lobi, buna yaklaşacak düzeyde bir şey yapmaz. Belki bu röportajı izlemelisiniz, sevgili liberal dostlarım — ama hayır! Siz Tucker Carlson’dan nefret ediyorsunuz!

Ne onun ne de konuklarının söyleyeceği değerli bir şey olabileceğine asla inanmıyorsunuz!

Bu durumun ne anlama geldiğini kavramamız gerekiyor.

Bu, Amerikan Yahudileri adına çalışan tek bir lobimiz olduğu anlamına geliyor — ki onlar ABD nüfusunun belki %2’sini oluşturuyor — ve bu lobi, diğer herkesin çıkarlarını tamamen baskılıyor: yaşlıların, öğrencilerin, diğer azınlıkların, yoksulların, engellilerin, çevrecilerin…

Ve burada gerçekten “tamamen baskılıyor” demek istiyorum; eğer çıkarlarınız Amerikan Yahudilerinin çıkarlarıyla örtüşmüyorsa, adil bir şekilde duyulma şansınız neredeyse yok.

Bu aynı zamanda, dünya nüfusunun yalnızca %0,19’unu oluşturan İsrailli Yahudiler adına küresel çapta faaliyet gösteren bir Amerikan lobisi olduğu anlamına geliyor — ve bu faaliyetler, geri kalan %99,8’lik insanlık aleyhine işliyor.

Bu nedir böyle, sevgili liberal dostlarım?

Bu durumdan memnun musunuz? Bu adil mi? Bu haklı mı?

Değilse, bu konuda ne yapıyorsunuz?

Belki de Amerikan — ve genel olarak Batı — medyası tarafından biraz fazla kandırıldınız.

Bu medya, yekpare bir biçimde Yahudi ve İsrail çıkarları doğrultusunda çalışıyor.

Bana inanmıyor musunuz?

Neden ana akım medyanın hiçbir kolunda İsrail ya da Yahudi karşıtı bakış açılarına, yorumlara yer verilmiyor?

Neden bu durum, en azından onlarca yıldır böyle?

Kanıt mı lazım?

Neden Amerika’daki beş büyük medya holdingi — ABC/Disney, Warner Discovery, NBC/Universal, Fox Corp ve Paramount — Yahudiler ya da Siyonistler tarafından sahipleniliyor ya da yönetiliyor?

(İsimlerini tek tek kontrol edelim mi? Ah, hayır, asla o noktaya gelmeyelim!)

Neden Amerika’daki beş büyük medya kuruluşu — ABC/Disney, Warner Discovery, NBC/Universal, Fox Corp ve Paramount — Yahudiler ya da Siyonistler tarafından ya sahipleniliyor ya da doğrudan yönetiliyor?

Neden Amerika’daki beş büyük medya kuruluşu — ABC/Disney, Warner Discovery, NBC/Universal, Fox Corp ve Paramount — Yahudiler ya da Siyonistler tarafından ya sahipleniliyor ya da doğrudan yönetiliyor?

Neden böyle, sevgili liberal dostlarım?

Bu umurunuzda değil mi?

Adalet ve eşitliğe inanmıyor musunuz?

Dostlarım: Gelin, meseleyi bugüne taşıyalım.

Artık tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açıktır ki, Amerika’daki ve Avrupa’daki Yahudiler; basın, akademi ve sözde demokratik hükümetlerimiz üzerinde neredeyse tam bir tekele sahiptir.

Her türlü tekel tehlikelidir; ancak Yahudilere ait bir tekel, çok daha derin ve ciddi bir tehdit oluşturur — dünyanın Gazze’de gördüğü gibi.

Bugüne kadar, resmi rakamlara göre çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 50.000’den fazla insan öldürüldü.

Gerçek sayıların bunun iki ya da üç katı olması muhtemel.

Ölenlerin bir kısmı silahlı savaşçılar olabilir, ancak şüphesiz ki %95’i silahsız sivillerdi.

