Liberalizm Sonrası Süpermen

Post-liberal bir dünyada bir Übermensch (üstinsan) hâlâ sıradan biri olabilir mi?

Superman, Amerikan popüler kültüründe belirleyici bir yere sahiptir — ister iyi ister kötü anlamda. 1938 yılında sahneye çıkan bu karakter, genellikle ilk süper kahraman olarak kabul edilir ve yalnızca çizgi romanları değil, artık Hollywood’u da domine eden bir türün başlangıcı sayılır. Kitlesel kültür açısından bakıldığında, bugün biz Superman’in yarattığı dünyada yaşıyoruz.

İşte bu yüzden, bazı muhafazakârlar, bu yaz vizyona girecek olan Superman filminin yönetmeni James Gunn’ın Superman’in göçmen kökenlerini vurgularken Donald Trump’ın göç politikalarını eleştirdiğini düşündüklerinde savunmaya geçtiler. Gunn, Times of London gazetesine şunları söyledi: “Bence ‘Superman’ Amerika’nın hikâyesidir. Başka yerlerden gelerek bu ülkeyi dolduran bir göçmenin hikâyesi. Ama bana kalırsa esasen bu, temel insani nezaketin bir değer olduğuna ve bizim bunu yitirdiğimize dair bir hikâye.”

Aslına bakılırsa Gunn’ın filmi, bugünün ölçütlerine göre pek de siyasi sayılmaz—yalnızca, altında yatan felsefesi sayesinde, modern liberallerin Superman gibi bir karakteri potansiyel olarak ilginç kılan şeyle yüzleşmekteki yetersizliğini açıkça ortaya koyması dışında.

Superman, bir dizi karşıtlık —hatta düpedüz çelişki— üzerine kuruludur: Uzaydan gelen bir uzaylıdır ama insanların en insanî olanıdır; karşı konulmaz güce sahiptir ama alçakgönüllü ve adildir; Kansas’taki bir çiftlikte büyümüş bir karakterdir ama büyük bir metropole taşınır; kurşun işlemez bir kahramandır ama kendini “uysal mizaçlı bir muhabir” olarak gizler.

Karakterin kendi türü içindeki önemini göz önünde bulundurduğumuzda, bir de “orijinal” Superman ile ondan kalıp çıkarılmış milyonlarca karakterin prototipi olarak işlev gören Superman arasında bir karşıtlık vardır.

Gunn bu karşıtlıklar hakkında bir dizi tercih yapıyor ve neredeyse her seferinde seçimi, Superman’i istisnai kılan ne varsa onu ortadan kaldırmak yönünde oluyor. Bu filmde kahraman, seri üretim bir metaın standart bir birimi gibi: başka süperinsanlarla dopdolu ve bizzat Superman’in en az dört farklı versiyonunu içeriyor; bunların arasında bir süper-köpek ve kahramanın aynı güçlere sahip ama karşı cinsten kuzeni Supergirl’ün gereksiz bir cameosu da var.

Superman, bu süper kalabalığın geri kalanından çok daha güçlü görünmüyor ve onlardan ayrıldığı tek nokta, öldürmeyi reddetmesi. Bu da şehirleri yerle bir eden Godzilla boyutlarında bir canavarı durdurmak ve bir Orta Doğu ülkesini işgal eden Slav bir diktatörü alt etmek gibi kirli işlerin diğer süper güce sahip karakterlere kalması anlamına geliyor — evet, bu pek mantıklı değil, ama sonuçta burası çizgi roman coğrafyası.

Gunn’ın Superman’inin tanımlayıcı özelliği zayıflıktır. Film, gökten düştükten sonra Antarktika’nın karlı manzarasında kanlar içinde ve morarmış halde yatan Çelik Adam’la açılır. Daha sonra, Superman gerçekten güçsüz hale gelir—yeteneklerini tüketen Kriptonit adlı element nedeniyle tüm güçlerinden mahrum bırakılır—ve baş düşmanı Lex Luthor, Rus ruleti işkencesi sırasında bir mahkûmu kafasından vurur. (Superman çocukça bir film olsa da, bu derece bir vahşetle çocuklar için yapılmış sayılamaz.)