Ve yine de Amerika — ve dünya — hiçbir şey yapmıyor, hiçbir şey söylemiyor.

Gözlerimizin önünde toplu katliam ve soykırım yaşanıyor ve… hiçbir şey.

Hiçbir şeyden daha da kötüsü: Amerika, katillere silah ve para sağlıyor, Birleşmiş Milletler’de siyasi koruma sunuyor — ve dünya hâlâ… hiçbir şey yapmıyor.

Peki, bireysel Yahudiler ne yapıyor?

Hiçbir şey yapmamaktan da kötüsünü: Bu eylemleri destekliyorlar.

Geçen yıl yapılan anketlere göre, Amerikan Yahudilerinin yaklaşık %80’i ve İsrailli Yahudilerin belki de %90’ı devam eden savaşı destekliyor.

Evet, şu an sayıları 59 olan rehinelerin geri dönmesini istiyorlar, ama bir buçuk yıl süren katliam boyunca her gün ortalama 50 ila 100 Gazzelinin öldürülmesini hiç umursamıyorlar.

“Rehineler için ateşkes!” diye haykırıyorlar; ancak ne gerçek bir barış ne de gerçek bir adalet istiyorlar.

Ve eğer rehinelerini geri alırlarsa, etnik kıyım hiç duraksamadan, engellenmeden devam edecek.

Bu, 21. yüzyılda yaşanan Eski Ahit intikamıdır.

Peki siz, sevgili liberal dostlarım, bütün bunlara karşı ne yapıyorsunuz?

Ellerinizi ovuşturuyor, içiniz mi burkuluyor? Sessizce mi kınıyorsunuz?

Bu ne işe yarıyor?

Peki, Amerika ve Avrupa’yı kıskıvrak saran Yahudi tekelini sorgulayan, buna karşı ciddi ve doğrudan eylemlerde bulunan insanlara ne diyorsunuz, onlara nasıl davranıyorsunuz?

Onlara yardım mı ediyorsunuz? Övüyor musunuz?

Hayır! Onları kınıyorsunuz!

Onlara “şeytan”, “Nazi” ve “aşırı sağcılar” diyorsunuz!

Onlara “nefret dolu,” “bağnaz” ve en önemlisi “beyaz üstünlükçü” diyorsunuz!

Yahudi Lobisi bu işi kendi başına yapmaya kalksaydı bile bu kadar başarılı olamazdı!

Ama siz, onların işini onlar adına yapıyor, bu tehlikeyi açığa çıkarabilecek olanlara saldırıyorsunuz.

Neden?

Yahudiler sizi tehdit mi ediyor? Başınıza silah mı dayıyor?

Hayır?

O hâlde neden bu kadar hevesle onların adına çalışıyorsunuz, benim “liberal” dostlarım?

Ben durumu şöyle görüyorum: Bugünkü dünya hali büyük bir kum havuzuna benziyor.

Ve iktidar sahipleri — yani her şeyi yöneten güçler — sizin düşüncenizi ve öfkenizi kontrol altında tutmak zorunda. Bunu da dikkatinizi asıl neden olan kendilerinden uzaklaştırarak başka şeylere yönlendirerek yapıyorlar.

Bu şekilde sizi kum havuzunun yalnızca yarısına hapsediyorlar.

Demokrat Parti’ye bağış yapan, onu yöneten ve ana akım medyayı tekelleştiren liberal, sol görüşlü Yahudiler; sizin Cumhuriyetçileri, Trump’ı, muhafazakârları ya da beyaz erkekleri düşman olarak görmenizi istiyor.

Bu grupları şeytanlaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.

CNN’e, MSNBC’ye, New York Times’a ya da Washington Post’a şöyle bir göz atmanız yeterlidir; bunun ne kadar doğru olduğunu hemen görebilirsiniz.

Öte yandan, ‘sağcı’ medya (Fox) ve Cumhuriyetçiler de aynı derecede hevesli biçimde solcu Demokratları şeytanlaştırıyor; yine, Fox’un akşam yorum programlarından herhangi birini izleyin, göreceksiniz.

Ama işin garip yanı şu ki, birbirlerinden böylesine nefret eden bu iki parti, tek bir özel konuda tamamen hemfikir: Yahudi ve İsrail çıkarları.

Her iki taraf da bu çıkarlara hizmet etmek için adeta takla atıyor.

Son birkaç on yılın herhangi bir başkanlık tartışmasını hatırlayın: Tüm adaylar ve tüm partiler, sadece kendilerinin “İsrail’in gerçek dostları” olduğunu ve sadece kendilerinin “antisemitizmin kötülüğüyle” en iyi şekilde mücadele edebileceğini büyük bir vurguyla dile getiriyor.

Ve siz, izleyici olarak, sol eğilimli bir “İsrail dostu” ile sağ eğilimli bir “İsrail dostu” arasında seçim yapmak zorunda kalıyorsunuz.

Ne büyük bir seçim ama, öyle değil mi?

Bu şekilde sizi kum havuzunun yalnızca yarısına hapsediyorlar:

Size sadece onların seçtiği düşman gösteriliyor — ya “sağ” ya da “sol”.

Ama asla “Yahudi Lobisi” değil.

İşte sizin gözden kaçırdığınız o diğer yarı bu.

Aslında, o yarının var olduğunu bilmenize bile izin verilmiyor.

Oraya cesaret edip adım atan herkes, tanımı gereği “aşırı sağcı” ve “nefret dolu” biri olarak damgalanıyor; ve hem sol hem de sağ bu konuda hemfikir olduğundan, sanki oybirliğiyle alınmış bir karar gibi görünüyor.

Zekice, değil mi?

Ama Gazze savaşı, gerçekten göz açıcı bir olay değil mi, sevgili liberal dostlarım?

Sizin liberal yoldaşlarınız, doğduklarından beri herkesin ihtiyaçlarına, kaygılarına, duygularına karşı aşırı duyarlı olmaları gerektiği fikriyle yetiştirildiler.

Kölelik yanlıştı (elbette); sömürgecilik yanlıştı (evet); ve dünyadaki tüm “renkli halklara” karşı “sistemik ırkçılığı” uygulayanlar beyazlardı (yanlış).

“Renkli insanların” her türlü ezilmesi, her savunmasız azınlığa yönelik her saldırı en büyük toplumsal kötülük olarak görüldü — ta ki mesele Filistin olana kadar.

Sonra her şey değişti.

Orada, “renkli halk” artık terörist, terör destekçisi ya da teröre sempati duyan biri olarak görülüyor ve bu yüzden haklı ve erdemli İsrailli Yahudiler tarafından vurulmaları, bombalanmaları, yakılmaları, yok edilmeleri gerektiğine inanılıyor.

Gazze’deki 2,4 milyon insan, birkaç direnişçinin eylemleri nedeniyle artık topluca cezalandırılıyor.

Oradan oraya sürülecekler, en sonunda da tamamen ortadan kaldırılacaklar; çünkü İsrailli Yahudiler etnik temizliği tamamlamak üzere.

Ve bunu, Amerikan Yahudilerinin %80’i ile İsrailli Yahudilerin %90’ının desteğiyle yapacaklar.

Peki ya bu devlet destekli suçlara itiraz edecek olursanız, sevgili liberal dostlarım?

Üzgünüm, yandınız.

Kendi üniversitenizdeki bir protesto kampına katılmayı seçerseniz, kampüs polisi sizi tutuklayabilir, okuldan atılabilirsiniz, hatta işinizi kaybedebilirsiniz — nitekim geçen hafta, benim mezun olduğum saygın üniversitede genç bir Arap kadının başına gelen de tam olarak buydu.