Kahraman, film boyunca birden fazla kez hayvan refakatçisi tarafından kurtarılmak zorunda kalır. Ve filmin doruk noktasında Superman, Luthor’la yüzleştiğinde, kıskanç kötü adama uzun bir konuşma yaparak kendisinin yalnızca bir insan olduğunu ve insan olmasının hataları sayesinde mümkün olduğunu anlatır.

Yüzyıl ortası liberalizminin (kusurları ne olursa olsun) güçlü ruhu yerine, bu pek de “Süper” olmayan Superman’in inancı, yavan bir duygusallıktan ibarettir.

Daha iyi bir filmde bu tema, dokunaklı bir sonuca—Superman kadar üstün bir varlığın, sıradan ölümlülerle eşit koşullarda nasıl birlikte yaşayabileceği sorusuna verilen anlamlı bir cevaba—dönüştürülebilirdi.

Diğer medya uyarlamalarında Superman, açıkça “gerçek, adalet ve Amerikan tarzı yaşam”ın savunucusu olarak betimlenir. Bu ifade Gunn’ın filminde yer almaz.

Yine de Superman kavramı, ancak onu ortaya çıkaran ve tarihinin büyük kısmında karakteri ayakta tutan siyasal bağlam içinde tematik olarak inandırıcıdır. Superman’i bir demokrasi içinde hayal edilebilir kılan şey, “Amerika”ya dair belirli bir tasavvurdur.

Superman, New Deal’ın (Yeni Düzen) bir ürünüdür. Onun yaratıcıları Joe Shuster ve Jerry Siegel, göçmen ailelerden gelen Yahudi gençlerdi (Shuster’ın kendisi Kanadalı bir göçmendi); Cleveland, Ohio’da arkadaş olup yaratıcı ortaklık kurdular. Sonunda Superman için geliştirdikleri köken hikâyesi, Musa anlatısını çağrıştırır: Yeni doğmuş bir bebek sepet yerine bir roket gemisine konur ve Nil’e değil, yıldızların arasına salınır; kaderi, doğruluğu yeni bir diyara taşımaktır.

Superman’in yaratılışına katkıda bulunan göçmenlik ve Yahudi unsurların yanına, bir de Orta Amerika’ya özgü bir duyarlılık eklenir. Siegel ile Shuster’ın Ohio’su, Superman’in roketinin düştüğü ve uzaylı çocuğun tamamen Amerikalı bir aile tarafından evlat edinildiği Kansas’a dönüşür.

Superman’in çelişkili unsurlarını—yabancı ile yerli, kırsal ile kentsel olanı—bir arada tutan şey, New Deal dönemine özgü, liberalizmi bir vatanseverlik biçimi olarak gören özgüvendir. Amerika’nın kendisi, dünyaya Musa misali yasalar sunan ama aynı zamanda kendine has kalan bir ülke olarak konumlanır.

Superman, tıpkı Amerika gibi, sınırsız güce sahiptir. Ve sınırsız güce sahip oldukları için, hem Superman hem de Amerika idealist olmayı göze alabilir. Superman öldürmez; çünkü onunki kadar büyük bir güçte, öldürmek hiçbir zaman gerekmez — tıpkı iyi niyetli bir devletin ve aydınlanmış sosyal bilimlerin her türlü antisosyal tehdidi alt edebileceği bir ülkede, liberallerin ölüm cezasını tiksindirici bulmaya başlaması gibi.

Her ne kadar liberaller suç konusunda gerçekten “yumuşak” (soft on crime) olarak ancak New Deal sonrasında görülmeye başlanacak olsa da, Franklin Roosevelt yönetiminin temsil ettiği hayırsever güç fikri, artan güce eşlik eden artan hayırseverliğin yolunu açtı.

New Deal ve II. Dünya Savaşı yıllarının “altın çağ” çizgi roman karakterleri, 1960’larınkinden daha şiddetliydi; Superman’in kendisi de nihai biçimine aşama aşama ulaştı. Yine de hem liberalizm hem de süper kahraman için gelecekte olacakların şablonu 1930’larda atılmıştı.

Ne var ki Superman’in öncesine, yani “tarihöncesine” bakmak, bu şablonun sınırlarını ortaya koyar. Siegel ve Shuster, süper kahramanlarını yaratmadan önce, 1933 yılında “The Reign of the Superman” (Süpermen’in Hükümdarlığı) adlı, çok farklı türden üstün bir varlığı konu alan bir bilimkurgu öyküsü yazıp resimlemişlerdi.

Hikâye, düşük statülü bir adama süper zekâ ve telepatik güçler kazandıran bir deli bilim insanını konu alır; bu “süpermen”, bu güçleri insan ırkını boyunduruk altına almak için kullanmak ister.

Ciddi edebiyat ve tür kurgu (genre fiction) 19. yüzyılın sonlarından beri insanlıktan daha ileri evrilmiş “süperinsanlar”ı ve “üstün ırkları” (master races) konu edinerek bu fikirlerin doğurabileceği sonuçları irdelemiştir. Bu anlatıların çoğu birer uyarı veya trajedi niteliğindeydi. Siegel ve Shuster’ın süper kahraman Superman’ini birçok yönden önceden haber veren 1930 tarihli Philip Wylie romanı Gladiator buna örnek olarak verilebilir.

Çizgi roman Superman’ini bir dışlanmış (Wylie’nin kahramanı gibi) ya da dünyayı ele geçirmeye hevesli bir fatih (Siegel ve Shuster’ın ilk bilimkurgu “süpermeni” gibi) yerine insanlığın savunucusu yapan şey, onun özgürlükler ülkesi Kansas’a ve Amerika’ya başarılı biçimde asimile olmasıydı.

Ancak günümüzün sol-liberalleri, Kansas’ı ya da Orta Amerika’yı artık nezaketin ve basit iyiliğin simgesi olarak görmüyor. Asimilasyonun peşinden gitmeye değer bir ideal olduğuna da inanmıyorlar; kimlik siyaseti (identity politics) bunun yerine Amerikanlığın herhangi bir geleneksel modelinden olabildiğince kopmayı, yabancılaşmayı öngörüyor.

Bugün Kripton gezegeninden gelen bir göçmene, bir zamanlar New Deal’ın partisi olan siyasi hareketin aktivistleri, Amerika’nın utanılacak bir yer olduğunu ve “gerçek, adalet ve Amerikan tarzı yaşam” ifadesinin kendi içinde çelişkili olduğunu söyleyeceklerdir.

Amerikan liberalizminin yurtta ya da dünyada her türlü düşmanı alt edeceğine dair bir özgüven yerine, modern sol-liberal artık faşizmin bu ülkeyi çoktan ele geçirdiğinden korkmaktadır.

Bu bağlamda Superman artık hiçbir anlam ifade etmiyor. Ancak Gunn, bu durumu yaratıcı bir meydan okuma olarak ele almak yerine, mümkün olan en klişe süper kahraman filmini yapmayı tercih etmiş.

Kişiliksiz başkahramanı, istisnai olmamasıyla tanımlanıyor ve yüzyıl ortası liberalizminin (kusurları ne olursa olsun) güçlü ruhu yerine, bu pek de “Süper” olmayan Superman’in inancı yalnızca bayat bir duygusallıktan ibaret.

Sonuçta ortaya çıkan şey, Superman’i en başta mümkün kılan ruhtan ne kadar az şey kaldığını gösteren, zayıf bir film oluyor.

Amerikan sağının da 20. yüzyılın liberal ideallerinden uzaklaştığı, küreselcilikten “Önce Kansas”, “Önce Ohio”, “Önce Amerika” perspektifine yöneldiği bir dönemde—ve çevrimiçi “influencer”lar ile transhümanist teknoloji baronlarının eşitlik ve demokrasi yerine görünüşte Nietzscheci “üstinsan” (superman) değerlerine meylettiği bir ortamda—istisnai olanla eşitlikçiyi, yurtsever olanla evrenseli uzlaştırma sorununu ciddiyetle ele alan bir film, sırf doğru soruları sorduğu için bile anlamlı olabilirdi.

Bunu bir çizgi roman filmi bile yapabilirdi. Ama bu film, açıkçası, yalnızca patlamış mısır satmak için var.

Kaynak: https://modernagejournal.com/supermans-political-problem/252003/