Ayrıca yerel Hillel adlı Yahudi öğrenci grubu sizi fotoğraflayacak, kimliğinizi tespit edecek ve kişisel bilgilerinizi internete koyacaktır — sadece iş bulmanızı, bir sosyal gruba katılmanızı ya da herhangi bir şekilde toplumsal olarak aktif olmanızı zorlaştırmak için.

Ve eğer yabancı öğrenciyseniz — ya da herhangi bir yabancıysanız — gözaltına alınıp sınır dışı edilme riskiniz de var; hem de Yahudi dostu başkanımız Trump tarafından.

Tüm bunlar sadece bir soykırımı protesto ettiğiniz için!

Peki, geldik şimdi şu soruya: Biz bu durumda neredeyiz, sevgili liberal dostlarım?

Yoksa artık kendinize “liberal” demiyor musunuz?

Akıllıca bir tercih, dostlarım!

Ama şimdi muhafazakâr mı oldunuz? Ah hayır, elbette ki olmadınız — bu da başka bir akıllıca karar.

Artık “liberal,” “muhafazakâr,” “sol,” “sağ” gibi sadeleştirilmiş, ikili ve Maniheist (Manichean) kavramların neredeyse anlamını yitirdiğini, çünkü bu terimlerin içeriğinin zamanla ne kadar saptırıldığını fark ediyorsunuz belki de.

Belki de artık şunu görüyorsunuz: Amerika’nın ve genel olarak Batı’nın güç yapıları, o denli belirgin bir Yahudi (Judean) yönelime sahip ki, sadece bu gerçek bile sosyal sorunlar ve çatışmalar hakkında düşünürken belirleyici hâle geliyor.

Belki de anlıyorsunuz ki, akademideki ve siyasetteki o “liberaller,” yalnızca çıkarlarına hizmet ettiği sürece liberaller; aksi hâlde son derece otoriter kesiliyorlar.

Belki de artık fark ediyorsunuz ki, Gazze’deki İsrail vahşeti tek bir kötü liderin eseri değil, tüm bir halkın zihin yapısının yansımasıdır.

Ve belki de artık şunu öğreniyorsunuz: “Aşırı sağ” (far right), işlevsel olarak “Yahudi Lobisi’ne karşı çıkan” anlamına gelir.

Ve belki de “aşırı sağcı” olarak damgalananların bir kısmı, hem ülke içinde hem de dünya genelindeki düzene duydukları haklı öfke konusunda en azından kısmen haklıdır.

Benim açımdan, bana gerçek bir liberal deyin: Latince kökü liber, yani “özgür” olan bir kelimeden gelir bu.

Ben özgür yaşamayı, özgür düşünmeyi, özgürce konuşmayı ve özgürce hareket etmeyi tercih ederim.

Ama bunu bugünün Amerika’sında ya da bugünün Avrupa’sında yapamam — yoksa Yahudi yönelimli iktidar sahipleri üzerime Eski Ahit öfkesiyle çökerler.

Bu bir gerçek.

O hâlde gelin:

(1) Bu gerçeği açıkça ifade edelim,

(2) Bu gerçeğe karşı durduğumuzu açıkça ilan edelim,

ve (3) Bu durumun gerçek olmadığı bir toplum ve dünya inşa etmek için çalışalım.

Bundan daha önemli ne olabilir, sevgili liberal dostlarım?

 

*David Skrbina, PhD, Michigan Üniversitesi’nde felsefe alanında eski kıdemli öğretim görevlisidir.Kendisi, The Metaphysics of Technology (Teknolojinin Metafiziği, 2015) ve en son olarak The Jesus Hoax’un (İsa Aldatmacası, 2. Baskı, 2024) da aralarında bulunduğu birçok kitabın yazarı veya editörüdür.

Kaynak: https://www.theoccidentalobserver.net/2025/05/01/an-open-letter-to-liberals/